Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.
İslam daveti günden güne yayılıyor, Mekke’nin en önemli meclislerinde gündemin ilk sırasını meşgul etmeyi sürdürüyordu. Toplumun her tabakasından insanlar Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem çağrısına icabet etmeye devam ediyorlardı. Elbette Sünnetullah’ın bir gereği olarak davete kulak verenler genellikle toplumda ikinci sınıf insan muamelesi gören kişilerdi. Ancak arada Ebu Bekir, Osman radıyallahu anhuma gibi sahabeler de İslam ile izzet buluyorlardı.
Bu yazılarımızda da İslam ile şereflenmeleri Müslümanlar için bir devrim niteliğinde olan iki önemli şahsiyetin Müslüman olma kıssalarını anlatmaya çalışacağız. Geçen yazımızda Ömer’in radıyallahu anh kıssasını anlatmıştık. Bu yazımızda da Hamza’nın radıyallahu anh hidayeti bulma hâdisesini zikretmeye çalışalım.
“Ebu Cehil, Safa’da Rasûlullah’a rastladı; ona eziyet edip kötüledi. Kendilerini ayıplayıp durumlarını zayıflıkla nitelediği ve hoşlarına gitmeyen sözler söylediği için Rasûlullah’a hakaret ederek intikamını aldı. Rasûlullah ise onunla hiç konuşmadı.
Bu olayı Abdullah bin Cud’an’ın azadlı cariyesi işitiyordu. Daha sonra Ebu Cehil ondan ayrılarak Kureyş’in Kabe’nin yanındaki toplantı yerine doğru gitti ve onlarla birlikte oturdu.
Çok geçmeden Hamza yayı elinde avdan dönmüş geliyordu. Hamza çok iyi bir avcı idi. Avdan eli boş dönmezdi. Avdan döndüğünde Kabe’yi tavaf etmeden, Kureyş’in toplantı yerlerine uğramadan ve onları selamlayıp kendileriyle biraz konuşmadan ailesinin yanına gitmezdi. Kureyş’in içinde gençlerin en güçlüsü ve mizacı en sert olanı idi. Azadlı cariyeye rastladığı zaman, Rasûlullah evine dönmüştü. Cariye Hamza’ya dedi ki:
‘Ey Eba Umare! Keşke kardeşinin oğlu Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem biraz önce Ebu’l Hakem bin Hişam’ın yaptığı kötü şeyleri görseydin! O, Muhammed’i burada otururken buldu, ona eziyet etti, onu kötüledi ve onun hoşuna gitmeyen şeyler söyledi. Sonra da ayrılıp gitti. Muhammed ise onunla hiç konuşmadı bile.’
Bunun üzerine Hamza, gazaba geldi. Koşarak çıktı ve hiçbir kimsenin yanında durmadı. Çıkarken de Ebu Cehil’e rastladığında onunla çarpışmaya hazırlıklı bir hâlde çıktı. Mescide girdiğinde onu topluluğun içinde otururken gördü. Ona doğru gitti, başının üzerinde dikildiği zaman yayını kaldırarak onun kafasına indirdi ve feci bir şekilde yardı. Sonra dedi ki: ‘Ona nasıl söversin? Ben de onun dinindenim. Onun dediğinin aynısını diyorum. Eğer güç yetirebilirsen beni bundan çevir.’
Hemen Ben-i Mahzum’dan adamlar Ebu Cehil’e yardım etmek için Hamza’ya doğru yöneldiler. Ebu Cehil onlara şöyle dedi: ‘Ebu Umare’yi bırakınız. Vallahi ben cidden onun kardeşinin oğluna kötü bir şekilde hakaret etmiştim.’
Böylece Hamza İslam’a ve Rasûlullah’a gelen vahye uymaya başladı ve bunda sebat etti.
Hamza Müslüman olduğunda Kureyş şu gerçeği iyice anlamış oldu:
Muhammed artık izzet bulmuş ve kendini korumuştur. Artık Hamza da onu koruyacaktır. Böylece onun için tasarladıkları bazı planlardan vazgeçmek zorunda kaldılar.” [1]
Hidayet Allah’ın Elindedir
Kıssalardan çıkartılması gereken birinci nokta, hidayetin Allah’ın subhanehu ve teâlâ elinde olduğu ve dilediği şeyi bu duruma vesile kıldığıdır.
“Allah dileseydi elbette hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat, o dilediğine dalâlet, dilediğine hidayet verir ve muhakkak sûrette hepiniz bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.” [2]
“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi o bilir.” [3]
“Şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Dilediğini de hidayete eriştirir. (Ey Rasûlüm) artık onlara üzülerek kendini harap etme. Allah onların yaptıklarını şüphesiz bilir.” [4]
Özellikle Ömer’in radıyallahu anh Müslüman olması sahabe arasında çok ciddi bir şaşkınlık oluşturmuştu. Çünkü Ömer radıyallahu anh Müslümanlara bizzat işkence eden bir kişiydi. Allah Rasûlü’nü öldürmeyi kafasına koymuş, bunun için yola çıkmış bir müşrikti. Hatta ‘Ömer’in eşeği Müslüman olur ama o olmaz.’ sözü meşhur olmuştu.
Ümmü Abdullah şöyle rivayet etti:
“Allah’a and olsun! Biz Habeş topraklarına göç ediyorduk. Amir bazı ihtiyaçlarımızı temin etmek için gittiği zaman Ömer bin el-Hattab yanımıza geldi. Daha Müslüman olmamıştı. Ümmü Seleme dedi ki:
‘Bize yaptığı eziyet ve çıkarttığı zorluklarla karşılaşıyorduk.’
Ümmü Abdullah sözüne devam etti; bunun üzerine Ömer bana şöyle dedi:
— Ey Ümmü Abdullah! Çıkmak için mi bu hazırlık? Dedim ki:
— Evet. Vallahi Allah’ın arzına çıkacağız. Ta ki Allah bize bir kolaylık yaratsın… Siz bize eziyet veriyorsunuz. Bizi zorluyorsunuz.
Ümmü Abdullah sözüne devam etti, bunun üzerine Ömer:
— Allah sizinle beraber olsun, dedi. Onda şimdiye kadar görmediğim bir incelik gördüm. Sonra ayrılıp gitti. Anladığıma göre bizim çıkışımız onu üzmüştü.
Sözüne devam ederek; Amir ihtiyacımız olan şeyleri alıp geri geldiğinde ona dedim ki:
— Ey Eba Abdullah! Keşke biraz önce Ömer’i, onun yumuşaklığını ve bize karşı onun hüznünü görseydin? Dedi ki:
— Onun Müslüman olmasını umuyor musun?
— Evet, bunun üzerine Ebu Abdullah:
— O gördüğün var ya! Hattab’ın eşeği Müslüman oluncaya kadar Müslüman olmaz, dedi.
Bu, onun ümitsizliğinden dolayı söylediği bir sözdü. Çünkü Ömer’in katılığını, İslam’a karşı kasvet ve şiddetini görmüştü.” [5]
Ancak Allah onun için hidayet dileyince hiçbir şey buna engel olamadı.
Müslüman davet sırasında bu hakikati aklından çıkartmamalıdır. Neyin muhatabının kalbinin kilidini açacağını bilemeyeceği için her türlü vesileye yapışmalıdır. Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi davet ettiği kişiler için El-Hadi olandan yardım istemelidir. Kendi davasında sebat etmenin karşı tarafa yapılabilecek en etkili davet olduğunu unutmayıp, her türlü tavizden uzak durmalıdır.
Aynı şekilde davetin sonunda olumlu bir sonuç elde edemez ise kendini helak etmemelidir. Çünkü hidayet Allah’ın elindedir. El-Hadi isminin hangi kulu üzerinde, ne zaman tecelli edeceğini sadece O subhanehu ve teâlâ bilebilir. Davetçinin muhatabını çok sevmesi, hüccetini mükemmel bir şekilde ikame etmesi hidayet için yeterli değildir.
En önemlisi de davetin sonucunda muhatap kalbini İslam’a açarsa, davetçi bu gelişmeyi kendine mâl etme yanlışına düşmemelidir. Bütün güzellikler Allah’tandır. Eğer böyle bir nimeti Rabbimiz bize bahşetmiş ise sürekli O’na hamd etmemiz gerekir. Çünkü kişinin ahireti için yapabileceği belki de en büyük yatırım bir insanın hidayetine vesile olmaktır. Böylece onun bütün salih amellerinde pay sahibi olur.
İnsanların Farklı Tabiatlarda Olması Allah’ın Yaratma Sanatının Bir Tecellisidir
Allah subhanehu ve teâlâ herkesi farklı karakterlerde yaratmıştır. Her insan kendi tabiatına göre düşünür ve hareket eder. Bu durum Allah’ın yaratma sanatının bir sonucudur.
“Allah, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple âdemoğullarının, o topraklardan kaynaklanan nedenlerden dolayı bir kısmı kızıl, bir kısmı beyaz, bir kısmı siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki tonlarda; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (çeşitli kabiliyet, özellik ve karakterlerde) dünyaya gelmiştir.” [6]
“De ki: ‘Herkes, kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” [7]
”Allah, rızıklarınızı aranızda taksim ettiği gibi ahlâkınızı/huylarınızı da taksim etti.” [8]
Allah Rasûlü ashabına bu hakikatin varlığını en iyi bilen kişi olarak muamele etmiş ve onların farklı karakterlerini tek bir kalıba sokmak için uğraşmamıştır. Bilakis iman, farz ve haramlar ile İslam cemaatindeki sorumluluklar haricindeki alanlarda herkesin karakterini açığa vurmasına izin vermiştir. Doğal olarak ortaya bir zenginlik çıkmıştır.
Ömer ve Hamza radıyallahu anhuma sert mizaca sahip kişilerdi. İki sahabenin de İslam olmaları sırasında yaşanan hâdiseler dahi bu duruma verilebilecek en basit örneklerdir.
“Ömer kılıcını kuşandı. Sonra Rasûlullah ve onun ashabının yanına gitmek için yola çıktı. Vardığında kapıyı çaldı. Kapı sesini işiten Rasûlullah’ın ashabından bir kişi, kalkıp kapının aralığından baktı. Onu kılıcını kuşanmış olarak görünce telaşlı bir şekilde Rasûlullah’a:
— Ya Rasûlallah! Bu, kılıcını kuşanmış olarak gelen Ömer bin el-Hattab’dır, dedi.
Hamza da:
— Onun girmesine müsade et ya Rasûlullah! Eğer buraya hayır arzulayarak gelmişse biz ona onu veririz. Şayet şer amaçla gelmişse onu kendi kılıcı ile öldürürüz, dedi.” [9]
Ömer radıyallahu anh dedi ki:
“Müslüman olduğum günün gecesi hatırlamaya çalıştım; Mekke ahalisinden Rasûlullah’a düşmanlık etmekte acaba kim daha şiddetlidir? Ona gidip İslam’a girdiğimi haber vereyim. Dedim ki: ‘En şiddetli olan Ebu Cehil’ dir.
Sabahladığım zaman ona gidip kapısını çaldım. Karşıma Ebu Cehil çıktı ve dedi ki:
— Merhaba ey kız kardeşimin oğlu! Hoşgeldin. Nedir bu hâlin sabah sabah?
Ben de dedim ki:
— Sana, benim Allah’a ve Rasûlü Muhammed’e iman ettiğimi, ona gelen şeyleri kabul ettiğimi haber vermek için geldim.
Bunun üzerine kapıyı yüzüme çarptı ve şöyle dedi:
— Allah seni de getirdiğin haberi de mahvetsin.”
Bu mizaçlar olur olmadık yerlerde ortaya çıktığında birçok sorunu beraberinde getirebilecek karakterlerdi. Ancak onlar zikrettiğimiz sınırlarda kalınca ve yeri geldiğinde bu sertliklerini İslam için kullandıklarında, zarar vermesi beklenen durumdan fayda ortaya çıkmıştı.
İslam’a hizmet etmeye çalışan ve insanlarla muamele edip onları eğiten yönlendiren her ferdin bu gerçeği sürekli göz önünde bulundurması gerekir. Herkesi tek tipe sokmak ancak hayaldir ve bu yöndeki adımlar geri dönülemez yaralar açmaya sebep olabilir.[10]
Açıktan İbadet Edilebilecek Güce Kavuşmak Kıtal Aşamasına Geçmeyi Gerektirir mi?
Allah subhanehu ve teâlâ Peygamberi vasıtasıyla bir neslin üzerinden İslam’ın nasıl yaşanacağını tüm insanlığa öğretmiştir. Siyeri dikkatli bir şekilde okuyan her birey İslam’ın hakim olma sürecinin belli aşamalar ile olduğunu görecektir. Her aşama birbirinin tamamlayıcısı pozisyonundadır. Dolayısıyla aynı usulle İslam’ı yeryüzünde hakim kılmaya çalışan Müslüman, bu aşamaları çok dikkatli takip etmeli ve vakıasına uyarlamalıdır. Yanlış bir anlayış Allah’ın ve Rasûlü’nün murad etmediği bir sonuca kişiyi götürebilir.
Siyerin Mekke dönemini incelediğimizde her anın aynı olmadığını görmekteyiz. İlk zamanlarda Müslümanların sayısı az idi ve birçok Müslüman zayıflıkları nedeniyle imanlarını açığa çıkartmamıştı. Ancak zaman geçtikçe işkencelerin dozajının artmasına rağmen, sayı da imanlarını açığa çıkartanların oranı da çoğalmaya başladı. Hatta Hamza, Ömer gibi ileri gelenler dahi kalplerini İslam’ın nuru ile doldurdular. Onlar Müslüman olunca Müslümanlar bir gövde gösterisi dahi yaptılar ve topluca Kabe’ye yürüdüler.
Bununla ilgili olarak Abdullah bin Mesud radıyallahu anh şöyle demektedir:
“Ömer Müslüman oluncaya kadar biz Kabe’nin yanında namaz kılmaya kâdir değildik. Ne zaman ki Ömer Müslüman olup Kureyş’e karşı eyleme geçti ve Kabe’nin yanında namaz kıldı, biz de o zaman onunla beraber namaz kıldık. Ömer’in İslam’a girmesi Rasûlullah’ın ashabının Habeşistan’a hicret etmesinden sonra gerçekleşmişti.” [11]
Artık Müslümanlar Mekke’de belli sayı ve güce ulaşmış bir topluluktu. Ancak burada bir husus dikkatimizi çekmektedir. Başta Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere hemen hemen sahabelerin hepsine işkence yapılırken, bazı Müslümanlar şehit edilirken, gece gündüz İslam’a ve şiarlarına hakaret edilirken Müslümanlar harekete geçmedi. Bir tane dahi put kırmadı ya da ferdî ve anlık gelişen bir-iki hâdise haricinde müşriklerden kimseye zarar vermedi. İbni Mesud’un başından geçen şu hâdise konu hakkında örnek olması açısından önemlidir:
Abdullah bin Mesud radıyallahu anh dedi ki:
“Rasûlullah, Beytullah’ın yanında durup namaz kıldığı sırada Ebu Cehil ve bazı arkadaşları Rasûlullah’ın çevresinde oturuyorlardı. (Bir gün önce bir dişi deve boğazlanmış, onun döl yatağı ve işkembesinin pisliği de yakın bir yerde duruyordu.) Müşriklerden birisi (Ebu Cehil):
— Görmüyor musunuz şu riyakârı! Hanginiz varıp filan oğullarının boğazlanan devesinin döl yatağını ve işkembe içindeki tersini getirir ve secdeye vardığı zaman Muhammed’in iki omuzunun arasına koyar, diye sordu.
Oradakilerin en şakisi en bedbahtı olan Ukbe bin Muayt:
— Ben yaparım, dedi.
Hemen kalkıp gitti, döl yatağını ve işkembe içindeki tersini alıp getirdi. Rasûlullah’ın secdeye gitmesini bekledi. Secdeye vardığı zaman Rasûlullah’ın iki omuzunun arasına koydu ve hepsi birden gülmeye başladılar. Katıla katıla gülmekten (yere yıkılmamak için) birbirlerinin üzerine eğilip dayandılar.
Rasûlullah secdeden ayrılmıyor, başını kaldırmıyordu.
Ben ise hiçbir işe yaramıyor ayakta dikilip duruyor sadece ona bakıyordum. Konuşmaya bile gücüm yetmiyordu. (Beni koruyacak kavim ve kabilem yoktu) Ne olurdu o zaman koruyan bir gücüm ve koruyucum olsaydı da Rasûlullah’ın sırtından onları hemen kaldırıp ataydım.
Nihayet bir kimse gidip Fatıma’ya haber verdi. Fatıma koşarak geldi. Rasûlullah’ın üzerinden onları alıp attı. Bunu yapanlara ağır sözler söyledi. Fatıma’ya hiçbir karşılık vermediler.
Rasûlullah namazını bitirdiği zaman Kabe’ye yöneldi. Sesini yükselttı. Üç kere:
‘Allah’ım! Kureyş’den şu topluluğu (Ebu Cehil, Utbe bin Rabia, Şeybe bin Rabia, Ukbe bin Muayt, Ümeyye bin Halef, Velid bin Utbe ve Umare bin Velid’i) sana havale ediyorum.’ diyordu.
Aleyhlerinde dua ettiğini işittikleri zaman gülmeleri kesilip gittiler.
Rasûlullah’ın aleyhlerinde dua etmesi çok ağırlarına gitti. Onlar bu belde de yapılacak duanın muhakkak kabul olunacağı görüşünde idiler. Bunun için korktular.
Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki Rasûlullah’ın adlarını saydığı bu kişilerin Bedir günü öldürüldüklerini, yere serildiklerini gördüm.” [12]
Peki neden Müslümanlar belli bir güce kavuşmalarına rağmen bu tarz hâdiselerde fiilî bir karşılık vermediler? Çünkü açıktan ibadet etme hürriyetine ve gücüne kavuşmak, kıtal ahkamını devreye sokmak için yeterli değildir.
Kıtal Allah’ı subhanehu ve teâlâ razı edecek amellerden birisidir ve cihadın kısımlarındandır. İslam davasını hakim kılarken amaç değil araç olarak görülmesi, gereken bir ameldir. Ne zaman ki bir toprak parçasında davetin önündeki engeller çoğalır ve Allah’ın dinini anlatmak imkansız hâle gelir, işte o zaman diğer şartlar da olgunlaşmış ise kıtal bu engelleri aradan kaldırmak için devreye girer.
Maalesef bu malumatın farkında olmadan olayları değerlendirmeye çalışanlar bir toprak parçasında belli bir güce sahip olunduğunda kıtale başvurmak gerektiğini iddia etmekte ve bu şekilde amel etmeyenleri de nifak ile suçlamaktadırlar. İşi daha da çıkmaza sokan şey ise bu insanların güce ulaşma kavramının altını da kendi anlayışları ile doldurmalarıdır.
Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.
[1] . Siyeri İbni Hişam
[2] . 16/Nahl, 93
[3] . 28/Kasas, 56
[4] . 35/Fatır, 8
[5] . Siyeri İbni Hişam
[6] . Tirmizi, Ebu Davud.
[7] . 17/İsra, 84
[8] . İmam Ahmed
[9] . Siyeri İbni Hişam
[10] . Bu konuda ayrıntılı bilgi için Tevhid Dergisi’nin 55. sayısının Başyazısına müracaat edilebilir.
[11] . Siyeri İbni Hişam
[12] . Buhari, Müslim.
İlk Yorumu Sen Yap