ÖĞRENME SÜREÇLERİ VE BEYNİMİZ

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Öğrenme dediğimizde aklımıza bazı şeyler gelir; ancak bir kitabı okumaktan, bir dersi anlamaktan veya Türkçe, matematik sorusu çözmekten çok daha geniş kapsamlıdır. Biyolojik olarak yaşamda kalabilmek için her canlının sahip olduğu özellikler vardır. Kimi canlı hızlı koşar, kimisi güçlüdür; kimisinin soğuktan koruyan kürkü vardır, kimisinin kamufle olma yeteneği; kimi canlı sayıca o kadar çoktur ki bir kısmı ölse bile tür olarak yaşamaya devam eder. İnsanın da yaşamını devam ettirebilmek için sahip olduğu özelliği aklıdır. Aklın ve zekânın işlevlerinden öğrenme ve muhakeme yeteneğiyle yeryüzünü kendi yaşayışına uygun bir şekilde dönüştürür; imar eder veya fesada verir. Bu, insanoğlunun biyolojik gerçekliğidir. Ancak insan sadece biyolojiden, yani bedenden oluşmaz. İnsanın bir de ruhu vardır. Manevi olarak öğrenmesi ise insan yaratılmadan önce Âdem’in (as) sulbünde iken başlar:

“(Hatırla!) Hani Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Demişlerdi ki: ‘Evet! (Sen bizim Rabbimizsin!) Şahit olduk.’ (Bu,) Kıyamet Günü: ‘Biz bundan habersizdik.’ dememeniz içindir.”[1]

Tevhidin özünde birlik ve uyum olduğu için insan dediğimiz canlıda da her şey birbiriyle uyum içinde çalışmalı ve çelişki olmamalıdır; insanın öğrenmesinde etkisi olan biyolojik becerisi akıl, manevi olarak Allah’ı birleme/bir olan Allah’a kulluk üzerine yaratılmış ruh, bedenin ve ruhun fıtratına uygun indirilmiş vahiy/şeriat ortak değerlere sahip olmalı, bizi aynı sonuca götürmelidir.

Bugün maalesef bu üçü sanki birbiriyle çelişiyormuş gibi gösterilen bir dünyada yaşıyoruz. İnsan bedeniyle ilgilenen tıp ilmi, insanın manevi yönüyle, duygu ve davranışlarıyla ilgilenen psikoloji ilmi ve insanın ruhundaki iman, ibadetler ve ahlaki değerlerin bütününü içeren din, sanki birbiriyle uyumlu değil; birbirini sürekli yalanlıyormuş gibi algı var. “Allah’ın yarattıkları ile Allah’ın kuralları birbiriyle çelişmez” düsturuyla bu yazıda aklın öğrenme becerisini inceleyecek; beden işleyişinin fıtratla, ruhla ve dinle çelişmediğini tefekkür etmeye çalışacağız. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).

Yürüttüğümüz tüm fizyolojik işlevlerin içerisinde binlerce hücremizle her ân yaptığımız faaliyetlerden biri öğrenmedir. Uyanıkken her duyu organımızla kendimize ve çevremize dair sürekli veriler alırız, bu verileri hücrelerimizde kodlarız ve her ân öğrenme hâli içerisinde oluruz. Baktığımız her görsel, duyduğumuz her ses, temas ettiğimiz her cisim, tattığımız ve kokladığımız her şey beynimizde bilgi kaynağı olarak hücreleri uyarır. Bilgi denildiğinde sadece akademik ve mesleki olanlar, kitaplardan okuduklarımız, derslerden dinlediklerimiz veya ilmi olarak öğrendiklerimiz düşünülmemelidir. Bir çiçeğin kırmızı olması da bilgidir. Baktığınız denizin dalgalı olması, dokunduğunuz ağacın odunsu hissi, ateşin sıcak olması, limonun ekşiliği vs. her şey beynimizde bilgi olarak kodlanır. Uyanıkken edindiğimiz bilgileri beynimiz gün içinde ve özellikle uyurken gözden geçirir ve düzenler; bazı bilgileri kalıcı olarak öğrenir bazı bilgileri de siler. Örneğin trafikte giderken her aracı görür algılarız, ancak on saniye sonra o araçlara dair hiçbir soruya cevap veremeyiz, çünkü beyin -dikkatinizi çekmediği sürece- kullanılmayacak bu bilgilerin tamamını silmiştir. Bu nedenle öğrenmeyi sadece bilgiye maruz kalmak ve beyin hücrelerimizin bilgiyi kodlaması olarak düşünemeyiz; öğrenmenin bazı ögeleri vardır.

Öğrenme; maruz kalınan bilginin kalıcı olmasını, bilginin kullanılmasını ve kişide değişim oluşturmasını içerir. Öğrenmenin olduğunu söyleyebilmek için bu üçü gerekir. Bu işlemler beynin üst katmanlarında ve ön bölgesinde gerçekleşir. Önceki yazılarımızda frontal lob (perçem bölgesi) olarak bahsettiğimiz bu beyin bölgesi, bazı nedenlerden ötürü öğrenmede devrede olmazsa beyin daha ilkel çalışır. Bu durumda öğrenmez ama ezber yapabilir. Maalesef günümüzde öğrenmek ve ezberlemek birbirine çok karıştırılmaktadır.

Örneğin bir insan bir kitap okuyabilir veya bir ders dinleyebilir. Orada yazanları veya söylenenleri ezberleyebilir. Konuşmalarında ezberlediği cümleleri söyleyebilir. Ancak bu kişinin davranışlarına bakıldığında konuştuklarını görmüyorsanız, bu kişi öğrenmemiş, ezberlemiştir. Çünkü öğrenme için bilginin kullanılması; davranışlarına yansıması gerekir. Bilgi kişide bir değişim oluşturmalıdır; kişinin duygularında, düşüncelerinde ve davranışlarında bilginin öncesiyle sonrası arasında farklılık oluşmamışsa, kişi öğrenmemiş, ezberlemiştir.

Peygamberimizin (sav) yaptığı dualara baktığımızda, Allah’tan (cc) ‘faydalı ilim’ istediğini, ‘fayda vermeyen ilimden’ Allah’a (cc) sığındığını görebiliriz. Vahiy kaynaklı bilgilere incelikle baktığımızda, Kur’an ve Sünnetin tamamı amel edilebilen bilgilerden oluşur. Vahyin yaşanan hadiseler üzerine inmesi, sahabe toplumunun bu dini yaşamasının bizlere örnek gösterilmesi, ilim ve amel birlikteliğini vurgular. Siyerin tamamına bakan bir kişi; vahiyle birlikte değişen ve dönüşen bir sahabe toplumu görebilir. İlk vahiyden Veda Haccı’na kadar sahabe toplumu öğrendiği bilgilerle amel etmiş, öğrendikleri onların iç dünyasını (inanç, duygu, düşünce) dönüştürmüş ve yaşayışlarını değiştirmiştir. Allah (cc) onlardan razı olsun.

Ancak günümüzde işler böyle yürümemektedir. Maalesef bugün insanoğlu öğrenmek yerine bilgileri ezberlemekte, ezberledikleriyle hitabet yarışına girmektedir. Allah (cc) en doğrusunu bilir, sahabe ve ilk dönem imamlarımızın, ilim adamlarımızın ulaştıkları az bilgiyle bu kadar bereketli işler yapabilmesi sahip oldukları bilginin hakkını verdikleri için olabilir.

Bugün ise bilgi her yerde, ulaşmak kolay, bilgiye ulaşımda bilgi ve teknoloji belki de dünya tarihinin en zirve noktalarında, teknolojik gelişmelere bakılırsa daha da kolaylaşıyor, ancak bugünün insanları olarak sahip olduğumuz bu kadar çok bilgiden o dönem insanlarının yüzde biri kadar bile faydalanamıyoruz. Bunun bir nedeni de bilginin ilkel seviyede kalması, maruz kalınan bilgilerin içselleşip, derinleşmemesi olabilir. Hem öğrenmenin fizyolojisini (fıtratını) bilelim hem de öğrenmemizi ıslah ederken beynimizden de faydalanalım diye bu yazıyı kaleme almak istedim. Bereketli kılacak olan Allah’tır (cc).

Bugün bizler öğrenmediğimiz, ancak ezberlediğimiz “ezberci bir eğitim sistemi” içerisinden çıkıp hidayet olduk. Harika bilgiler keşfediyor; çok fazla bilgiye maruz kalıyoruz. Eğitim sistemi ya insanın kullanmayacağı bilgiyi insana öğretiyor ya da bilgiyi nasıl kullanacağını öğretmeden insanı kendi hâline bırakıyor. Sınavlar öğrenmeyi değil, bilgi ezberini ölçüyor. Bu nedenle bu sınavlardan yeterlilik almış ve bu eğitim sistemine göre ‘uzman’ sayılan kişiler dahi mesleğini yaparken bilgiyi kullanamadığı zamanlar yaşıyor. Bu yanlış sistemi yamalamak için yeni öğrenme modelleri üretiliyor, eğitim sistemine farklı parçalar entegre edilmeye çalışılıyor. Stajlar deniyor, uygulamalı eğitim modelleri geliştiriliyor… Her üç beş yılda bir, başka bir ülkenin eğitim sistemi getirilip bu topraklarda yeşertilmeye çalışılıyor. Ancak vahiyden uzak her toplum gibi küresel olarak dönüp fıtrata/öze ve fıtrata uygun indirilmiş şeriata bakılmıyor. Bu da her beş yılda bir duyulan “Bir önceki yanlıştı, şimdi ben daha iyisini getireceğim.” gibi boş vaadlerden insanı kurtaramıyor.

Allah (cc) bizleri bir fıtrat üzere yarattı. İnsan bedenine bir fizyoloji (işleyiş mekanizması) yerleştirdi. Bir beyin yarattı, beynin içini beyin hücreleriyle (nöronlar) doldurdu. Yarattığına bir kural koydu ve nasıl işleyeceğini belirledi. Nöronlara bir çalışma ve öğrenme prensibi getirdi. Yarattığını, yarattıklarıyla (kevnî ayetler) ve indirdikleriyle (vahiy) destekledi. Sistemin en güzel şekilde çalışabilmesi için şeriat indirdi, ölçüler belirledi, örneklikler kıldı, doğru ve yanlışları söyledi, yapılması ve yapılmaması gerekenlerin sınırlarını çizdi; kısacası yolumuzu gösterdi.

“Yoksa insan (emredilmeden, nehyedilmeden, bir şeriata tabi tutulmadan) başıboş bırakılacağını mı sandı?”[2]

“Hiç şüphesiz, ona yolu gösterdik. Ya şükreden (bir mümin) ya nankörlük eden (bir kâfir) olur.”[3]

Allah (cc) yarattığına uygun şeriat indirdi, ancak insanoğlu bugün bu şeriattan yüz çevirdiği için düzmece sistemlerin içinde sıkışıp kaldı.

Beyin Hücrelerinin Çalışma Mekanizması ve Öğrenme

Anne karnında ve doğumdan sonraki ilk yıllarda beyin hücrelerimiz artarak belli bir sayıya ulaşır. Bunları elektrik direkleri gibi düşünebiliriz. Sonra bu hücreler birbirleriyle iletişim/haberleşme ağı kurarlar. Direkleri birbirine bağlayan elektrik kabloları gibi düşünebiliriz. Çevresiyle yeterli miktarda ve uygun bağlantı kurabilen beyin hücreleri yaşarken; temel bağlantıları kuramayan beyin hücreleri yok edilir. Böylece insan belli sayıda beyin hücresine sahip olur. Beyin hücrelerimizin sayısı genetik ve çevresel faktörlerden etkilenir. Çevresel faktörler değişebilen şeyleri ifade ettiği için insanoğlu hep çevresel faktörleri iyileştirmeye çalışır. Örneğin doğumda birkaç dakika oksijensiz kalmak beyin hücrelerini büyük oranda öldürür. Bu nedenle anne karnında geçirilen süreci, doğumu ve doğum sonrası kritik olan ilk ayları çok önemseriz ve her yönüyle iyileştirmeye çalışırız.

Beyin hücreleri (nöronlar) belli bir sayıya ulaştıktan sonra hayatımız boyunca biz bu hücreleri kullanırız. Var olan nöronlarımızı daha güçlü hâle getirir ve birbirleriyle kurdukları bağlantıların sayısını arttırırız. Elektrik direklerini güçlendirip, elektrik kablolarının sayısını artırmak gibi düşünebiliriz.

İnsan bir bilgiye maruz kalır. İlgili beyin bölgesi aktive olur ve nöron maruz kaldığı bu bilgiyi kodlar. Elektriksel sinyaller oluşturur. Kodladığı bu bilgiyi elektriksel ve kimyasal olarak çevresindeki nöronlarla paylaşır. İnsan bilgiye sürekli maruz kaldıkça ilgili nöron tekrar tekrar uyarılır ve bu süreç onu güçlendirir. Tekrarlama ve sürekli maruziyet nöronlar arasındaki bağlantı sayılarını da arttırır. Güçlenen hücre çok sayıdaki bağlantısıyla bilgiye ait sinyalleri daha iyi işler. Böylece insan hem daha kolay öğrenir hem de öğrenme kapasitesi artar. Eğer hücrenin öğrendiği bilgi kullanılmazsa, nöron oluşturduğu bağlantıyı budar ve başka bilgilerle yeni bağlantılar oluşturmak üzere kaynaklarını hazırda bekletir.

Beyin hücrelerimizin maruz kaldığı bilgiyi kodlaması ve öğrenmesi pasif bir süreçtir. Fıtrat, bu işleyişe sahip olarak yaratılmıştır. Bunu bilmek birçok insanın söylediği, ‘Ben öğrenemiyorum.’ algısını yıkar. Her kevnî ayet gibi beyin hücrelerimiz de üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getirir.

Örneğin siz bir besin yediğinizde “Acaba bu besini benim midem sindirebilecek mi? Bağırsaklarım şimdi bu besini emip kana verebilecek mi? Kanım bu besini dolaştırıp vücutta dağıtabilecek mi? Vücudum bu besinden faydalanabilecek mi?” diye düşünüyor musunuz? Hayır. Biz bunları düşünmeyiz ve düşünmemize gerek yoktur. Çünkü vücut yaratıldığı fıtrat üzere görevlerini yerine getirir. Ancak fıtrat bozulursa, kişi fıtratına uygun olmayan besinleri sisteme gönderirse veya hastalanırsa işleyiş aksar ve vücut görevlerini yerine getiremez. Böyle bir durumda insan “Benim hücrelerim sindiremiyor.” demez ve bozulanı tamir etmeye çalışır.

Sistemi düzgün çalışan bir insanın “Sindirebiliyor muyum?” diye düşünmesine gerek yoktur, ancak yediği besinle ilgili tercihlerini ve ölçüsünü belirlemesi gerekir. İnsan yediği şeylerin helal ve temiz olmasına dikkat ettiği gibi maruz kaldığı bilgiye de dikkat etmelidir. Yedikleri noktasında ölçülü olmak zorunda olduğu gibi; az yiyip beden ihtiyaçlarını ihmal etmesi de çok yiyip bedenine aşırı yüklenmesi de yanlış olduğu gibi öğrenmede de bazı aşamalar ve ölçüler vardır.

Öğrenme süreçlerine dair bilgi edinmek, insanın öğrenmenin önündeki engelleri kaldırmasına ve öğrenmeyi kolaylaştırmasına vesile olur. Bir sonraki yazıda bunları nasıl yapabileceğimizi konuşmak duasıyla.

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) hamdolsun.


[1] 7/A’râf, 172

[2] 75/Kıyâmet, 36

[3] 76/İnsân, 3

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver