Şükür; iyiliği takdir etmek, iyiliğin sahibini bilmek ve bunu zikrederek/söyleyerek söz konusu etmektir.
“İman iki yarımdır. Yarısı sabırdır, yarısı şükürdür.”[1]
Şükredilmesi gereken bir nimet ve afiyetle karşılaştığında kişi eğer hakkıyla şükretmiyorsa Allah’tan (cc) gelen lütuf ve ikrama karşı nankörlük etmiş olur:
فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ي وَلَا تَكْفُرُونِ۟
“(Bu nimetlerime karşılık yalnızca) beni anın ki ben de sizi anayım. Ve bana şükredin, nankörlük etmeyin.” [2]
“وَلَا تَكْفُرُونِ۟” ifadesindeki küfür (nankörlük) nimetin örtülmesidir, yalanlamak/tekzib değildir.
Bir kimsenin elinden, verilmiş nimet ve imkânlar alındığında o nimeti geri kazanmak için yerine getirmesi gerekli üç husus bulunmaktadır. Bu hususları kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
Kişi öncelikle nerede kusur işlediğini anlayıp ortaya çıkararak bu hatasına samimi bir şekilde tevbe etmelidir.
İkinci olarak nimeti kaybetmekle beraber yüz yüze kaldığı musibetteki öğreticiliğin ve faydaların farkına varıp bundan içtenlikle memnuniyet duymalıdır.
Son olarak da Rabbine ihlasla yönelerek dua etmelidir.
Herhangi bir nimet kişiden asla sebepsiz yere geri alınmaz. Bir kimseden nimetin geri alınmasının en büyük sebebi ise kişinin şükürdeki ihmalkârlığıdır. Dünya nimetleri şükürle kalıcı olur, hatta daha da artar.[3] Nimet nasıl ki şükrü gerektiriyorsa şükür de nimetin devamlılığını ve artmasını gerektirir:
وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ
“(Yine hatırlayın ki) Rabbiniz: “Andolsun ki şükrederseniz kesinlikle arttırırım, nankörlük ederseniz şüphesiz, benim azabım pek çetindir.” diye ilan etmişti.” [4]
Şükür; dil ile şükür, kalp ile şükür ve amellerle şükür şeklinde ifa edilir.
Kalp ile şükür; bütün ihsan ve nimetlerin yalnızca Allah’tan (cc) geldiğine ve mutlak manada hiçbir şeyin O’na denk olamayacağına inanmaktır, ki en büyük şükür de kalp ile şükürdür.
Kişi bir nimeti elde edişine vesile olan aracılara teşekkür etmelidir. Fakat bunlar hiçbir surette nimeti veren konumuna ortak edilemez, edilmemelidir. Çünkü nimeti verenin yalnızca Allah (cc) olduğunun tam olarak idrakinde bulunmak gerekmektedir. Sadece verili nimetten dolayı bu nimeti ihsan eden Allah’ı (cc) yeterince övmemek ve O’na karşı şükran içinde olmamak ile verilen nimeti beğenmemek ya da az görmek de şükürsüzlüktür.
Dil ile olan şükür de verilen nimet için güç yetirebildikçe Allah’a (cc) hamd etmek ve O’nu çokça zikretmektir.
Amellerle yapılan şükre gelince; onu da insanların kendilerine nimetler ihsan eden Allah’ın (cc) rızasını gözeterek O’nun emrettiklerine ve yasakladıklarına uymaktır.
Şükrü gerektiren nimetler o kadar çoktur ki bunları tek tek saymak bir tarafa cins olarak saymak dahi güç yetirilebilecek bir şey değildir. Her şeyden önce hayat ve mahlukat içerisinde şerefli bir konum sahibi bir insan olarak varlık âleminde bulunmak kişi için en başta şükredilmesi gereken bir nimettir. Hayat lütfundan sonra kişinin sahip olup olabileceği hayırların ve nimetlerin en büyüğü hidayettir, ki tevhid ve sünnet ehli olmak her ân ifası lazım gelen büyük bir nimettir. Zira ehli tevhid olmak tüm resûllerin ortak davetinin ve ortak müjdesinin insanlara tebliği ve tebyininde aktif olmaktır aynı zamanda.
Muvahhid kimseye düşen, Allah’ın (cc) lütfu olan bu verili nimetlerin öneminin ve değerinin her ân farkında olmak, gücünün yettiği kadarıyla şükrünü ifa etmek ve bu nimetleri korumaya çalışmaktır.
Bir nimeti yahut bir kazanımı elde etmek esas itibarıyla zordur. Bundan daha zor olanı ise elde edilen nimeti ve kazanımı olduğu hâl üzere yahut daha da geliştirerek koruyabilmektir.
Tarih boyunca her devletin ve uygarlığın siyasetinin, ekonomisinin, devasa ordular beslemesinin, diplo
masisinin ve kendi iç barışını, huzurunu ve istikrarını sürdürülebilir kılmaya azamî gayret gösterme çabasının temelinde bu formülasyonun ürettiği korku veya güncel olarak kullanılan tabiriyle “beka endişesi” vardır.
Bu durum aslında sahip olunan ve şükredilesi her bir nimet ve kazanım için de geçerlidir.
Ayrıca nimeti beğenmezlik etmemek ya da hor görerek kibre ve nankörlüğe düşmemek de şükrün ifaının gereğidir.
Bu hususlar esas itibarıyla bütün nimetler için geçerlidir. Verili olan bir nimetin, şükrü yerine getirilmediği ya da hakkı yeterince verilmediğinde kişinin elinden alınacağı, hatta belki de tekrar muvaffak olunamayacağı hususunun şuurunda olunmalıdır.
Türlü nimetlere mazhar olma hususunda aslında kişinin kendisinin hiçbir hak ve pay sahibi olmadığı ortadadır. Nimet aslında Allah’tan (cc) bir lütuftur ve kişiye şahsi özellikleri dolayısıyla verilmemektedir. Kendilerine benzer nitelikte nimet verilmeyenler için de şahsî özellikleri itibarıyla kifayetsiz ve liyakatsiz olduklarından ötürü mahrum bırakıldılar, denemez. Bu da esasen bir nasip meselesidir.
Bugün mümin bir topluluğun işleri ve hizmetiyle ilgilenmek üzere kendilerine görev tevdi edilmiş kişilerin üzerinde diğer bütün müminlerin hakları bulunmaktadır. Kişinin elinden nimet kabilinden verili bir sıfatın alınmasının bir sebebi de daha sonra aynı şahsa elinden alınan o nimetten daha büyük bir nimetin ihsan edilecek olması da olabilir. Fakat bu durum, içinde yaşanılan modern cahiliye toplumu için değil, adanmışlık ruhuyla çalışan müminler için geçerlidir. Bu da bir müminin elindeki verili bir nimetin/sıfatın alınmasından sonra kendisine öncekinden daha büyük ve daha hayırlı bir nimetin verilmesi için o kimsenin hizmette ve maneviyatta daha ileri düzeylere ulaşmış ve her ân şükür üzere yaşayan kimselere mahsus olacağı şeklinde anlaşılabilir.
Bir nimet elden gittiğinde başa gelecek sıkıntıların yanı sıra kişiler için doğabilecek hayır ve faydaları da akılda tutmak gerekir. Kişinin bir nimetin/sıfatın kendisine verilmiş olmasında kendince bir hak etmişlik zannında bulunmaması icap eder. Bununla beraber bir nimet kendisinden geri alındığında kişi, bunun, kendisinin herhangi bir tutumundan kaynaklandığını düşünerek sadece kendi nefsini sorumlu tutmamalı ve kaybettiği için de üzülmemelidir.
Bir nimetin yalnızca Allah’tan (cc) geldiğine itikad etmek gerektiği gibi aynı nimetin geri alınması gibi bir musibetin de yalnızca Allah’tan olduğuna inanmak ve bunu idrak etmiş olmak da bir nimettir aslında. Mümin, şu darıdünyada başa gelebilecek her türlü musibeti, müminlerin aldatıcı dünyaya dalmasını engelleyici yahut kendilerini olgunlaştırıcı vesileler olarak görmelidir.
Diğer yandan müminlerin nimetlerle imtihan olmasında ve Müslümanlık iddiasındaki kitlelerin dinden uzaklaşmalarında içinde bulunulan dönemsel şartların etkisi de göz ardı edilmemelidir. Allah’ın (cc) verdiğini yine O’nun geri aldığını idrak etmiş olmanın bela ve musibetlere karşı göstereceği duruşta kişiyi rahatlatacağı ve elindeki nimeti kaybettiği için keder duymayıp güçlü bir tevekkül gösterebileceği hatırda tutulmalıdır.
Allah’ın (cc) müminler için takdir ettiği her şeyin kendileri için mutlaka hayırlı olduğuna inanıp bunu dile getirmesi böyle kimseler için engin bir umut ve mutluluk deryası gibidir. Gerek nimetlerin elden gitmesi gerek musibet ve belalar müminlerin derecelerine göre değişiklik gösteren türlü faydaları da ihtiva ettiği bilinmelidir ki bunların akla ilk gelenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Nimetlerin elden gitmesinin ve imtihan olunan sair hususların Allah’tan (cc) geldiğini idrak etmiş olmak ve teslimiyet göstermek
Allah’ın (cc) kudretinin sonsuzluğunu ve kulların acizliğini anlamak
Yapılacak her işte Allah (cc) rızasını gaye edinmek
Hata ve şükürde ihmalkârlıktan pişmanlık duyarak tevbe etmek
Elden giden nimetlere ve karşılaşılan musibetlere rağmen insanlara karşı halim ve bağışlayıcı olmak
Musibetlerin olumlu yönlerini ve doğabilecek faydaları görmeye çalışarak ilahi takdire rıza göstermek
Şer gibi görünen hadisenin içindeki hayırdan dolayı şükürde ziyadede bulunmak
Nimetlerin ellerinden gitmesi ve karşılaşılan musibetlerin kişilerin önceki hata ve günahlarından vazgeçmelerine vesile olması
Başına musibet gelmiş benzer durumdaki başka kimselerin yanında olup onlara yardımcı olmak
Bazı nimetlerden mahrum kalınmaya ve musibete uğramaya rağmen sağlık, aile, dostlar ve huzur gibi başka nimetlerin mevcudiyetinin devam ettiğinin farkında olmak ve bunlar için şükrü daha da arttırmak
Verili nimetin geri alınmasında ân itibarıyla öngörülemeyen ve bilinmeyen faydaların olacağının bilincinde olmak
Mahrum kalınan nimetin yahut başa gelen musibetin kişide oluşacak kibir ya da zorbalık gibi kötü hasletlere engel olması
Tüm bunlara ek olarak yalnızca Allah’ın (cc) rızasını kazanmayı önemseyip önceleyerek dünyevi menfaatleri düşünmeden tevekkül ve teslimiyeti sürdürmek
Allah’ın (cc) kendileri hakkında hayır murad ederek toplum içerisinde ilim nimetiyle mümtaz/seçkin kıldığı ilim ehlinin de ilmini sırf dünyalık elde etmenin bir yolu olarak görmemesi ve ürettiği ilmî bilginin her şeyden değerli olacağını bilmesi gerekir, ki bu da verili nimete münasip bir şükür çeşididir.
Bugün yaşadığımız toplumda kendilerini ulemadan sayan kimi şeyh, hoca, seyda ve akademisyenlerin dünya mevkilerinde ilerlemek, daha fazla nüfuz sahibi olmak ve yeni ve daha büyük nimetlere erişmek amacıyla sıklıkla devlet/iktidar erkânından kimselerin kapısını gölgeledikleri herkesin malumudur. Kendilerini ulemanın önde gideni görüp öyle gösteren böyle kimselerin bu tutumları sebebiyle zaman içinde samimiyetleri kaybolmuş, istikametten ve doğru düşünce sisteminden uzaklaşmış, bildiklerini unutmuş, yeni bilgi üretemeyerek hakiki manada ilme herhangi bir katkıda bulunamamış ve ilimlerini arttıramamışlardır.
Böylece bu husustaki en kötü sonuç ortaya çıkmış ve ilmin ve ilimle uğraşan kimselerin küçük ve kusurlu görülerek kendileri hakkında suizan beslenilmesine yol açmışlardır.
Davud’un (as) şöyle dediği nakledilmiştir:
“ ‘Rabbim, ben sana nasıl şükredebilirim? Çünkü sana şükredişim bile senin, üzerimdeki yeni bir nimetindir.’
Bunun üzerine Allah (cc) şöyle buyurmuştur: ‘Ey Davud! İşte şimdi bana şükretmiş oldun.’ ”[5]
Öyleyse tevhid ve sünnet ehli her mümin de kendisine verili sayısız nimetle beraber, yürüdüğü mecrada emsal ve nitelik olarak kartal yumurtası misali nadir bulunan aylık irşad ve eğitim dergisi olan Tevhid ile her ay buluşuyor olma nimetinden ötürü çokça şükretmelidir.
Adanmışlık şuuruyla ilim, bilgi ve görsel üreten berrak zihinler ve mahir ellerin sahipleri de böylesi güzel ve -biiznillah- muştulanmış bir kervanda bulunuyor olmanın şükrünü kelam ve amellerinde takva, ihlas ve ihsan ile ifa ederek zinetlendirmeye çalışmalıdır.
Dünya hayatında türlü türlü nimetlerden fazlaca nasibdâr olmadığı hâlde bu duruma aldanmayıp ahiret hayatını, hizmeti, ilmi ve takvayı önceleyen seçkin kimselerin sayısı ise pek azdır:
وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ…
“…Kullarımdan şükredenler pek azdır.”[6]
Burada zikredilen “az”dan olmanın ayrıca şükür gerektirdiği aşikârdır.
[1] .Beyhakî, Şuabu’l İman
[2] .2/Bakara, 152
[3] .Bu durum istidrac ile karıştırılmamalıdır. İstidrâc; A‘râf Suresi’nin 182. ayetinde geçer ve “Allah’ın, âyetlerini yalanlayanları derece derece, sezdirmeden azaba doğru çekmesi, her yeni hata ve günahta yeni nimet ve imkânlar vererek azdırması, yavaş yavaş helake götürmesi” gibi manalara gelir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, 23/328-329)
[4] .14/İbrahim, 7
[5] .Kurtubi, El Camiu li Ahkâmi’l Kur’ân, C. 5
[6] .34/Sebe’, 13
İlk Yorumu Sen Yap