Nefsin Afetleri, İstismarı ve Marabalığı

Nefis, sözlük anlamı itibariyle ‘bir şeyin zatı olan, kendisi, hayat, öz varlık, can, ruh, asıl ve benlik’ gibi manâlara gelir. Istılahta ise; öfke ve şehvetin kaynağı olan nefsî kuvveti ifade eder. Günümüzdeki yaygın tabiriyle bir tür ego gücü de denebilir. Ego, esasen ben merkezli bir hayata hakim olan bir düşünce sistemidir. Hodbinlik, bencillik, egoizm, enaniyet ve kendini beğenmişlik, nefsî kuvvetin/egonun sonuçlarıdır ki; bu durum, hem şer’î şerifin, hem de fıtratın reddettiği bir hâldir. Kişinin fikrî yönelimi ve bedenin hissî istekleri de nefsin tanımı içerisinde değerlendirilebilir.

Her bir insan açısından nefsin mertebe ve çeşitleri bulunur. Bu mertebeler ve çeşitler insanoğlunun hem lehinde hem de aleyhinde olmak üzere kendini göstermektedir. Şer’î ve fıtrî ölçülerden uzaklaşan insan nefsini gerçek anlamda tanıyamadığından ve hilelerine muttali olamadığından nefsin afetlerine uğramış ve helake sürüklenme tehlikesiyle yüz yüze kalmıştır.

Aralarında bazı tasavvufçuların da olduğu bir kesim; mesele nefis muhasebesi ve tezkiye olunca, manastır keşişleri gibi nefisten (veya egodan) korunma adına onun tamamen yok edilmesi gerektiğini iddia ederler. İnsandaki nefis de, mizaç da, kişi hayatını sürdürdüğü müddetçe ölmez ve yok olmaz. Eğer nefis olmasaydı şu yaşadığımız alemde ne imtihan ne de mükellefiyet olurdu. Hayat devam ettiği sürece nefis de varlığını devam ettirir. Nefis tümüyle yok edilemez; fakat nefsi ilimle, imanla ve marifetle zayıflatıp kontrol altında tutmak en doğal ve mümkün olanıdır. Nefis bu durumda yenilmiş ve zayıflatılmış da olsa, kişinin imânî doygunluğuna ve kalp hâllerine göre zaman zaman harekete geçmesi ve ataklarda bulunarak iradeyi kısmen yahut tamamen ele geçirmesi her zaman için muhtemeldir. O hâlde kul, Allah’tan subhanehu ve teâlâ başka hiçbir şeye tüm kalbiyle meyletmemelidir. Bir kimse kalbinde ne zaman ki Allah’tan subhanehu ve teâlâ başkasına bir şeye güçlü bir yönelim bulursa, müflis, mahrum ve muhtaç birisine yönelip sığınmış demektir. Zahiren dünyevî bir fayda ve kazanım elde ediyor gibi görünse de, o kimse bilmelidir ki bu kapı kendisi için bir hile, ayartma ve istidrac[1] kapısıdır.

Bilinmelidir ki nefsin şiddetli bir düşman hâline gelmesi veya emre amâde bir köle olması, kişinin itikadî durumu, imânî doygunluğu ve kalp ahvaliyle ilgilidir. Şayet nefis, mümin kulun itikaden sağlam, imanî olarak doygun ve kalben mutmain olduğunu ve ubudîyet hususunda da ciddî olduğunu anlarsa, en sıkıntılı anlarında dahi onunla bereber olur. Bu durumda kişi, nefsinin üzerinde emir ve hakim konumuna geçer. Fakat aynı nefis, kişinin itikaden müzebzeb[2], imanî olarak mütereddit ve kalben marazlı olduğunu anlarsa, o kimse nefse ne kadar boyun eğdirmeye çalışırsa çalışsın bunda başarılı olamayacaktır. Nefis de daha önce esir ve yenik durumdayken o saatten sonra buyurgan ve yön verici bir pozisyon elde eder.

Nefis; esasen doyumsuz bir mizaca sahiptir. Nefsin doyumsuzluğunun biri Rahmanî, diğeri de şeytanî olmak üzere iki yönü vardır. Bu, tıpkı bir bıçağın, hem kesimi helal kurbanlık bir hayvanın boğazlanmasında, hem de masum bir insanın boğazlanması gibi ağır bir cinayette kullanılabilmesine benzer. Bu manâda bütün insanlar iki sınıftır. Ya nefs-î emmareye (kötülüğü emredici nefse) teslim olmuş zayıf karakterli zavallı bir biyolojik varlıktır ya da nefislerini kâmil iman, salih ve muslih amel ve üstün ahlak ile temizlemeye çalışan ve nefsini kendi iradesine boyun eğdirebilecek ölçüde kalben güçlü mümindir.

Mümin kul, nefsini zaptu rapt altına alarak Allah’a takdim ettiği ubudiyette onu da bir binek hâline getirdiğinde Allah subhanehu ve teâlâ ile münasebetini daha sağlıklı ve sağlam bir zemine oturtmuş olur.

Mümin kişi için nefis; kendisini Allah’ın subhanehu ve teâlâ gazabına ve azabına doğru sürükleyen bir düşman iken, tezkiye edilmeye çalışmakla onun için ubudîyette yoldaş ve yaren hâline gelmesi umulur. Nefsin tezkiyesi mutlak manâda ak-u pâk olmak şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira insan her ne kadar cehd-u gayret gösterse de, nefsini mutlak manâda ve mükemmel bir şekilde tezkiye etmeye güç yetiremez. Esasen böyle bir şey ile de mükellef kılınmamıştır. Şeyhu’l İslam İbn Teymiye rahimehullah bu hususla ilgili olarak şöyle der:

‘…Nefis lağım kuyusuna benzer; o kuyuyu ne kadar kazsan da dibi görünmez ve temizlenmez. Fakat bu kuyunun ağzını kapatacak şekilde bir kapak yapıp örtebilirsen bunu yap ve eşelemekten vazgeç. Sen asla bu kuyunun dibine ulaşamazsın, kazıp eşeledikçe de dibinden yeni şeyler çıkar.’

Nefis tezkiyesi; nefsi, kişinin iradesini kontrol altına alamayacak ölçüde şehvet, hırs, tamah, öfke, mal tutkusu vb. arzu ve isteklerinden vazgeçirerek zayıflatıp, sahibine itaat edecek hâle getirmeye çalışmakla daha kolay ve mümkün olur.

Kimlik Oluşumunda Nefsin Etkisi

İnsan, yaradılışı itibariyle hem melekûtî, hem de hayvanî istikamete yönelebilen bir varlıktır. Her yeni doğan insan, fıtrat üzere ve tabiri caizse iki ‘geçici kimlik’le dünyaya gelir. Bu iki ‘kimlik’ kişinin ileriki hayatında farklı sıfatlarla ifade edilebilen gerçek bir kimliğe dönüşür. Mümin, kafir, muttaki, facir isimleri de inanç ve karakter olarak temyiz çağıyla beraber edinilen (hâl itibariyle) aslî hüviyetlerdir.

Nefis terbiyesi, tezkiyesi ve tahlîyesi[3] hususunda samimi ve sürekli gayretlerle ciddî bir mesafe kaydedebilen muvahhid bir mümin işte bu hâliyle melekutî ve hayvanî konumlar arasında insana özgü mutedil bir istikamet üzere istikrar bulur.

Muvahhid mümin o kimsedir ki; nefsinden hiçbir zaman razı olmaz, bizzat kendi öz nefsi hakkında kötü zan besler ve haşyet duyarak ihsânı elde eder. Selef imamlarının eserlerinde de bu hususla ilgili birçok nakil vardır.

‘Şüphesiz ki kişinin afeti, nefsinden razı olmasıdır. Kim nefsine, onun herhangi bir şeyini güzel görerek bakarsa kendisini mahvetmiştir. Nefsini sürekli bir şekilde itham etmeyen ise gerçek bir aldanış içerisindedir.’ [4]

Bâtıl arzular (umniye) ve nefsini hoş görüp ondan razı olmak, müflislerin sermayesidir. Kişi Allah’a subhanehu ve teâlâ müteveccih kılmak dışında, kalbiyle eğer başkaca herhangi bir şeye meylederse hakiki manâda o şeyden de mahrum bırakılır. Kul mesela kalben Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasını ve dinine hizmet etmek dışında bir amaçla ilme meylederse ilmin izzeti, saygınlığı ve aydınlatıcılığından mahrum bırakılır. Bu durumda belki bir sıfat/etiket sahibi olur ama kimlik ve mürüvvetten mahrum kalır.

Allah subhanehu ve teâlâ nefsin arındırılmasıyla beraber kalp katılığının giderilmesi ve ahlakın güzelleştirilmesini de büyük ölçüde kulun cehd ve gayretine havale etmiştir. Kulu, korkutmak ve sakındırmak suretiyle nefis ‘kuyu’sunu gücü ve nasibi nisbetinde arınmaya teşvik edip yöneltmiştir.

Nefis kaynaklı kötü huylar, arızalar ve alışkanlıklar asıl itibariyle arızîdir.[5] Bunlar ne kadar kökleşmiş olsalar dahi ıslah edilebilir ve değiştirilebilir türdendir. İnsan, nefsin arıza ve afetlerinden, içinde doğup büyüdüğü aileden aldığı terbiyeyle, eğitimle, yaşadığı çevrenin etkisiyle ve bizzat kendi kesbiyle korunabilir. Hayvanların dahi alışkanlıkları değişebildiğine göre, yaratılış itibariyle mahlukatın en şereflisi olan insanın alışkanlıklarının değişmesi gayet tabii mümkündür. Mesela hayvanlardan, gündüz yırtıcı kuşu doğanın bazı türleri, vahşi yaşamdan alışılmışlığa nakledilebilmektedir. Köpek, bazı cinslerinin saldırganlığından ve yemesinin oburluğundan eğitilmeye ve yememeye (misalen avı sahibine bırakmaya) alışabilmektedir. Her biri bir tonun üzerinde bir ağırlıkta olan at, serkeşlikten uysallığa ve itaate alışabilmektedir. İnsan nefsinin iyiliğe ve hayra yönelik değişimi ve ıslahı daha kolaydır. Bunun için ciddi bir gayret, zaman ve güçlü bir irade gereklidir.

Tabiatların farklı olmasından ötürü kimi insan nefis terbiyesini çabucak kabul eder, kimisi ise bunun için belki de çok uzun yıllar uğraşmak zorunda kalabilir. Bunun bir sebebi de kişide var olan şehvet, öfke ve gurur kuvvetinin her bir insanda farklı olmasıdır.

İfrat ve Tefrit Arasında Nefis Terbiyesi(!)

Konunun başında değindiğimiz gibi nefiste varolan hassaların tamamen yok edilmesi hem şer’î şerife, hem de fıtrata aykırı olmakla beraber esasen mümkün de değildir. Her bir hassanın birçok amacı ve hikmeti vardır.

Nefsin temel hassaları olan şehvet ve öfkenin olmadığı bir hayatın sürmesi mümkün değildir. Şer’î ve fıtrî ölçüler korunduğunda nezih bir hayatın bu iki hassa etrafında döndüğünü görürüz. Bunların bütünüyle yok edilmeye çalışılması demek, insan neslinin helak edilmesi demektir.

Hristiyan keşişler bizzat tahrif ettikleri dinlerine göre nefsî riyazete yoğunlaşarak dünyayı tamamen terk yoluna yöneldiler. Bu yönelimleri esasen dünyayı amaçlayıp ahireti unutan Yahudilerin sapkın inançlarına karşı ortaya koydukları tepkisellik ve bir başka sapkın reaksiyondu. Her iki uç da nefsi ve nesli helak edici yıkıcılığın temelidir.

Yahudileşme temayülünün arttğı bir dünyada Firavun’unkinden daha beter zulümlerin yaşandığı malumdur. Nefsî riyazet adı altında İslam coğrafyasında yaygınlaştırılan sapkın tasavvuvçuluğun görünen sonuçları da tam anlamıyla bir yıkımdan ibaretttir. Bu anlamda tasavvufçulukta nefsin temel hassaları olan şehvet ve öfkede ifrat ve tefrit hâli vardır.

‘Şehvet’ itibariyle bazı tasavvufçu tarikatların içinde bulundukları durum, toplumdaki yahudileşme temayülünün ibretlik bir belgesi mahiyetindedir. Nefsî riyazet iddiasıyla toplum içerisinde kök salmış tasavvufçu tarikatlardan kimisinin sahip olduğu ticarî şirketlerden bazılarının ülkenin en büyük iktisadi kuruluşları arasında yer bulması ifratın uç noktasıdır. Bu hâl nefsî tezkiye değil, Şeyhu’l İslam’ın tabiriyle ‘nefsin lağım kuyusu’nda boğulma tehlikesinin alarmıdır.

Nefis terbiyesi adı altında nefsin diğer temel hassalarından olan öfkenin şer’î ölçülere aykırı bir biçimde kontrol altına alınarak minimize edilmesinde de şer’î bir gaye ve maslahatın bulunduğunu söylemek pek de mümkün değildir. Eğer İslam coğrafyasında yaşayan halkların tamamı üzerinde tasavvufçuların, demokratların ve batıcıların istediği kıvamda bir öfke kontrolü gerçekleşmiş olsaydı ‘ümmet’ coğrafyasında emperyalist (yerli veya yabancı) işgalci küffara karşı hiçbir muvahhid mücahidin şu an izzetli cihad farizasını yerine getirmiyor olması gerekirdi. Çünkü eğer öfke iddia edildiği gibi, afetlerinden korunmak amacıyla tamamen ortadan kaldırılmaya çalışılırsa bu durumda insan bizzat kendi öz nefsini, nesilleri ve ekinleri helak edici tehdit ve tehlikelere karşı savunma yapmaktan bile aciz kalır. Allah subhanehu ve teâlâ müminleri “…kafirlere karşı şiddetli kendi aralarında merhametli…” [6] olarak vasıflandırmaktadır. Halbuki şiddet ancak öfkeden doğup meydana gelmektedir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler…” [7] Dikkat edilirse öfkelerini yok ederler veya tamamen bitirirler ifadesi kullanılmamaktadır.

Nefsin en büyük afetlerinden birisi de, hiç şüphe yok ki kişinin bizzat kendi öz nefsini müminlere zarar verici istikamette istismara açık hâle getirmesidir. Bu istismarın bir yönü itikadla, diğer yönü ise karakterle ilgilidir. Zahiren muvahhid bir mümin olarak görünmekle beraber kalben bambaşka bir alemde küfrün farklı tonlarındaki envai güç odaklarının uzantılarıyla gönüldaşlık ve işbirliği yapmak bunun en tehlikeli hâlidir. Şüphesiz ki böyle bir hâl tarih boyunca müminler nezdinde de, indallahta da hoş veya mazur görülebilir bir şey olmamıştır.

Dünya siyasetine ve ekonomisine yön veren güçlü devletler, etkileri ve dolaylı olarak da olsa kontrolleri altında bulunan birçok ülkede siyasal ve ekonomik hegemonyayla beraber askerî üs de kurarlar. Bu üsler aynı zamanda birer istihbarat ve fesat merkezidir. Kurdukları bu iğrenç sistemle sözkonusu ülkede perde gerisinde neler olup bittiğine dair en taze ve sahih bilgiler elde edip kendi ulusal çıkarları için etkin bir biçimde kullanarak o ülkenin geleceğini adetâ ipotek altına almaya çalışarak nesilleri helak edici aşağılık politikalar üretmeye çalışırlar. Bu örnekteki en vahim mesele ise, hedef ülkenin halkından birkaç şeytanî hileyle kısa sürede ayartılabilen zayıf karakterli ve hain tıynetli zavallıların da yabancı veya yerli İslam düşmanı güçlere kolaylıkla ve canı pahasına neredeyse bedavadan marabalık yapmayı kabul edebiliyor olmalarıdır.

Bizzat kendi öz nefsini başka güç odaklarının istismarına açık hâle getirmekle nefsin en büyük afetlerinden birine uğramış bir kimsenin durumu da biraz buna benzer. İtikadının temeli dilinde ve karakterinin ‘fiyat’ı da kendisine vaad edilen boş kuruntular olan bu mürüvvetsizler, tarihin her döneminde kullanılmışlar ve işleri bitince de ‘Kullan, işin bitince de at!’ şeklinde, taharet peçetesi muamelesine tabi tutulmuşlardır

Mümin Ferasetin Ufkunda, Münafık İse Nefsin ‘Foseptik Çukuru’ndadır

Nefsin afetleri konusu gündeme her geldiğinde işte bu müşrik marabası münafık tiplerin de gündem olması gayet doğaldır. Zira geçmişten günümüze hemen hemen her devirde özellikle de muvahhid toplum bu tür problemlerle yüz yüze kalmıştır. Hem geçmişte yaşanmış tecrübeler, hem de Allah’ın subhanehu ve teâlâ mümine verdiği ferasetten dolayı bu türden bir fesada bulaşmış müraî ve münafık tipler hem dünyada rüsvay olmuşlar, hem de ukbâda kesin olarak ziyana uğrayanlardan olacaklardır. Yerli yahut yabancı tüm şer ve şirk odaklarının profesyonelce taktikleri, müthiş planları ve acem oyunları olabilir, vardır da. Müminlerde de Allah’ın inayetiyle feraset ve tecrübe vardır.

Ebû Said el-Hudrî’den radıyallahu anh rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,

“Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.” buyurdu ve ardından, “Elbette bunda feraset sahipleri için ibretler vardır.” [8] ayetini okudu.[9]

Ebu Said’in radıyallahu anh rivayet ettiği hadis-i şerifte de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Tökezlemeyen, halîm (akıllı) olmaz; tecrübe edinmeyen hakîm olmaz.” [10]

Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem feraset ve fetanet sahibi olması, anlayış kabiliyeti ve üstün zekâsı ile içinden çıkılmaz gibi görünen birçok karmaşık meseleyi çözmüş ve istikbale dair isabetli öngörülerde bulunmuştur. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem, bir arada yaşadığı münafıkları işte bu özellikleriyle beraber, onları devekuşu misali saklamaya çalıştıkları hâlde ondan gizleyemedikleri hâl ve davranışlarından ve ağız kalabalıklarından tanıması, onun ferasetini, yüksek idrak kuvvetini ve üstün yeteneğini göstermektedir.

Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“… Andolsun, sen onları, konuşma tarzlarından da tanırsın. Allah, yaptıklarınızı bilir.” [11]

Feraset (veya Firâset); zihin uyanıklığı ve bir şeyi çabucak anlama yeteneğidir. Bir topluluk içerisinde herhangi bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünün ‘defteri’nden anlamaktır firâset. Mümindeki ferasetin bir çeşidi de sebebini anlamadan ve ilhâm eseri olarak hissedilen seziştir. Diğer bir çeşidi ise, farklı karakterleri ve kişilik özelliklerini tanımak sonucunda ortaya çıkan bilgiyle hâsıl olan tecrübî bir hâldir. Kalbi selim, ameli salih ve bir davetçi olarak aynı zamanda muslih olan bir mümin de, tıpkı muvahhid ve ilmiyle amil bir alimin Peygamber varisi olması gibi, bu hususta Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem varisi olmaya namzettir. ‘Allah’ın nuru’yla bakan muvahhid bir müminin ferasetinden, nefsinin dipsiz gayyasında dibe batmakta olan imân ve mürüvvet mahrumlarının daha çok endişelenmeleri gerekir.

Bizzat kendi öz nefsini nifak yoluyla, Tevhid davetine ve muvahhid davetçilere düşmanlıkta ahlakî hiçbir sınır tanımayan küfür ve şirk odaklarının istismarına açık hâle getirerek nefsin en büyük afetlerinden birine maruz bırakan münafıklar için acil ve öncelikli olan; nefis tezkiyesi değil, nefsini ins veya cin şeytanlara kulluk zilletinden kurtararak Allah’a subhanehu ve teâlâ kulluk izzetine ve gerçek özgürlüğe kavuşturmaya gayret etmektir.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ nuruyla bakan müminin feraseti her zaman ve her çeşit münafık ve müraî tipler için korku ve endişe sebebi olmuştur.

Kalbi selim, ameli salih ve aynı zamanda muslih olan mümine feraset nimetini bahşeden Allah’a hamd ederiz. Allah’ın salât ve selamı Efendimiz ve dostumuz Muhammed’in, pak ehlibeytinin ve seçkin ve saygıdeğer ashabının üzerine olsun.

 

[1]        .     İstidrac: Ehil değilken, hakkı yokken, hakiki değeri de olmadığı hâlde ve yeteneksizliğine rağmen bir kimsenin büyük çapta mal ve mülk sahibi olması, yahut yüksek makamlar elde etmesi ve bu nedenle kişinin Allah’ın gazabına ve azabına yaklaştırıcı küfür, isyan ve tuğyana devam etmesi hâli.

 

[2]        .     Müzebzeb: Elinden iş gelmez, bir şeye kesin karar veremeyen, beceriksiz. İki arada bir derede kalanın hâli.

 

[3]        .     Tahlîye: Nefsin arzu ve isteklerinden tathir edilip temizlenmesinden sonra ibadet, taat, ilim ve güzel ahlakla tezyin edilmesi/süslenmesi.

 

[4]        .     İbn Kayyım, Medaric-2. Cilt

 

[5]        .     Arızî: Aslî, zatî ve esastan olmadığı hâlde sonradan ortaya çıkıp taallûk eden. Mesela ilim insanda aslî değil, sonradan elde edilen arızî bir hâldir.

 

[6]        .     48/Fetih, 29

 

[7]        .     3/Âl-i İmran, 134

 

[8]        .     15/Hicr, 75

 

[9]        .     Tirmizi,Tefsiru’l Kur’an,15; Taberani, Mucemu’l Kebir,8/102

 

[10]       .     Tirmizi, Birr, 86; Buhari, el-Edebü’l-müfred, 199

 

[11]       .     47/Muhammed, 30

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver