Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem daveti karşısında şaşkın ve çaresiz kalan Mekkeli müşrikler çeşitli adımlar atarak bu süreci sekteye uğratmaya çalıştılar. Geçen yazımızda davetin daha güvenli bir şekilde yapılmasında büyük katkısı olan Ebu Talib’e yapılan baskıları zikretmiştik.
Mekkeli müşrikler farklı zamanlarda Ebu Talib’e gönderdikleri heyetlerden istediklerini elde edemeyince Allah Rasûlü ile bizzat görüşmek istediler. Ve Utbe bin Rabîa’nın önerisiyle Peygamber’e bazı teklifler götürmeye karar verdiler.
Önce siyer kitaplarında yer alan bu rivayeti okuyalım sonra da bazı noktalara değinelim.
Müşrikler Allah Rasûlü’nün daveti karşısında ne yapacaklarını konuşur iken Utbe bin Rabîa söz aldı ve şunları söyledi:
‘Vallahi, ben şiir, kehanet ve sihrin her çeşidini işitmişimdir ve bunlar hakkında bilgilere vakıfım. Ben kalkıp Muhammed’in yanına varayım. Onunla konuşup kendisine bazı şeyler teklif edeyim. Hangisini kabul ederse, istediğini kendisine veririz. Bu sayede artık bizimle uğraşmaktan vazgeçer.’
Diğer müşrikler de bu öneriye onay verince Utbe kalktı ve tekliflerini sıralamak üzere Allah Elçisi’nin yanına vardı.
‘Ey Kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki; kabile içinde aramızda şeref ve soyca üstün birisin. Fakat kavminin başına büyük bir iş getirdin. Onların topluluklarını dağıttın.Akıllarını akılsızlık saydın.Onların dinlerini ve ilahlarını ayıpladın. Onunla babalarından gelmiş geçmiş olanları tekfir ettin. Ey Muhammed! Sen mi daha hayırlısın yoksa Haşim mi? Sen mi daha hayırlısın yoksa Abdulmuttalib mi? Sen mi daha hayırlısın yoksa Abdullah mı? Eğer bu kişilerin daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, bunlar senin ayıpladığın ilahlara tapıyorlardı.’
‘Biz hiçbir zaman kavmine senden daha uğursuz gelen bir kimse görmedik. Topluluğumuzu dağıttın. İşimizi karıştırdın. Araplar içerisinde bizi rezil ettin. Kureyşliler içinde bir sihirbaz, bir kâhin türemiş, dedirttin. Vallahi biz kılıçlarımızla birbirimizi yok etmeye kalkışacağımız, çığlık koparılacak andan başkasını beklemiyoruz.
Gel sen beni dinle. Sana bazı şeyler teklif edeceğim! Onların üzerinde dur, düşün! Belki bazılarını kabul etmek işine gelir.
Ey Kardeşimin oğlu! Eğer mal elde etmek istiyorsan, en zenginimiz oluncaya kadar senin için mal toplayalım.
Eğer, şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni üzerimize efendi yapalım ve sensiz hiçbir işe karar vermeyelim.
Eğer kral olmak istiyorsan, seni kendimize kral yapalım.
Eğer bu sana gelen şey sana görünüp de kendinden uzaklaştırmaya güç yetiremediğin bir cin işi ise seni tedavi ettirelim.’
Bu sözler üzerine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
“Ey Ebû’l Velid! Söyleyeceklerini bitirdin mi?” diye sordu.
Utbe ‘Evet’ deyince, Peygamber “Sen de şimdi beni dinle” dedi ve Fussilet suresinin ilk on üç ayetini okudu.
“Hâ. Mîm. (Kur’an) rahman ve rahim olan Allah katından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir kavim için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız! De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay hâline! Onlar zekatı vermezler; ahireti inkâr edenler de onlardır. Şüphesiz iman edip salih amel işleyenler için tükenmeyen bir mükâfat vardır. De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti. Sonra duman hâlinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de ‘İsteyerek geldik’ dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, aziz, alim Allah’ın takdiridir. Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: İşte sizi Âd ve Semûd’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum!” (41/Fussilet, 1-13)
Utbe bin Rabîa, Allah Rasûlü’nü susturarak hemen yanından uzaklaştı. Kendisini heyecanla bekleyen arkadaşlarının yanına döndü ve şöyle söyledi:
‘Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Siz bu işi bana bırakın. Şu adamı üzerinde durduğu şeyle başbaşa bırakın. Aradan çekilin. Ondan uzak durun. Vallahi, kendisinden dinlemiş olduğum söz büyük bir haber olacaktır.
Eğer onu Araplar öldürürlerse sizden başkasıyla onun hakkından gelmiş olursunuz. Eğer o Araplara hâkim olursa onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefinizdir.’
Utbe bin Rabîa’nın getirdiği teklifleri toparlayacak olursak mal, kadın, şeref ve mevki olduğunu görürüz. Fakat biraz düşünüldüğünde aslında Mekkeli müşriklerin Peygamberin bunları kabul etmeyeceğini en iyi bilecek kişiler olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Neden? Mesela, mal, servet teklifi üzerinde duralım. Vahiyle bu kadar içli dışlı olan ve muhataplarına sürekli şu ayetleri okuyan bir Peygamberin mal ve servet talebi karşısında olumlu bir yaklaşıma gireceğini kim iddia edebilir?
“Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.” (26/Şuara, 180)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem daha 25 yaşında şeref ve yakışıklılığı ile istediği kadınla evlenebilecek durumda iken 40 yaşında dul bir kadını tercih etmişti. Böyle birisine kadın teklif edilmesinin nasıl bir mantığı olabilir. Müşrikler bu tekliflerine ret cevabı alacaklarını bilmiyorlar mı idi?
Allah Rasûlü’ne şeref vaad ediyorlar. Mekke toplumunun en aşağı tabakaları olan köle ve kadınlara davetini ulaştıran ve en yoğun katılımı onlardan olan bir Nebinin şeref vaadiyle davetinden yüz çevirmesi nasıl beklenilebilir?
Peki Mekkeli müşrikler bu gerçekleri bilemeyecek kadar çapsızlar mı idi? Bilakis onlar sadece Mekke’ye değil, Kabe ve içindeki putlar vesilesi ile koca bir Arap yarımadasına yön veriyorlardı. Ekonomiyi kurdukları panayırlar ile ellerinde tutuyorlardı. Etraflarındaki devletler ile Arap yarımadasının dinî ve siyasi lideri olarak onlar muamele ediyorlardı.
Öyleyse burada müşriklerin farklı bir amacı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Mekkeli müşrikler bu tekliflerinin hiçbirisinin kabul olmayacağını bilmekle beraber bir an bile olsa Allah Rasûlü’nün ortamını ve gündemini değiştirmek istiyorlardı. Allah Rasûlü sürekli vahiyle muhatap idi. Ayetleri ashabına ulaştırıyor, onlar ile beraber hikmet damlaları üzerine tefekkür ediyordu. Sahabeler geçmiş kavimlerin kıssalarını okuyarak karşılarındaki müşriklere bakıyor, onların ve kendilerinin akıbetlerini düşünerek Rabblerine tevekküllerini arttırıyorlardı.
İşte müşriklerin bozmak istedikleri hava bu idi. Bir an bile olsa sıraladıkları dünyevi gündemlerin Peygamberin ve ashabının hayatlarında dillendirilmeye başlamasının bile ciddi etkiler doğuracağını çok iyi biliyorlardı. Çünkü şu bir hakikattir ki sırat-ı müstakimden en ufak bir sapma dahi olduğu hâl ile kalmaz. Taviz tavizi doğurur. Sebatın sebatı doğurduğu gibi.
Bu mevzu üzerine Müslümanların çok iyi kafa yormaları gerekir. Çünkü insi ve cinni şeytanlar sürekli tuzaklarını güncellemektedirler. Ve gerçekten onların tuzakları çok çetindir.
“Onlar tuzaklarını (hilelerini) kurmuşlardı. Ve onların tuzakları (hileleri) Allah’ın indindedir (Allah onların tuzaklarını bilir), onların tuzakları (hileleri), dağları yok edecek (güçte) olsa bile…” (14/İbrahim, 46)
Günümüzde genel itibarıyla kimseye Peygambere teklif edilenlerin teklif edildiğini söyleyemeyiz. Ancak mal, şehvet, mevki vb. şeylere ulaşımın yolu kolaylaştırılıyor. Öyle ki Müslümanlar bunlara değmeden hayatlarını sürdürmekte zorlanıyorlar. Kendi inandıklarından taviz verip de bu yollara sapanlara tağutlar dünyanın kapılarını sonuna kadar açıyorlar. Tekliflere, çağrılara icabet etmeyen, tağutlara Peygamber gibi sadece vahiy ile karşılık verenler ise çeşitli lakaplar takarak her ortamda afişe ediliyor.
Müslüman önüne serilen dünyanın güzellikleri karşısında gündemini bunlar ile doldurmamalı ve davasını asla pazarlık konusu yapmamalıdır. Ona vaad edilenlerin geçici dünyadaki sahte tatlar olduğunu unutmamalı, bâki olanın Rabbinin yanında bekleyen nimetler olduğunu hatırından çıkarmamalıdır.
Davamızın sonu; âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.
İlk Yorumu Sen Yap