İslam’ın cemaatle namaza vermiş olduğu önem herkesin malumudur. Ancak İslam cemaat namazına önem verdiği gibi namaza asıl değeri veren huşu ve ihlas gibi mefhumlara da önem vermiştir. İhlas ve huşunun ise cemaatle beraber kılınan bir namazda muhafaza edilmesi zordur. Buna rağmen şeriat, cemaatle kılınan namazın münferid olarak kılınan namazdan derece olarak üstün olduğunu, cemaatle namazdan ancak münafıkların geri kalacağını söyleyerek cemaat namazına teşvik etmiştir.
Neden?
Çünkü cemaatle kılınan namaz ile elde edilecek birçok maslahat mevcuttur. Özellikle günümüzde çok fazla önemsenmeyen ancak dünyevi ve uhrevi açıdan birçok faydayı kendisinde barındıran emir-itaat noktasında bu maslahatları görmek mümkündür.
Cemaatle namazı dikkatle incelersek aslında bize emir-itaat noktasında birçok şeyi öğrettiğini görürüz. Sanki İslam bize cemaat namazıyla birlikte, minyatür olarak olması gereken yaşam tarzını gösteriyor.
Cemaat namazında imam tektir; herhangi bir ikilik sözkonusu değildir. Cemaat namazında sadece imamdan çıkan tekbir sesiyle hareket edilmekte, onun secdesi ile secde edilmekte ve onun rükusu ile rüku edilmektedir.
İmam ile beraber hareket edilmediği zaman ise şeriat bunu imama muhalafet olarak isimlendirmiş ve bu fiili bir hayvana benzetmek suretiyle şiddetli bir şekilde kınamıştır.
“Sizden biri, rüku ve secdede başını imamdan önce kaldırdığı zaman Allah’ın, onun başını eşek başına veya suretine çevireceğinden korkmaz mı?” (Buhari, Müslim)
Cemaat namazı ile elde edilen bu maslahat, Müslümanların yönetim şuurunu idrak etmeleri ve hayatlarını buna göre tanzim etmeleridir.
Yönetim şuurunu İslam’ın istediği şekilde anlayan topluluğa baktığımızda ise onların eşsiz bir örneklik ortaya koyduklarını görmekteyiz. Onların hayatlarından birçok örnek vermek mümkündür.
İbni Kesir rahimehullah, Tevbe Suresi’nin başında İbni İshak’tan şöyle rivayet ediyor; “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, hicretin dokuzuncu yılında hacc için Ebu Bekir’i radıyallahu anh emir olarak görevlendirdi. Arkasından Tevbe Suresi’ni duyurmak için Ali’yi radıyallahu anh gönderdi. Ali bin Ebi Talib, Rasûlullah’ın ‘adba’ adındaki devesiyle yola çıktı ve Ebu Bekir’e yetişti. Ebu Bekir ona ‘Emir misin, memur musun?’ diye sordu. Bunun üzerine Ali ‘Memurum’ diye cevap verdi ve yola devam ettiler.”
Yani Ebu Bekir radıyallahu anh ona demek istiyor ki; ‘İkimizin bu insanların başına emir olması mümkün değildir. Sen emir olarak geldiysen, bana emret. Yok eğer memur olarak geldiysen ben sana emredeyim.’
Bu kıssa sahabenin bu meseleye ne kadar önem atfettiğini gösteren kıssalardan sadece bir tanesidir.
Bu kıssalardan en çarpıcı olanı ise Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem vefatı esnasında cereyan eden olaydır. Rasûlullah vefat ettiğinde sahabe iki grup halindeydi. Bir grup Rasûlullah’ın defin işlemleri ile uğraşıp O’nun yasını tutuyordu. Bir grup ise kendi aralarında devletin yöneticisinin kim olacağı konusunda istişare ediyordu.
Olaya duygusal yaklaşıp ‘Nasıl Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem daha yeni vefat etmişken bu tür meselelerin peşine düşerler?’ demekte acele etmeyin. Olaya duygusal olarak yaklaşmak mümkündür. Ancak bu yaklaşım İslam’ın ciddi derecede önem atfettiği meselenin gözardı edilmesi manasına gelmektedir. Bu mesele ise şüphesiz ‘imaret’ demiş olduğumuz meseledir.
Sahabenin o esnadaki bir duygusallığı bütün bir ümmeti cahiliyenin başıboşluğuna götürecek, deyim yerindeyse cahiliyenin hortlamasına sebebiyet verecekti. Ama sahabe ağlayıp sızlanmayı bir kenara bırakıp şeriatın asıllarına göre hareket etti ve İslam, Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem sonra da altın çağlarını yaşadı.
O anki bir tereddüt ve duygusallık bütün bir ümmeti kuşatacak bir kargaşaya sebebiyet verebilirdi. Buna Ali’nin radıyallahu anh dönemini örnek olarak verebiliriz. Muaviye’nin radıyallahu anh bir anlık Ali ile imaret meselesinde çekişmesi bugün bile içinden çıkılamayan krizlere sebep olmaktadır.
Bunları yan yana koyduğumuz zaman bu meselenin çok mühim bir mesele olup, öyle arka plana atılabilecek bir mesele olmadığını Allah’ın subhanehu ve teâlâ izniyle anlamış olduk.
Sahabe imaret meselesini Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem çok iyi öğrendi ve yaşantıda tam bir şekilde tatbik etti. Bu sebeple İslam, imaret veya hilafet demiş olduğumuz sistemin gerektiği gibi uygulandığı zamanlarda en parlak devrini yaşamıştır. Lakin daha sonra dengeler alt üst olmuş ve Müslümanlar için bu mesele önemini yitirmişti.
Peki, bu nasıl oldu?
İslam beldeleri kafirler tarafından işgal edilmeye başlayınca Müslümanlarda kafirlere karşı bir kompleks oluşmaya başladı. Bu kompleks onları, bir takım durumları kafirlere izah etmeye sevketti. İşe, kafirlerin akıl ölçülerini öğrenmek ile başladılar. Yani ‘Kafirler neyi nereye kadar ve nasıl kabul ediyorlar?’ şeklinde özetleyebileceğimiz bir ölçünün peşine düştüler. Bu ölçüleri öğrendikten sonra İslam’ın onların akıl ölçülerine uygun olan kısımlarını ön plana çıkarıp ‘İşte İslam’da bunlar da vardır.’ dediler. Bu gibi sözlerle sanki İslam’ın bir beşerin onayına ihtiyacı varmış gibi ilginç bir hale büründüler. Ama kafirler araştırıp baktılar ki İslam’da onların akıl ölçülerine uymayan şeyler de var ve dediler ki bu kompleksli sözüm ona Müslümanlara ‘Ama bunlar da var sizin dininizde…’ Bu defa bu Müslümanlar(!) kafirlerin getirdiği bu şeylere ‘Bunlar daha sonra birileri tarafından İslam’a sokuşturulmuş şeylerdir’ dediler ve birçok şeyi inkar etmeye başladılar. Ve en sonunda fazla aşağılık kompleksinin bir sonucu olarak egolar sahaya çıktı ve bu insanlar ‘Ben diyorum ki’ gibi cümleler ile dinin meselelerine yaklaşmaya başladılar.
‘Ben diyorum ki’, ‘Bence’, ‘Benim fikrime göre’ gibi cümleler kurulduğu zaman ise bireysel din demiş olduğumuz şey ortaya çıkmış ve İslam’ın çok büyük önem atfettiği cemaat, imaret, hilafet, emir, itaat gibi mefhumlar arka plana atılmış oldu. Çünkü bu fikirde olan bir insanın başkasına itaat etmesi mümkün değildir.
Meselenin en vahim boyutu ise bugün Müslümanlar bu tiynette olan insanların kitaplarıyla beslenmektedirler. Bu muhafazakar mütefekkir aydınların kitapları ise daima bireysel dini, hür/cahilî düşünceyi önplana çıkaran, ‘Sen ve aklın herşeyi başarabilirsin başkasına ihtiyacın yok’ alt mesajını inceden inceye veren kitaplardır.
Bu düşünce yapısı ile bir emirin olmasının gerekliliği gerçeğinin bir arada bulunması mümkün olabilir mi?
Bu sebeple bu meselenin Müslümanların arasında tekrar ihya edilmesi gerekir.
Burada birileri şöyle bir itirazda bulunabilirler: ‘Osmanlı İmparatorluğu, hilafet ile yönetilen bir devletti. Fakat dünya devletleri arasında tutunamadı ve yıkıldı. Hani bu sistemin uygulanması parlak bir devrin yaşanması manasına geliyordu! Demek ki bahsettiğiniz bu sistem o kadar da iyi bir sistem değildir.’
Bu tür bir delillendirme yoluyla(!) Osmanlı üzerinden İslami yönetimin zararlarını serdeden insanlara elbette söylenebilecek birçok cevap mevcuttur. Ancak bu soruya cevap verilmeden önce şu sorunun cevabının bilinmesi gerekir: ‘Osmanlı gerçekten İslam’ın öngördüğü hilafet sistemine sahip bir devlet miydi veya İslami bir devlet miydi?’
Osmanlı Devleti’ni bir devlet olarak ele aldığımız zaman hilafet sisteminin aslında sadece isimden ibaret olduğunu, hakikatte ise sultanların, padişahların keyfî idarelerine tâbi bir devlet olduğu anlaşılmaktadır. Devlet olarak uygulamalara bakıldığında Osmanlı’nın gayri İslami olan bir devletten farkı olmadığı görülecektir. Mesela;
Osmanlı, Peygamberlerin mücadele ettiği putperestlik anlayışını kabirler vasıtası ile ihya eden bir devlettir. Her caminin yanına kabir yaparak Osmanlı, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem mücadele ettiği şirk düzenini yeniden ihya etmiş ve kabirperestlik günümüz Türkiye’sinin vazgeçilmez bir şirki haline gelmiştir.
Sarayın içinde olanlara göz gezdirdiğimizde ise olayın feci boyutu ile karşı karşıya kalmaktayız. Oradan buradan toplanmış bir takım kadınları ‘harem’ adı verilen bir yere kapatıp padişahın zevkine servis eden ve bunu sistem haline getiren bir yapı… Bu Allah’ın subhanehu ve teâlâ haram olarak teşri kıldığı zinanın kanun eliyle nesilden nesile intikal etmesini sağlamaktan başka bir şey değildir. Zinanın yanında icra edilen içki alemlerinden bahsetmiyorum bile…
Yine kanun olarak icra edilen şeylerden birisi (bu kanun da diğer kanunlar gibi Kuran’dan alınan bir kanun değildir) herkesin bildiği ve şu şekilde özetlenen bir kanundur; ‘Devletin bekası için kardeş katli vaciptir.’ Katli vacip gören bu kanunun uygulanış şekli ise tüyleri ürperten cinsten… Kundaktaki bebeklerin ‘devlet bekası’ için boğdurulması, kardeşler hatta baba ile oğul arasındaki taht kavgasında babanın oğlunu öldürmesi, oğulun babasını hapsetmesi gibi bir takım entrikalara sahne olan bir devlet olduğunu görmekteyiz.
Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki Osmanlı’nın elbette ki zararları çoktur ama haktan ve adaletten yana olup şunu da söylememiz gerekir ki Osmanlı’nın faydası da olmuştur. Mesela; İslam ahlakının, adaletinin bir nebze olsun ülke sınırlarının dışına çıkmasını sağlayarak insanların İslam’a karşı kalplerinin ısınmasına sebep olmuştur.
Sistem olarak Osmanlı Devleti’ni ele aldığımızda ise şeriatın ciddi manada önem atfettiği hilafet müessesesini yerle bir etmiş, yerine bir aile müessesesi olan ‘saltanat’ sistemini koymuş olan bir devlet karşımıza çıkmaktadır. Aslında var olan saltanat sistemini devam ettirmiştir ki bu da İslam’da olmayan bir sistemdir.
Dolayısıyla Osmanlı’nın sistem olarak ortaya koyduğu bir takım sıkıntıları ısıtıp ısıtıp gündem ederek bunun İslam’ın yönetim anlayışının bir tezahürü olarak ortaya çıktığını iddia etmek son derece yanlış bir tahlildir. Ortada bir bozukluk varsa şüphesiz ki bu Osmanlı’nın yönetim anlamındaki anlayışından kaynaklanmaktadır. Hilafet demiş olduğumuz sistemin hakkıyla uygulandığı çağa şöyle bir göz gezdirdiğimizde ise şunu çok net bir şekilde görmekteyiz ki insanlar daha önceden hiç yaşamadıkları kadar parlak bir dönem yaşamışlardı.
Hatta Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ismî olarak yürürlükte olan hilafet bütün dünya Müslümanlarına taze kan pompalıyordu. O dönemi şöyle bir aklımıza getirelim; doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün İslam beldeleri kafirler tarafından işgal edilmiş, savaş kafirlerin lehine cereyan ediyor. Ancak bir sıkıntı var o da hilafet sistemi. O dönem bu sistemin cari olduğu devlet ise Osmanlı Devleti idi. Hilafetin kafirler açısından sıkıntı olarak addedilmesinin sebebi ise hilafetin Müslümanlar için bir moral kaynağı olması idi.
İslam aleminde yaşanan olaylara karşı herkesin bir fikri vardı. Dünyanın bir yerinde insanlar diyorlardı ki: ‘Başımıza ne geldiyse Allah’tan uzaklaşmaktan dolayı geldi o zaman Allah’ı daha çok zikredip O’na yönelelim.’ Kimisi de diyordu ki; ‘Biz dünyaya daldık kafirler bizi perişan ettiler vakit cihad vaktidir.’ Kimisi de olaya daha farklı bakıyordu; ‘Daha fazla ilim sahibi olsaydık başımıza bunlar gelmezdi, ilme ağırlık verilmesi lazım.’ Herkes bir şeyler söylüyordu. Ama o gün dünyanın bir yerinde bir adam bir şey söylediğinde insanlar bu düşüncelerini rafa kaldırıyor ya isteyerek ya da istemeyerek halifenin emrine icabet ediyorlardı. Halife cihad edilmesi gerektiğini söylediğinde dünyanın her tarafından farklı ırktan ve milletten olan insanlar onca imkansızlıklara rağmen cihada destek veriyordu. Halife ‘hasta yatağında’ dahi birşey söylediğinde bu insanlara manevi bir güç veriyordu. İnsanlar ‘bana emreden bir halife var, bu emre icabet etmem lazım’ şuuruyla hareket ediyorlar ve birçok cephede kafirleri zorluyorlardı. Kafirler insanlarda oluşan bu algının kaynağını yani hilafeti farkettikleri zaman ise aşama aşama hilafet sisteminin ilgası için ellerinden geleni yaptılar ve hilafeti ilga ettiler. İşte bu da ismen yürürlükte olan bir sistemin en sıkıntılı esnada bile ne gibi işlevler gördüğünün ispatıdır.
Rabbimizden dileğimiz Müslümanlara nübüvvet menheci üzere bir hilafet nasip edip onlara izzetli bir hayatı yaşatmasıdır. Allahumme amin.
Dualarımızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap