Kulu İbrahim’i âlemlere imam, muvahhidlere örnek ve kendine halil/dost kılan Allah’a hamd olsun.
Salât ve selam, atası İbrahim’in yoluna uyan ve ümmetini bu yola uymaya teşvik eden Muhammed Mustafa’ya olsun.
İbrahim’in milleti/yolu, Allah’ın subhanehu ve teâlâ müminler için razı olduğu, uyulmasını emrederek farz kıldığı, yüz çeviren sefih/kıt akıllı olduğunu belirterek kınadığı tevhid yoludur.
“İbrahim Yahudi değildi. Hristiyan da değildi. (Şirki terk edip tevhide yönelen) Hanif bir Müslimdi/Teslim olandı. O müşriklerden de değildi. Şüphesiz ki insanlar arasından İbrahim’e en yakın olanlar (tevhid konusunda) İbrahim’in (yoluna) uyanlar; bu Nebi ve iman edenlerdir. Allah müminlerin velisi/dostudur.” [1]
“Sonra da sana ‘Hanif olarak İbrahim’in milletine uy’ diye vahyettik. O müşriklerden değildi.” [2]
“İbrahim’in milletinden sefihten başkası yüz çevirmez. Andolsun ki; biz onu dünyada seçtik ve o, ahirette de salihlerdendir.” [3]
Hiç şüphesiz, İbrahim’e aleyhisselam bahşedilen bu şeref, onun zorlu imtihanları sabır ve kararlılıkla tamamlaması, yüce Allah’ın subhanehu ve teâlâ tüm emirlerine tam bir teslimiyetle teslim olmasındandır.
“(Hatırla!) Hani Rabbin İbrahim’i bazı kelimelerle/olaylarla imtihan etmişti de İbrahim imtihanı başarıyla tamamlamıştı. Allah demişti ki: ‘Seni insanlara imam yapacağım ey İbrahim!’ İbrahim demişti ki: ‘Soyumdan gelenleri de imam yap.’ Allah demişti ki: ‘Benim bu sözüm zalimler için geçerli değildir.'” [4]
“Rabbi ona ‘teslim ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum’ dedi.” [5]
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir muvahhidin ana gündemi İbrahimî duruş yani Millet-i İbrahim’i doğru anlamak, yaşamak ve insanları bu kutlu yola davet etmek olmalıdır.
Her muvahhidin yüreğinde taşıdığı, taşımak zorunda olduğu bu endişeye katkı sunmasını umarak, Mümtehine 4-6. Ayetler ışığında, Rabbimizin doğruluk ve adalet yönünden tamamlanmış kelimeleri rehberliğinde Millet-i İbrahim’i anlamaya çalışacağız:
“Sizin için İbrahim’de ve onunla birlikte olan (müminlerde/Rasûllerde) güzel bir örneklik vardır. Hani onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinizden beriyiz/uzağız. Sizi tekfir ettik (üzerinde bulunduğunuz yolu reddettik). Bizimle sizin aranızda tek olan Allah’a iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve ebedi bir kin baş göstermiştir.’ İbrahim’in babasına söylediği ‘Senin için Allah’tan bağışlanma dileyeceğim. (Ama) Allah’a karşı sana hiçbir faydam olmaz’ sözü müstesna. Rabbimiz! Yalnızca sana tevekkül ettik, yalnızca sana yöneldik ve dönüşümüz de yalnızca sanadır. Rabbimiz! Bizi kâfirler için fitne kılma, günahlarımızı bağışla ey Rabbimiz. Şüphesiz ki sen izzet sahibi, üstün, hüküm ve hikmet sahibi olanın ta kendisisin. Andolsun ki onlarda sizden Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için güzel bir örneklik vardır. Kim de yüz çevirecek olursa, şüphesiz ki Allah (hiçbir şeye muhtaç olmayan) El-Ğaniy, (her daim övgüyü hak eden) El-Hamid’dir.” [6]
Genel Değerlendirme
Yazımızın ana eksenini oluşturan ayetler, Mümtehine Suresi içinde yer almaktadır. Mümtehine Suresi ise Medine’de baş gösteren itikadî ve siyasî bir sorunu çözmeye çalışmaktadır.
Bedir ashabından Hatıb b. Ebi Beltea, müşriklere bir mektup yazarak Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem önüne geçilemez bir orduyla, Mekke’yi hedef alan bir hazırlık yaptığını haber vermiştir. Hatıb radıyallahu anh, Mekke’de bıraktığı ailesini garanti altına almak ve müşriklerin olası taşkınlıklarından korumak istemişti. Çünkü o Mekke’ye dışarıdan gelmiş bir yabancıydı. Ailesini koruyacak bir aşireti veya himayesine alacak nüfuz sahibi dostları yoktu. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem durumdan vahiy aracılığıyla haberdar olmuş ve mektubun müşriklere ulaşmasına engel olmuştu.[7]
İbrahim’in aleyhisselam bu surede örnek gösterilmesi önemli bir hakikate işaret etmektedir:
Kim olursa olsun, her muvahhid İbrahim’in milletini gündem edinmek ve kalbinde canlı tutmak zorundadır. Bu yolu unutan veya gerekli ehemmiyeti göstermeyen müminin istikamet ibresi şaşmakta, itikadî hatalar yapmakta, kendini ve mümin kardeşlerini tehlikeye atabilmektedir. Bu sebeple, sevgiler Allah için ve Allah dostlarına olmalı, buğz ve düşmanlık Allah için ve Allah düşmanlarına olmalıdır. Muvahhidler ile müşrikler arasındaki ayrılığın hakikati ve özü iyi anlaşılmalıdır. Bir bütün olarak Mümtehine Suresi’nin genel anlamının yanında ilgili ayetlerin tafsilatına geçecek olursak:
Ayetlerin Tahlil Edilmesi
“Sizin için İbrahim’de ve onunla birlikte olan (müminlerde/Rasûllerde) güzel bir örneklik vardır…”
Rabbimiz, İbrahim’in milletini örnek gösterirken, onunla beraber olanları da zikretmiştir. Seleften bazısı ‘onunla beraber olanların’ onu takip eden ve insanları İbrahim’in milleti olan İslam’a davet eden peygamberler olduğunu söylemiştir. Bazısı bu ifade ile kastedilenin ona iman eden ve onun yanında yer alanlar olduğunu söylemiştir.
Ayette geçen ‘birlikte/beraber’ ifadesi, zahiri üzere alındığında, ikinci görüş tercihe şayan olmaktadır. Çünkü herhangi bir nassı zahiri anlamının dışında yorumlamak için bunu gerektiren bir delil olmalıdır. Söz konusu ayet için böyle bir durum olmadığından, insanlar için kullanılan ” lafzının bedeni birliktelik olarak anlaşılması daha uygun görülmektedir.
Bu tercih, İslam daveti açısından hayati öneme haiz bir nükteyi açığa çıkarmaktadır.
Bir davetin, örneklik sıfatı taşıyabilmesi ve nesilleri yönlendirecek bir etkiye sahip olabilmesi için, muvahhidlerin desteğine sahip olması gerekmektedir. Müminler, nebilerin veya onların varisi olan islam davetçilerinin sesine ses verdikçe, davet gelişir ve kök salar. Samimi, fedakar ve inanmış insanların İslam davasına katkısı için Rabbimiz buyurur ki:
“Şayet seni aldatmak isterlerse şüphesiz ki Allah sana yeter. Seni yardımı ve müminlerle destekleyen O’dur.” [8]
İslam davasına destek olup, davetçilerin yanında yer alan bahtiyarlar, iki önemli sıfata sahip olmalıdır:
İlki;
“Onların kalplerini birbirine ısındırdı. Sen yeryüzündekilerin tamamını harcasaydın yine de onların kalplerini birbirine ısındıramazdın. Ama Allah ısındırdı. (Çünkü) O Aziz (izzet sahibi, her şeyi mağlub eden), Hakim (hüküm ve hikmet sahibi) olandır.” [9]
İkincisi;
“Ey Nebi! Sana ve sana tabi olan müminlere Allah yeter.” [10]
Onlar, birbirine yürekten bağlı, kalpleri aynı yönde atan ve âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kendilerine yettiği tevekkül ehli insanlardır.
Rasûller, müminlerin tevhid davetine olan hayati katkısını bildiklerinden, onları bu davaya destek olmaya davet etmişlerdir.
“Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Meryem oğlu İsa’nın Havarilere ‘Allah’a (giden yolda) benim yardımcılarım kimlerdir?’ demesi gibi. Havariler dediler ki: ‘Bizler, Allah’ın (dininin) yardımcılarıyız’. İsrailoğullarından bir grup iman etti, bir grup da kâfir oldu. Biz, iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler.” [11]
Buna binaen, her bir muvahhid, kökleri yerde sabit, dalları semaya uzanan ve yüce Allah’ın himaye ve gözetiminde dallanıp budaklanan bu kutlu davaya canı, malı, vakti, evlatları, duası… ile destek olmalı, destek olmanın yollarını aramalıdır.
Ayette ifade edilen ‘güzel örneklik’ yalnızca söylenen sözde değil, söyleniş biçimi ve söyleyenlerin sahip olduğu ruh ve bilinçle ilgilidir aynı zamanda.
Birbirleriyle kenetlenmiş ve adeta hep bir ağızdan ‘hani onlar kavimlerine demişlerdi ki’ ruhuyla Allah’a ve İbrahim’in milleti olan şirkten ve müşriklerden beraate davet etmişlerdi.
Allah subhanehu ve teâlâ, bu örneklik sahnesini adeta bir koronun ahenk ve uyum içindeki sesi gibi resmetmektedir.
İslam daveti böyle olmak zorundadır. Birden fazla davetçi konuşursa da, duyanlar aynı sesi, aynı muhtevayı, aynı heyecan ve inanmışlığı duymalıdır. Aksi halde içeriği hak olsa bile uyum ve beraberlik hissettirmeyen davetler, kalıcı ve örnek davet çalışmaları olamazlar.
Bu gerçekliğin sağlanması iki şeye bağlıdır:
a) Davetin içeriği, öncelikleri, kısa ve uzun vadeli hedeflerinde bir programa sahip olmak.
b) Davetçilerin adabı, uslubu, yaşantıları, inanmışlık ve davaya adanmışlık ruh halinde yakın bir çizgide olması.
“Biz sizden ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinizden beriyiz/uzağız.”
İbrahimî milletin ilk adımı bu mübarek cümledir.
Kelime-i Tevhid’in başlangıcı olan /Hayır’ın neye itiraz ve neyi red olduğunu İbrahim’in aleyhisselam dilinden öğrenmiş oluyoruz.
ﻻ/Hayır, şirki ve Allah’ın dışında ibadet edilen sahte ilahlara, tağutlara ve cümle putlara bir başkaldırı, itiraz ve beraat ilanıdır.
“Sizden…”
Şirkten ve şirk koşulan canlı-cansız putlardan beri olmadan evvel, şirki var eden müşriklerden beraat… Zira, şirk bir neticedir. Onu var eden, yaşatan, savunan, uğruna mücadeleye kalkışan müşriklerdir.
Aynı ruh ve uyumu Allah Rasûlü’nde de görüyoruz. O sallallahu aleyhi ve sellem ‘şirkten beraat’ olarak isimlendirdiği Kafirun Suresine ‘Ey Kâfirler!’ diye başlamış, ibadetlerinden, din ve putlarından beri olmadan önce şirki var eden müşriklerden beri olmuştu.
İbrahim aleyhisselam bir put/tağut/sahte ilah tanımı da vermiştir.
‘Allah’ın dışında ibadet edilen’ her şey red ve inkâr edilmesi gereken bir put/tağut/sahte ilahtır.
Bu bazen fayda ve zarar umulan bir heykel/put, bazen ruhaniyeti ve himmetiyle Allah’a yakınlaştırdığına inanılan salihlerin ruhları, bazen insanlara kanun ve yasalar yaparak uluhiyetini/otoritesini ilan eden bir insan, bazen uğrunda yaşanılan ve ölünen batıl bir ideoloji olabilir…
Muvahhid, tevhidin ve şirkin hakikatini bilen ve ilim üzere ‘La ilahe illallah’ diyen kimsedir. Şirkin sureti, araçları ve görünürlük hali değişebilir. İnsanlar ineğe, ceplerinde taşıdıkları paraya, kurumsal olarak Allah’a kafa tutan ve O’nun kanunlarına rağmen kanun yapanlara, dikine/heykel veya enine/türbe putlara tapınabilir… Tevhid’in yalnızca Allah’a ibadet, şirkin ise Allah’ın dışındaki varlıklara ibadet olduğunu bilen muvahhid, şirkin ve müşriğin her çeşidine /Hayır diyen ve beri olan kimsedir.
“Sizi inkâr/tekfir ettik…”
Bu cümle, ayet boyunca oluşması muhtemel bir sorunun cevabıdır. Neden bizden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan beri oldunuz? Bizimle sizin aranızda var olduğunu iddia ettiğiniz bu buğz ve düşmanlığın nedeni nedir? Bu ve benzeri akla gelebilecek sorulara cevap verilmiştir. Ayette geçen ‘/Sizi inkâr/tekfir ettik’ cümlesi çok derin ve kapsamlı manalar içermektedir. ‘Küfr’ Arap lugatında bir şeyi örtmek, kapatmak ve görünmemesini sağlamak anlamındadır. Araplar gündüzü örttüğü için geceye, tohumu toprakla örttüğü için çiftçiye ‘örten’ anlamında kâfir demişlerdir. Nimeti teşekkür etmeyerek onu yok sayan nankörlere de kâfir demişlerdir.
Şer’i anlamı ise; yok saymak, reddetmek, inkâr etmek, meşruiyet tanımamak ve tüm bunları ifade eden kâfir olduğuna inanmak, küfrüne hükmetmek anlamlarına gelir.
Ayet-i Celile’nin ilerleyen kısmında ‘Tek olan Allah’a iman edinceye kadar’ ifadesi gelecektir. Bu da İbrahim’in aleyhisselam Allah’ın dışında varlıklara ibadet edenleri ‘imansız kâfirler’ olarak kabul ettiğini ve hitap ettiği topluluğu tekfir ettiğini açıkça gösteren karinelerden biridir.[12]
“Bizimle sizin aranızda tek olan Allah’a iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve ebedi bir kin baş göstermiştir…”
Şirk var oldukça tevhidle arasında husumet olacak ve müşrik olan kimse, bir olan Allah’a şirk koşmaksızın, dini O’na halis kılarak iman edinceye dek bu itikadî düşmanlık devam edecektir.
Çünkü müşrik, ‘Allah’a şirk koşarak Rabbine verdiği tevhid sözünü bozmakta[13], Allah’a subhanehu ve teâlâ eksiklik izafe etmekte[14], Allah’a büyük bir iftirada bulunmakta[15] ve Allah’ı subhanehu ve teâlâ öfkelendirmektedir.[16]
Gökler, yer ve dağlar dahi müşriğe öfkelenmekte[17], en büyük zulüm olan şirk sözü ve fiillerine tahammül edememektedir. Cemâdât dahi şirke ve ehline düşmanlık edip öfkelenirken, kalbi Allah sevgisi, saygısı ve azametiyle dolup taşan muvahhid nasıl öfkelenip düşmanlık etmesin?
Şirk ve tevhid arasında var olan bu husumet, hak ve batılın doğası gereğidir. Şirk ehlinin sert tutumları, tevhid davetini engelleme çabaları, daveti saptırıcı teklifler ve caydırıcı tehditlerle sabote etme girişimleriyle bir ilgisi yoktur. Bu saydıklarımız olsun veya olmasın, şirk varsa Rabbimizin ve buna bağlı olarak muvahhidlerin şirke ve ehline öfkesi vardır.
Aslolan bu düşmanlığın açıktan olması ve ilan edilmesidir. Çünkü müşrik, Allah’a şirk koşarak düşmanlığını ilan etmiş ve şeytanın taraftarları arasında yerini almıştır.
Ancak İbrahim’in milletine itikat etmek bir zorunluluk ve müslim olabilmenin olmazsa olmazı iken, bunu ilan etmek güç ve imkanla ilişkili bir durumdur.
Şirk toplumunu karşısına alarak, onların sözlü ve fiili eziyetlerine göğüs gereceğine inanan kişi bunu açıktan ve meydan okuyarak yapar. Ki bu, peygamberlerin yoludur.
“Kavmi onunla tartışmıştı. (İbrahim) demişti ki: ‘Allah beni hidayet etmesine rağmen benimle tartışacak mısınız? Rabbimin benim hakkımda bir şey dilemesi hariç sizin şirk koştuklarınızdan korkmuyorum. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Öğüt almaz mısınız? Siz, Allah’ın (meşruluğuna dair) üzerinize hiçbir delil indirmediği varlıkları Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben nasıl sizin şirk koştuğunuz (sahte ilahlardan) korkarım. Şayet biliyorsanız (söyleyin bakalım); ‘(Hak olan ilaha ortak koşanlar ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayanlar). Bu iki gruptan hangisi (Allah’ın azabından) emin olarak yaşamaya daha fazla hak sahibidir?'” [18]
“Allah’ı bırakıp da kendilerine dua ettiğiniz varlıklar sizin gibi (Allah’a) kuldurlar. Şayet doğruysanız çağırın da sizin çağrınıza karşılık versinler. Onların kendisiyle yürüdükleri ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri, işitecek kulakları mı var ki (çağrınıza icabet etsinler)? De ki: ‘Bütün ortaklarınızı çağırın; sonra elinizden gelen tuzağı kurun ve bir saniye dahi beklemeyin. Şüphesiz ki benim Veli’m kitabı indiren Allah’tır. O, salihleri veli edinir.” [19]
“Onlara Nuh’un haberini oku. Hani kavmine demişti ki; ‘Ey Kavmim! Şayet benim konumum ve Allah’ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, ben Allah’a tevekkül etmişim. Siz ve ortaklarınız bir araya gelin ve (benim hakkımdaki) kararınızı verin. (Benimle ilgili yapacaklarınız) size dert olmasın. Sonra da hiç bekletmeden hakkımdaki kararınızı uygulayın.” [20]
“Sana sadece şunu deriz: ‘İlahlarımızdan bazısı seni fena çarpmış.’ Demişti ki: ‘Ben Allah’ı şahit tutuyorum siz de şahit olun ki: Ben ortak koştuklarınızdan beriyim.’ (Allah’a ibadet ettiğinizi de iddia ediyorsunuz ya! Tüm ibadet ettiklerinizden uzağım) Allah dışındaki! Hep beraber bana tuzak kurun (ve tuzağın gereğini yapmayı da) ertelemeyin. Ben, sizin ve benim Rabbim olan Allah’a tevekkül ettim. Hareket eden her canlıyı perçeminden tutan (kontrol edip, yönlendiren) O’dur. Şüphesiz ki Rabbim dosdoğru yol üzeredir.” [21]
Kendisinde bu gücü görmeyen, malına yada canına gelecek herhangi bir zarardan korkan kimse, onlara ve dinlerine buğz edip, onlardan ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinden beri olmak ve böyle inanmak kaydıyla susabilir, düşmanlığını ilan etmeyebilir.
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim de böyle yaparsa onunla Allah arasında (İslam ve iman adına) hiçbir bağ kalmamıştır. (Canınıza, malınıza, namusunuza vb. zarar verecekleri endişesiyle) onlardan korkup sakınmanız halinde (sözlerinizle onlara dost olmuş gibi görünmeniz) müstesna.” [22]
‘Tek olan Allah’a iman edinceye kadar’
Bu husumet ve ayrılık; ırk, toprak, mal, vatan yada bayrak düşmanlığı olmayıp, insani kaygılar ve toplumsal problemler nedeniyle başlamamıştır. O halde değişen ilişkiler, gözetilen maslahatlar ve konjonktürel menfaatler bu husumeti başlatmadığı gibi sonlandıramaz da! Husumetin tek sebebi şirk, tek sonlandırıcısı da bir olan Allah’a iman etmek ve şirki terk etmektir.
Dikkat edilirse ‘Allah’a’ değil de ‘Tek olan Allah’a’ ifadesi kullanıldı. Zira müşrik, Allah’ı subhanehu ve teâlâ inkâr etmez, O’na inanır. Yarattığını, rızık verdiğini, kainat işlerini idare edenin O olduğunu diliyle ikrar eder. Fakat dini Allah’a subhanehu ve teâlâ halis kılmaz ve şirk koşmaksızın Allah’a kulluk etmez. Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendisiyle tanındığı ve kulluk edildiği sıfatlarını O’nun dışındaki varlıklara verir. Allah’a subhanehu ve teâlâ yaklaştırsınlar ve O’nun katında şefaat etsinler diye taşa, beze, çaputa, türbeye ve puta tapınır. Göklerin Rabbi olan Allah’ın yerlerde hükmetmesini istemez, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır’ demek yerine kâh millete tapınır kâh meclise; kâh töreye tapınır kâh geleneğe…
Ayetteki ‘tek’ ifadesi, tevhide vurgu yapmak ve şirksiz bir iman istendiğini vurgulamak içindir.
“İbrahim’in babasına söylediği ‘Senin için Allah’tan bağışlanma dileyeceğim. (Ama) Allah’a karşı sana hiçbir faydam olmaz’ sözü müstesna…”
İbrahim’in aleyhisselam bu sözleri güzel örneklik kapsamında değildir ve müminler Kur’an’da okuyacakları bu vaade karşı uyarılmaktadır.
“(Babası) demişti ki: İlahlarımdan yüz mü çeviriyorsun ey İbrahim! Şayet (bu haline) son vermezsen seni taşlarım. Uzun süre benden uzaklaş. Demişti ki: ‘Selam olsun sana! Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz o bana karşı merhametli ve lütufkârdır.” [23]
Babası İbrahim’i aleyhisselam yanından kovduğunda, İbrahim aleyhisselam ona olan şefkatini göstermek için bu sözleri söyledi. İlerleyen zamanlarda babasının Allah düşmanı bir insan olduğunu anlayınca ondan teberri etti ve sözünü yerine getirmedi.
“İbrahim’in (müşrik olan babası için) bağışlanma istemesi sadece ona verdiği (senin için Allah’tan bağışlanma dileyeceğim) sözünü yerine getirmek içindi. Babasının Allah düşmanı olduğu açığa çıkınca ondan teberri etti/uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim (çokça ‘ah’ çeken, dertli, duygulu) ince kalpli ve yumuşak huylu biriydi.” [24]
Ve Allah subhanehu ve teâlâ müşrik olarak ölenler için bağışlanma dilemeyi müminlere yasakladı.
“Alevli ateşin ehli oldukları netleştikten sonra akraba dahi olsalar Nebi’nin ve müminlerin müşrikler için (Allah’tan) bağışlanma talep etmeleri söz konusu dahi olamaz.” [25]
Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ müşriği affetmeyeceğini ve cenneti ona haram kıldığını bildirmiştir. Buna rağmen müşrik için istiğfarda bulunmak Allah’ın iradesine karşı gelmek ve duada haddi aşmaktır.
“Rabbinize gönülden (yalvara yakara) ve gizlice (için için) dua edin. Şüphesiz ki O, (duada) haddi aşanları sevmez.” [26]
“Rabbimiz yalnızca sana tevekkül ettik, yalnızca sana yöneldik ve dönüşümüz de yalnızca sanadır.”
İbrahim’in yolundan yüz çevirmiş kalabalıklar arasından sıyrılıp onu bulmak, bütün bir toplumu hatta bütün bir insanlığı karşına alıp onlardan teberri etmek, tüm tazyik ve eziyetlere rağmen istikamet üzere bu yolda sebat etmek elbette zor ve yorucudur.
Bu yolun zorluğunu ancak onunla şereflenmiş muvahhidler bilirler. En doğru söze davet ederken yalanlanmak, akıl ve fıtrat çağrısını haykırırken delilikle suçlanmak, evden kovulmak, alaya uğramak, hakaret işitmek, hapsedilmek, sürgün hayatına zorlanmak… yolun olmazsa olmazlarıdır.
Bunca zorluğa beden gücüyle dayanılmayacağı, değil insanı dağları dahi bu çilelerin yıpratacağı herkesin kabul edeceği bir hakikat olsa gerekir.
Rabbimiz subhanehu ve teâlâ, yolun manevi azığını İbrahim ve onunla beraber olanların dilinden biz muvahhidlere öğütlüyor.
Yalnızca Allah’a tevekkül… Yalnızca Allah’a yönelmek… Dönüşün Allah’a subhanehu ve teâlâ olduğunu bilmek.
İnsan tabiatı gereği aciz ve zayıf bir varlıktır. Zorluk anında sırtını dayayıp kendini emniyette hissedeceği bir liman arar. İşte bu Allah’a subhanehu ve teâlâ tevekküldür. Tevhid davetini ilan ve müşriklerden teberri ettikten sonra sonucu Allah’a subhanehu ve teâlâ bırakmak rıza ve teslimiyetle O’nun subhanehu ve teâlâ kaderine teslim olmak… O’nun subhanehu ve teâlâ kullarına karşı öz annelerinden daha merhametli olduğunu ve asla onlara zulmetmeyeceğini bilmek.
Sonra insan sırdaş arar. Konuşup paylaşmak, böylece yalnız olmadığını bilmek ister. İşte bu Allah’a çokça yönelmek yani ‘inabe’dir. Allah’ı subhanehu ve teâlâ sırdaş edinmek… Derdini ve şekvasını Allah’a subhanehu ve teâlâ açmak. Bir dosta anlatır gibi en yakın olana (El-Karib) ve en güzel dost olana (El-Veliy) anlatmak. Sonra insan akıllı bir varlıktır. Yaptığının neticesini görmek ister. Emeğinin boşa gitmesinden hoşnut olmaz. İşte bu ahirete imandır. Millet-i İbrahim yolunda çekilen hiçbir çile karşılıksız kalmayacak, dönüşün yalnızca O’na subhanehu ve teâlâ olduğu gün karşılığını bulacaktır. Kalpler, Millet-i İbrahim uğruna verdiği çabadan dolayı razı, yüzler El-Cemil olan Allah’a baktığından parıl parıl ve nefis de aldığı mükafat nedeniyle korku ve hüzünden uzak olarak cennetlerde hamd ediyor olacaktır…
İslam tarihi ve yaşadığımız vakıa sayısız örnekle göstermiştir ki kuru sloganlar, hamasî yaklaşımlar ve felsefi tartışmalar bu yolda sebat etmek için yeterli değildir. Tevekkül, inabe, ahiret merkezli bir yaşam, Allah’ı subhanehu ve teâlâ çokça anmak ve takva gibi kalpleri güçlendiren, sabrı arttıran, ayakları sabit kılan manevi azıklar yolda sebat etmek; itikadî ve ameli savrulmalar yaşamamak için birer zorunluluktur.
“Rabbimiz! Bizi kâfirler için fitne kılma!”
Bu duaya Kur’an’da iki defa rastlıyoruz. İlki, Musa aleyhisselam ve ona iman eden bir avuç gencin Firavun ve avanesine karşı; ikincisi, İbrahim ve onunla beraber olanların müşriklere karşı yaptığı dua.
Mücahid ve Dahhak, ‘Onların eliyle yada katından bir azapla bizi cezalandırma. ‘Hak üzere olmuş olsalardı, Allah onları cezalandırmazdı’ der ve batılda inat ederler.’ demişlerdir.
Katade, ‘Bize üstünlük sağlamalarına izin verme. Hak yolda oldukları için bize üstün kılındıklarını düşünüp fitneye düşerler’ demiştir.
Abdullah İbni Abbas: ‘Onları bize musallat etme ki bizleri dinimizde fitneye düşüremesinler’ demiştir. [27]
Bu duada, iman edenlerin hassasiyeti ve İslam daveti konusunda endişelerini görmekteyiz. Ne olursa olsun, birilerinin onların durumunu bahane ederek davete karşı inatçı bir tutum takınmasını istememektedirler. Bu, İslam davasına adanmış ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ onlara verdiği ‘Yeryüzünde Allah’ın şahitleri olma’, ‘İnsanlık için çıkarılmış hayırlı ümmet olma’, ‘Âlemlere rahmet olma’ misyonunu idrak etmiş kalplerin sancısı ve duasıdır.
Bu, davasını kendi nefsine önceleyen insanların eziyet göreceği, sürüleceği ve hapsedileceği kaygısından ziyade kâfirler üstün olursa, hak yolda olduklarını sanıp batılda diretirler kaygısıdır.
Adanmış ruhlar böyledir işte… Taifliler kovar, O bir sözüyle onları yeryüzünden silebilecekken bunu tercih etmez. ‘Umulur ki bunların sulbünden Allah’a ibadet edip, O’na şirk koşmayan bir kavim gelir’ der. Uhud’da O’nu kuşatır, dişini kırar, yüzünü kanatır, en sevdiklerini şehit ederler, O sallallahu aleyhi ve sellem ‘Allah’ım! Kavmimi bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar’ der. Yalanlandığı, kovulduğu, eziyete uğradığı Mekke’ye döner. Tüm bunları yapanlardan intikam almaz. Af yolunu tutarak İslam’ı sevmelerine sebep olur.
“Günahlarımızı bağışla ey Rabbimiz”
Kur’an’da övülmüş toplulukların dualarına bakarsanız, her duada bu ifadeye rastlarsınız. Davet sahasında, cihad meydanında, zalim sultan karşısında, seher vakitlerinde, balığın karnında… hep istiğfar.
Çünkü günahlar insan içindir ve insanın günahtan kaçınması mümkün değildir. Yol ise tertemizdir. Beyaz, leke kaldırmadığı gibi, arı duru tevhid yolu leke kaldırmamaktadır. Günahlar, yolu uzatan, yolculuğu ağırlaştıran, yolun tehlikelerini derinleştiren, beklenen yardım ve hayırlardan mahrum bırakan birer kir ve yüktürler. Selamet ve afiyet içinde yolun tamamlanması için onlardan arınmak gerekir. Bu sebeple İbrahimî yolun yolcuları, yolun hangi merhalesinde olursa olsunlar dilleri istiğfarla ıslaktır.
“Şüphesiz ki sen izzet sahibi, üstün (El-Aziz), hüküm ve hikmet sahibi (El-Hakim) olanın ta kendisisin.”
El-Aziz ve El-Hakim… İbrahimi yolun tabileri iki ismi anlayıp onlarla Allah’a kulluk etmeye mecburdurlar. Yolun uzunluğu dostların azlığı ve düşmanın çokluğu karşısında ümitsizliğe kapılmamak için El-Aziz olana güvenmek ve dayanmak gerekir. El-Aziz; izzet sahibi, üstün mağlup edilemeyen, emrinde galip, herşeyin idaresine boyun eğdiği Allah demektir. Yolun tabii meşakkati muvahhidi yorduğunda ve gücünün tükendiğini hissettiğinde El-Aziz’e sığınır, güç ve kuvvet bulur, düştüğü yerden ayağa kalkıp kutlu yürüyüşüne devam eder.
El-Hakim, Allah’ın kaza ve kaderini anlama, teslim olup rıza göstermeye yardımcı olur. Allah’ın subhanehu ve teâlâ yarattığı ve takdir ettiklerinde abes hiçbir şey yoktur. Hepsi bir hikmete tabidir ve hak olarak var edilmiştir. Bunu bilen mümin nimet gördüğünde şaşırmaz, sahibine şükreder. Musibet gördüğünde isyan etmez, sabredip sahibinden yardım ister. Çünkü iki durumunda hikmetle takdir edildiğini bilir.
“Andolsun ki onlarda, sizden Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için güzel bir örneklik vardır…”
Onları örnek olarak insanların Allah’ın rızasını ve ahiretin sevabını umuyor olmaları gerekir. Zira yolun zorluğuna başka türlü katlanmak mümkün değildir. Çünkü bu yol makam, mevki, maddi imkanlar ve rahat bir yaşam yolu değildir. Bilakis bunların tamamını kaybetmeye ve ziyade olarak yalanlanma, alaya alınma, sözlü ve fiili eziyet, sürgün, hapis ve şehadet vardır. Ayrılık vardır, hasret vardır, çile vardır, sabır vardır… Dünyevi ve maddi beklentisi olanların bunca çileye katlanması imkan dahilinde değildir. Tüm bu kayıpların kalpte oluşturduğu kırıklık ve mahrumiyeti telafi edecek tek şey Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızası ve müminlere mükafat olarak hazırladığı cennettir.
“Kim de yüz çevirecek olursa, şüphesiz ki Allah (hiçbir şeye muhtaç olmayan) El-Ğaniy, (her daim övgüyü hak eden) El-Hamid’dir.”
Allah’ın subhanehu ve teâlâ, Millet-i İbrahim’e olan daveti, kullarına olan merhameti ve şefkatindendir. Çünkü insanlık için bu yol dışında başka bir kurtuluş yolu yoktur. Ve bunun dışındaki tüm yollar dünyada zillet ahirette ise azaptır.
Yoksa Rabbimizin kimsenin kulluğuna ve taatine ihtiyacı yoktur. Yerde ve gökte, canlı ve cansız görülen ve görülmeyen tüm âlemler O’nu hamdiyle tesbih etmekte ve O’na boyun eğip secde etmektedir.[28]
Bütün insanlık fücur ve isyan üzere bir araya toplansa, Allah’a subhanehu ve teâlâ zarar veremez, O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltemezler.[29]
İbrahim’in milletinden yüz çeviren, yalnızca kendine zarar vermiş ve ahiretini heba etmiştir.
Selam olsun İbrahim’in milletine tabi olanlara!
Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a.
Halis Bayancuk (Ebu Hanzala)
Silivri 9 No’lu Kapalı Cezaevi, Silivri/İstanbul
İlk Yorumu Sen Yap