Maneviyat ve Kardeşliği Artıracak Etkenler Nelerdir?

Allah’ın adıyla!

Allah’a (cc) hamd, Resûlü’ne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu

Kıymetli kardeşlerim!

Her birinizin avf ve afiyet içinde olmanızı diliyorum. Rabbim sizleri rahmeti ve inayetiyle kuşatsın. Yüce Allah’a hamd olsun, ben iyiyim. Sizlerin de iyi olmasını umuyorum. Rabbim sizleri sevip razı olduğu işlere muvaffak kılsın.

Soru: Hocam! Hicret için olması gereken şartlar nelerdir? Medine gibi bir yurt şartı var mıdır?

H-c-r kökünden türeyen hicret, mutlak olarak terk etmek/bırakmak anlamındadır.

İslami ıstılahta ise hicret, bir şeyi Allah rızası için terk etmek/bırakmak anlamına gelir. Bir yurdu Allah için terk edip başka bir yurda intikal hicret olduğu gibi; Allah’ın (cc) rızasını gözeterek bir masiyeti terk etmek de hicrettir.[1]

Soruda kastedilen hicret, bir mıntıkadan başka bir mıntıkaya intikal anlamında hicrettir. Bu hicretin farziyeti için hem terkedilen hem de yurt edinilecek yerde bazı şartların oluşması gerekmektedir.

Terkedilen yurtta; kişilerin dininde fitneye düşüyor olması (baskılar nedeniyle dinden dönme), tevhid üzere kulluğun zorlaşması ve davetin dar bir alana sıkışması gerekir.

Hicret edilecek yurtta ise, Müslimleri misafir edip koruyacak bir otorite (İslam olması şart değildir) veya Müslim bir topluluk olması gerekir. Birinciye örnek Necaşi’nin Habeşistan’ı, ikinciye örnek Ensar’ın Medine’sidir. Bu şartı nereden anlıyoruz? Allah Resûlü’nün uygulamalarından! Zira o (sav), hicret için tüm şartlar bir araya gelmesine rağmen Mekke’yi terk etmemiştir. Kabilelerle görüşmüş, Taif’e yolculuk yapmış ve bazı kabilelerin şartlı destek olma sözüne rağmen onlara hicret etmemiştir.[2]

Habeşistan gibi adaletinden emin olduğu bir Kral ve Medineliler gibi şartsız teslim olan bir topluluk/yurt bulunca hicret için adım atmıştır. Şüphe yok ki Allah Resûlü, yalnızca namazı öğretmek için gönderilmemiştir insanlığa… Namazımız, haccımız, orucumuz… onun (sav)gösterdiği gibi olmak zorundaysa; -ki öyledir- davetimiz, hicretimiz, cihadımız ve metodumuz da onunki gibi olmak zorundadır. Onu örnek almayan girişimlerin, İslam tarihi boyunca nasıl akamete uğradığı ve insanları perişan ettiği izahtan vareste olsa gerektir.

Bireysel Hicret ve Toplumsal Hicret Farkı!

Bir gerçeğin altını çizmek zorundayız: Bireysel hicretle toplumsal hicret arasında bariz bir fark vardır. Bireysel hicret; bir yerde dinini yaşayamayan ya da zorlanan bir insanın, dinini daha iyi yaşayacağı bir yere hicret etmesidir. Bu bazen bir ülkeden başka bir ülkeye olabileceği gibi, bir şehirden başka bir şehire, hatta bir mahalleden başka bir mahalleye taşınarak da olur. Bireysel hicret için, sayılan şartların hiçbirine ihtiyaç yoktur. Dinimizi daha iyi yaşayabileceğimiz herhangi bir yere hicret edebiliriz.

Toplumsal hicret ise bir tıkanıklığı gidermek, mücadelede yeni bir merhale başlatmak ve “yol gösteren kitabı, yardım eden güçle” buluşturma arayışıdır. Hâliyle toplumsal hicret için özel şartlar gerekmektedir. Aksi hâlde İslam cemaatini bir zulümden başka bir zulme savurmak, bir tağuti sistemden daha azgın olanının pençesine düşürmek söz konusu olur. Bunun için Allah Resûlü’nün (sav) yaptığı gibi, ince bir tetkik ve sıkı bir eleme sonrasında adım atmak gerekir. Elinden gelenin en iyisini ortaya koymak, sonra da Allah’a (cc) tevekkül etmek…

Hicret Bağlamında Yaşadığımız Sorun!

Genel itibariyle hicret muvahhidlerin gündeminde yer bulmuyor. Allah (cc) en doğrusunu bilir, zannımca bunun iki temel nedeni var:

İlki; coğrafyamızda var olan Batılı Emperyalist tağutların fiilî işgali ve buna karşı koyan cihadi cemaatlerin varlığıdır. Yani; daha açık bir ifadeyle cihad, hicretten önce Müslimlerin gündemine girmiştir. Daha önceki yazılarımda da temas etmiştim; bu, peygamberlerin sünnetinde ve hareket metodunda olmayan/yaşanmamış bir durumdur.

İkincisi; davetin her geçen gün ilerliyor olması ve Müslimlerin davet cemaatleri içinde dinlerini muhafaza etmesidir. Henüz Müslimleri dininden döndürmeye yönelik fiilî baskıyla karşılaşılmamıştır. Bu durum hicretin Müslimlerin gündemine gelmesine engel teşkil etmektedir.

Asıl sorun!

Üzülerek belirtmeliyim ki; bugün çok daha çetin bir problemle karşı karşıyayız. Evet, belki işkenceyle dinimizden döndürülmüyoruz, ama daha tehlikeli bir fitneyle adım adım dinden, tevhidden, bizi biz yapan hassasiyetlerden uzaklaşıyoruz… Rahatlığın, geniş imkânların ve konforun fitnesine düşüyoruz…

Daha iyi anlaşılması için kurbağalarla ilgili yapılan bir deneyi hatırlayabiliriz. Bir kurbağayı kaynar suyun içine atarsanız, can havliyle kendini dışarı atar. Ama ılık suya atıp dereceyi yavaş yavaş yükseltirseniz; sıcak suyun rehavetine kapılır ve haşlanır… Bugün yaşadığımız biraz da bu… Haşlanıyoruz ama farkında değiliz… Yeni nesil bu fesadın içine doğuyor; bizim sorun olarak kabul ettiğimiz şeyler, onlar için sorun dahi değil… On yıl önce çocukken şu anda genç olanlar, zikrettiğim sorunun en açık delilidir. Allah’ın rahmet ettikleri müstesna; gündemleri, öncelikleri, dertleri… bizden çok farklı!

Allah’ın doğada yarattığı bir kanun vardır: Akan/hareket eden yenilenir, hayat bulur ve çevresine hayat olur. Duran/hareketsiz kalan bozulur, çürür ve kokar. Cahiliye ortamında kalanlar yenilenemedikleri için zamanla çürüyorlar… Arkadan gelenleri de bu çürümüşlüğe alıştırıyor, dahası çürümeyi meşrulaştırıyorlar. Cahiliyeyi aşmanın, İslami kurallar gözetilerek oluşturulmuş bir toplum kurmanın, bir adım ileriye geçmenin yolunu göstermiyorlar. Çakılıp kalmanın, kokuşan hayatları makyajla/estetikle kapamanın, cahiliyenin açtığı gedikleri yamamanın yollarını gösteriyorlar.

Bugün, bu sorunun farkında olan birileri var. Yarın ya bunlar olmayacak ya da onlar da çürümüşlüğe alışacak. Asıl felaket o gün yaşanacaktır. Öyleyse herkes bu meseleyi aklı, kapasitesi ve imkânları oranında dert edinmek zorundadır. Muvahhidlerin gündemini ve yürek sancılarını belirleyen dualarla, bu meseleyi hem gönül gündemine hem de sema gündemine taşımakla yükümlüdür. Biz böyle bir ümmet değil miyiz? Derdimizi duamıza yansıtırız; duamız da derdimizi diri tutar! Çokça unutan ve gaflete ma’lul insanlar olarak, duayla garantiye alırız kendimizi. Değerli bir hazineyi muhkem bir kasaya saklar gibi, unutmamamız gerekenleri duamızın içine saklar ve Rabbimizin yanında muhafaza ederiz. Biz unutsak dahi, duamız bizi bulur ve hatırlatır.

Soru: Kurumsallaşmak ve uzmanlaşmak işlerin kalitesini arttırıyor. Diğer taraftan fedakârlığa zarar veriyor. Dengeyi nasıl koruyabiliriz!

İnsanla ilgili olan her şey eksiktir, sorunludur. Çünkü insanın kendisi eksik ve sorunlu bir varlıktır. Ayıp ve kusurdan uzak olmak Allah’a (cc) mahsustur. Hâliyle insanla ilgili işlerde ne yaparsak yapalım, hangi metodu seçersek seçelim eksiklik olacaktır. Bunu menhecî bir ilke olarak kabul edebiliriz. İlkeyi kabul ettiğimiz takdirde birçok konuyu anlamamız kolaylaşır. Hangi işi yaparsak yapalım bazı olumsuzlukların yaşanacağını bilir; o sorunları asgariye indirmenin yollarını ararız. Böylece işin olumsuzlukları bizi işten alıkoymadığı gibi, sürekli iş/metot değiştirerek uzmanlaşmamıza, bir işi ihsan üzere yapmamıza engel de olmaz.

Hiç şüphesiz yaptığımız işlerde kurumsallaşma ve uzmanlaşma işlerin kalitesini arttırıyor. Bunun yanında bazı olumsuzluklarda yaşıyoruz. Ancak şu da bir gerçek ki; ortaklaşa/imece usulü yapılan işlerin de kendine özgü olumsuzlukları var. Bize düşen iki usulü karşılaştırmak, olumlu ve olumsuz yönlerini tespit etmektir. İslami çalışmalarda faydası/olumlu yönleri zararından/olumsuzluklarından fazla olanı tercih etmek, olumsuzlukları ıslah için ilave bir çaba içinde olmaktır.

İki metodu karşılaştırdığımızda uzmanlaşma ve kurumsallaşmanın çalışmalar için daha faydalı olduğunu gördük. Hem de kıyas kabul etmeyecek oranda… Hâliyle işlerimizde uzmanlaşma ve kurumsallaşmanın gereğine inandık. Yaşanacak muhtemel olumsuzlukları şu adımları atarak asgariye indirebileceğimizi düşünüyoruz:

Bir alanda uzmanlaşacak kardeşlerimizi yetenek ve işini sevmek özellikleri yanında; yardımı, fedakârlığı, paylaşmayı seven insanlardan seçmek.

Birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etme zorunluluğu olan bizler, uzmanlaşan kardeşlerimize diğer alanlarda çalışan kardeşlerimize yardımcı olmanın lüzum ve faziletini anlatmak, nasihat etmek.

Sorumlu kardeşlerimizin uzmanlaşan kardeşlerimize başka alanlarda görev vererek, İslam’a hizmetin bir alanla sınırlı olmadığını, her an farklı alanlarda çalışılabileceğini hissettirmek.

Uzmanlaşmayı kapitalist şirketlerin çalışma usulüyle karıştıran, uzmanlaşmanın kendisi için bir afete dönüştüğü kişileri yaptığı işten el çektirmek. Zira bu anlayış İslami hizmetin esası olan ihlas, gönüllülük, adanmışlık ve fedakârlık özellikleriyle tezat oluşturmaktır ve çalışmaya vereceği muhtemel zararlar yanında kardeşimize de zarar verecektir.

Soru: Hocam! Yaşadığı bir sorunda haksızlığa uğradığını düşünen bir Müslim ne yapmalıdır? Kastım şudur: Biriyle sorun yaşıyorum. Bazı konuların ilgililere eksik iletildiğini düşünüyorum. Beni dinlemeden tek taraflı anlatımla hakkımda bir yargıya varıldığına inanıyorum. Ne yapmalıyım?

İnsanın olduğu yerde mutlaka ihtilaf, tartışma ve sorun olur. Yeryüzünün en seçkini ve kıyamete kadar insanlığa örnek gösterilen toplumu dahi sorunlar yaşamış, tartışmış, kavgaya tutuşmuştur.

Ebu’d-Derda (ra) dedi ki:

“Peygamber’in yanında oturuyordum, aniden Ebu Bekir’in –elbisesinin eteğini diz kapağı görününceye kadar toplamış olarak- geldiğini gördüm. Peygamber şöyle buyurdu:

— Sizin bu arkadaşınız tartışmış bulunuyor, Ebu Bekir selam vererek:

— Ey Allah’ın Resûlü, dedi. Benimle Hattab’ın oğlu arasında bir anlaşmazlık oldu. Ben de acelecilik ederek ona bir şeyler söyledikten sonra pişman oldum. Beni affetmesini istediğim hâlde kabul etmedi. Ben de senin yanına geldim.

Allah Resûlü: -Üç defa- ‘Allah sana mağfiret etsin ey Ebu Bekir’, dedi. Daha sonra Ömer pişman oldu, Ebu Bekir’in evine gitti ve:

— Ebu Bekir burada mıdır, diye sordu.

— Hayır, dediler.

Peygamber’in yanına gitti. Peygamber’in kızgınlıktan yüzünün rengi değişmeye başladı. Hatta Ebu Bekir korktu, bunun üzerine dizleri üzerine çökerek: ‘Ey Allah’ın Resûlü’, dedi. ‘Allah’a yemin ederim ben daha çok haksızlık yaptım.’ Bu sözlerini iki defa tekrarlayınca Peygamber şöyle buyurdu:

‘Allah beni size (peygamber olarak) gönderdi. Sizler, ‘Yalan söylüyorsun.’ dediniz. Ebu Bekir ise ‘Doğru söylüyor.’ dedi, canıyla, malıyla beni koruyup gözetti. Benim arkadaşımı bana bırakmayacak mısınız? (onu rahatsız edecek şeyler yapmaktan vazgeçmeyecek misiniz), sözünü iki defa tekrarladı ve bundan sonra onu rahatsız edecek bir şey yapılmadı.” [3]

“Peygamber ‘in huzurunda iki adam birbirine ağır sözler söyledi. Biz de onun yanında oturuyorduk. Onlardan birisi öfke ile arkadaşına söverken yüzü de kızarmıştı. Peygamber bunun üzerine: ‘Şüphesiz ki ben bir söz biliyorum. Onu söyleyecek olsa mutlaka o hissettiği hâli çekip gidecektir. Eğer kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığınırım, diyecek olsa bu hâli kaybolup gider.’ buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlar adama:

— Peygamber’in ne dediğini duymuyor musun? dediler. Adam:

— Ben deli değilim, diye cevap verdi.” [4]

Enes’ten (ra):

“Rubeyy’in kız kardeşi Ümmü Harise bir kimseyi yaralamıştı. Peygamber’in huzurunda yargılandılar. Sonunda Resûlullah:

— Kısas yapılsın! Kısas yapılsın! buyurdu. Bunun üzerine Ümmü Rubeyy:

— Ey Allah’ın Resûlü, falan kadından dolayı kısas yapılır mı? Allah’a yemin olsun ki o kadından dolayı kısas yapılamaz, dedi. Resûlullah:

— Subhanallah! Ey Ümmü Rubeyy, kısas Allah’ın emridir, buyurdu.

Ümmü Rubeyy: ‘O kadından dolayı asla kısas yapılamaz.’ dedi. Sürekli bu konuşma devam etti neticede karşı taraftakiler kısas yerine diyet almayı kabul ettiler. Bunun üzerine Resûllulah: ‘Allah’ın kullarından öyleleri vardır ki, eğer Allah’a yemin etseler Allah onların yeminlerini doğru çıkarır.’ buyurdu.” [5]

İnsanın olduğu yerde sorun kaçınılmazsa, yaşanan sorunlarda şer’i usule göre hareket etmek de kaçınılmazdır. Aksi hâlde normal olan insani sorunlar, İslam açısından normal olmayan kin, düşmanlık ve gruplaşmaya neden olur. Ki, şeytanın istediği de budur. Sorundan öte, sorunların Müslimleri düşmanlaştırması ve gruplaşmaya yani İslam toplumunu içten bölmeye sevk etmesidir.

Yaşadığımız insani sorunların biri bize, biri de sorumlulara bakan iki yönü vardır. Bize bakan yönü; olanı olduğu gibi anlatmak, şeytan ve nefse uyarak, kin ve intikam duygusunun yönlendirmesiyle adaletten sapmamaktır. Allah da (cc) bizden bunu istemektedir.

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adaletli şahitler olun. Bir kavme olan öfkeniz/kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sevk etmesin. Adaletli olun! O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” [6]

Sorumlulara bakan yönü; iki tarafı dinlemek ve tarafları dinledikten sonra haklı ile haksızı birbirinden ayırmaktır. İki tarafın sorun yaşadığı bir olayda tek tarafı dinleyerek hareket etmenin zulüm olduğunu ve kıyamet günü zulmün, zulumat/karanlıklar olarak kendilerini kuşatacağını unutmamaktır.[7]

Şu bir gerçek; bazı insanlar öyle etkili konuşur ki, Allah Resûlü’nü (sav) dahi etkiler ve haksız karar çıkmasına neden olurlar. Allah Resûlü şöyle buyurdu:

“Şüphesiz ki siz bana anlaşmazlıklarınızı getiriyorsunuz, bu arada biriniz delilini diğerinden daha etkili (belağatlı) anlatabilir. Bu yüzden ben de duyduğuma göre onun lehine hüküm verebilirim. Dolasıyla her kime (haksız yere) kardeşinin hakkından bir şey bölüp verirsem onu almasın. Çünkü ben ona ateşten bir parça bölmüşümdür.” buyurmuştur.[8]

Ne olursa olsun, sorumlular iki tarafı dinlemeli, anlatılanları tetkik etmeli, gerekirse şahit dinlemeli ve konuya tüm yönleriyle vakıf olduktan sonra karar vermelidirler.

Şayet süreç bu şekilde işlemiş; tek taraflı dinlemeyle yetinilmiş veya tarafların iddialarının doğruluğu tahkik edilmeden hüküm inşa edilmişse ortada bir zulüm var demektir.

Yaşadığı bir sorunda tek tarafın dinlenilerek kendisiyle konuşulan/nasihat edilen kardeşimiz mutlaka bunu cemaate iletmeli, şeriata aykırı bu usulden yöneticilerin haberdar olmasını sağlamalıdır. Şayet bu zulmü yapan yönetimse (veya lider) onlarla şeriat önünde muhakeme olmak istediğini belirtmeli, iki tarafın rıza göstereceği üçüncü bir şahıs/kurum karşısında sorun çözülmelidir. Zira çözülmemiş her sorun, yapıdaki bir çatlaktır ve oradan içeriye fitne, kin, vesvese dışında bir şey girmeyecektir.

Şunu unutmamak gerekir ki; şeriata muhalefet zulümdür. Bir yapıda var olan her zulüm; yapının temellerini sarsan, birliğini bozan, Allah’ın (cc) yardımını geciktiren bir illettir. Hiçbir Müslim zulmün hiçbir çeşidine sessiz kalmamalı, İslam’ın emrettiği edep, itidal ve vakarla zulmün giderilmesini sağlamalıdır. Allah Resûlü’nün (sav) hikmet pınarından bir damlayla sözümü noktalamak istiyorum:

Enes bin Malik’in nakline göre Resûlullah (sav):

” ‘Müslim kardeşine zalim iken de mazlum iken de yardım et.’ buyurdu. Bir kişi:

— Ya Resûlullah! Müslim kardeş mazlum olduğu zaman ona yardım ederim, fakat o zalim olduğu zaman ona nasıl yardım edeceğim söyler misin? diye sordu. Resûlullah:

— Onu zulmünden alıkoyarsın ya da zulmüne engel olursun işte bu ona yardım etmektir, buyurdu.” [9]

Soru: Hocam! Maneviyat, kardeşlik ve dayanışmayı arttıracak programları yeterli bulmuyorum. Bunun sebebini öğrenmek istiyorum.

İslam’ın maneviyata yönelik nizamı bellidir. Günlük beş vakit namaz, farz olan hac, zekât, oruç… Bu ibadetler kişiyi Rabbine yakınlaştırmak, onu ateşten kurtarıp cennete eriştirmek için yeterlidir. Rabbine daha fazla yakınlaşmak ve cennette yüksek makamlar elde etmek için Ramazan Ayı, Kadir Gecesi, Zilhicce’nin ilk on günü meşru kılınmıştır. Daha fazlasına talip olan ve ihsan üzere kulluk yapmak isteyenler için nafile namaz, nafile oruç, zikir, infak/sadaka gibi ibadetler ve tüm bunların zirvesi olan Allah yolunda cihad meşru kılınmıştır.

Kişi bu ibadetlerin kıymetini bilse ve şeytanın ibadetlerini zayi etmesine engel olsa, Nebevi ifadeyle kulluğu için ribat/nöbet tutsa; bu kadarı ruhu doyurmak ve arındırmak için yeterlidir. Örnek olarak farz namazı ele alalım; Allah (cc) ve Resûlü (sav) beş vakit farz namaz için şöyle buyuruyor:

“Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz ki namaz, insanı fuhşiyat ve münkerden alıkoyar. (Kıldığınız namaza karşılık) Allah’ın sizi anması daha büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.” [10]

Ebu Hureyre’den (ra) şöyle nakledilmiştir:

“Peygamber:

— Sizden birinizin kapısının önünden günde beş kez yıkandığı bir nehir aksa, ne dersiniz bu yıkanma onun üzerinde bir kir bırakır mı, diye sordu. Ashab-ı kiram:

— Kirden eser bırakmaz, diye cevap verdi.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: ‘Beş vakit namaz da böyledir. Onlar sayesinde Allah, günahları siler.’ ” [11]

Yalnızca farz namaz dahi hakkı verilerek kılınsa, kişiyi kötülüklerden alıkoyacak etkiye ve onu arındıracak güce sahiptir. Ancak elindeki hazinenin kıymetini bilmeyen insan, namazı zayi edip kendisini kötülükten alıkoyup arındıracak programlara heves eder. Allah’ın (cc)programıyla arınıp ıslah olmayanı hangi program ıslah edebilir ki? Böyle insanların durumu şuna benzer: Önünde insanı doyuracak, besleyecek ve güç verecek mükellef bir sofra vardır. “Her gün aynı şeyleri yiyorum.” diyerek sofraya burun kıvırır. Sonra beslenmek için insan vücuduyla uyumsuz, kimyasallarla genetiği bozulmuş, zararlı yiyeceklere yönelir. Doymadığı ve beslenmediği gibi kendi vücudunu zehirler. Yalnızca ağzında güzel bir tat hisseder. Ki, bu da yapay bir tattır ve tamamen beyni yanıltmaya yönelik bir hilenin eseridir.

Tasavvufu ortaya çıkaran ve zamanla İslam’dan tamamen ayrı yapay bir din hâline getiren, insanoğlunun yapay maneviyat arayışıdır. Bir tarafta daha iyisini arayan zahidler, öte tarafta nefisleriyle mücadeleyi göze alamayıp kısa yoldan arınmak isteyen günahkârlar; el birliğiyle tasavvufu ortaya çıkarmıştır. Bugün kesin olarak biliyoruz ki; bu yapay programlar (Tasavvuf ve öğretileri) insanları arındırmadığı gibi, günahtan çok daha tehlikeli şirk sarmalına düşürmüştür.

Sözün özü; Elimizdekinin kıymetini bilelim. Şeytanın ibadetlerimizi talan etmesine müsaade etmeyelim. Bizi Allah’a yakınlaştıracak ve arındıracak ibadetler, her bir gün ve geceye Allah tarafından yerleştirilmiştir. Şüphesiz ki O (cc) bizi bizden daha iyi tanımakta, bizi ıslah edecek olanın kemmiyet ve keyfiyetini en iyi bilmekte olandır. O’nun bizim için razı olduğuyla yetinelim… Yapay programlarla ruhun sonsuzluğunun giderilmeyeceğini bilelim.

Kardeşlik ve Dayanışma!

Kardeşlik ve dayanışma; kalpte yer eden merhamet duygusunun ve kişinin mücahadeyle kazandığı empati, cömertlik, iyilik yapma (birr) vb. ahlakların amele dökülmüş hâlidir. Kardeşlik ve dayanışmaya dönük programlar; var olan merhamet duygusunu ve mezkûr ahlakları açığa çıkarabilir, güçlendirebilir. Ancak hiç olmayan bu duyguları oluşturmaz. Bilakis merhametten ve kardeşliğe sevk eden ahlaklardan uzak insanlar, bu programlardan sıkılır, çoğu zaman bir yük gibi görür. Böyle insanlar için bu programların getiriden ziyade götürüsü olur.

Allah korkusu ve ahirete iman şuuruyla sorumluluğunu yerine getirmeyen çoğu insan, sorunun kendinden kaynaklandığını görmek istemez. Yapması gerekip de yapamadığı şeyleri, ondan kaynaklanmayan eksikliklere bağlar. Örneğin yeterince program olsa, Müslimlere karşı sorumluluğunu yerine getireceğine ve iyi bir insan olacağına inanır. Aslında bir insanın kardeşliğe dair sorumluluklarında eksik olduğunu hissetmesi güzeldir. Bu, kalbinin masiyetler ve akidevi hastalıklarla ölmediğini gösterir. Sorun, şeytanın bu hayat alametine hücum edip boğmaya çalışması; sıkıntının kişiden değil program eksikliğinden kaynaklandığına ikna etmesidir. Zira bu inanç, kişinin düzelmesinin önünde bir engeldir.

Bir kardeşiniz olarak gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: İnsan çevreyi ıslah etmek için harcadığı düşünsel, dilsel ve eylemsel çabayı, öz benliğini ıslah için harcasa; iyi bir kul ve iyi bir kardeş olacağı muhakkaktır. Yine şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Bugüne kadar yapılan kardeşlik ve dayanışma programları bu illetle muzdarip insanlara hiçbir katkı sunmamıştır. Daha dakik bir ifadeyle olumsuz bir katkısı olmadıysa, olumlu bir katkısı olmamıştır. Bu gözler/kulaklar yetimler için yapılan kermeste pazarlık yapanları; kermese yardımcı olup ecir alsın diye çağrılan insanların kendisi için (satın almak üzere) kenara mal ayırdığını; İslam için çalışıp nefsin kibrinden arınsın diye fırsat verilenlerin “Hamal tutayım, o taşısın parasını ben vereyim.” dediğini; Müslimler eşyasını kullanamasın diye kullanılabilir eşyayı satıp kullanımı mümkün olmayan eşya alanları gördü, duydu… Hamd olsun, bugün birçoğu aramızda değil. Aramızda kalan azınlık da kendilerini ıslah etmezlerse mutlaka bir gün dökülecektir. Bu bir davadır. Islah edip dönüştüremediği hastaları bünyesinde barındırmaz. Zamanı geldiğinde ya kervanın gerisinde bırakır ya da yolun kenarına… Allah’a sığınırız.

Tehlikeli Bir Anlayış!

Cemaatsel çalışmanın sayısız hayır ve bereketi yanında, bazı olumsuz yönleri, ahlak âlimlerinden ödünç alarak söylersem “afetleri” vardır. Bunlardan biri de “her şeyi cemaatten bekleme” anlayışıdır. Ancak bir program yapılırsa, söylenirse, istenirse… bazı sorumluluklarını hatırlamak; aksi hâlde hiçbir şeyi dert edinmeden vurdumduymaz ve sorumsuz bir hayat sürmektir.

Açıkçası bu anlayış tehlikelidir. Zira kişideki hayır potansiyelini açığa çıkarmak, yönlendirmek ve geliştirmek için var olan cemaati; potansiyeli örten ve yok eden bir duruma düşürmektir. Akıllı bir Müslim, sorumluluklarını iyi bilmeli ve her şeyden önce Allah’a (cc) kul olduğunu unutmamalıdır. O bir memur ya da işçi değildir. Düğmesi olan bir robot da değildir… İnsandır… Duygularıyla, arzularıyla, takvası ve fücuruyla, özündeki çamur ve ilahî nefhayla insan… İyi tarafını işlerse takvalı bir Müslim, kötü yönünü işlerse fasık bir Müslim olacağını bilmelidir. İyi bir kul olabilmek için gayret etmeli, kulluk yapmak için kimseden emir, talimat, nasihat beklememelidir.

Allah’a tevekkül etmeli, hayra kulak vermeli ve kulluğunu yapmalıdır. Bunun yanında daha iyisini yapmak, unuttuğunda hatırlamak, yorulduğunda ellerinden tutmak için kardeşler/cemaat var eden Allah’a hamdetmelidir.

Kul olduğunun bilincinde olana cemaat rahmettir. Kul olduğunun bilincinde olmayana hiçbir cemaatin ve programın yapabileceği bir şey yoktur. Unutmayın Allah Resûlü’nden ders alan, her gün onun (sav) arkasında namaz kılan, onunla Allah yolunda cihad eden, sayısız ayete/mucizeye tanıklık eden Medine halkının üçte biri helak oldu. Niye? Çünkü Allah’a (cc) kul olduklarının bilincinde değillerdi! Resûl’ün ve İslami bir toplumun varlığı yalnızca onların hastalığını arttırdı.

Rabbim bizleri arındırdığı, ıslah ettiği, takva ve kulluk şuuruyla donattığı kullarından kılsın. Allahumme âmin…

Soru: Çocuklarımızın İslam üzere yetişmesi için ne yapmalıyız? Müslim olmayanların çocukları Müslim çocuklarından daha akıllı ve terbiyeli diye düşünüyorum, buna katılır mısınız?

Çocuklarımızın nasıl olmasını istiyorsak; o ahlakı üstümüzde taşımalı, istediğimiz ahlaka uygun bir ev ortamı oluşturmalı ve hedef ahlakı destekleyen insanlarla yakın ilişkiler geliştirmeliyiz. Çünkü yüce Allah, çocuğu; kopyalayan, birebir modelleyen bir fıtrat üzere yaratmıştır. Çocuk ebeveynin, ev ortamının ve sürekli görüştüğü insanların minik bir toplamıdır.

Çocuklarımızın bir diğer özelliği duyduklarını unutmaları, gördüklerini kalp ve zihin dünyalarına kazımalarıdır. Hâliyle istenilen ahlaki özellikleri çocuğa anlatmanın, yap yapma tarzında talimatların çocuk dünyasında bir karşılığı yoktur. Çocuğumuza ne anlatmak istiyorsak, bir aynanın karşısına geçip kendimize anlatmalı, yaşantımızla örnek davranışı çocuğumuza öğretmeliyiz.

İslam üzere çocuk yetiştirmenin temel meselelerinden biri; ebeveyn arasındaki anlayış ve amel uyumudur. Şayet anne babanın, baba da annenin örnekliğini bozuyorsa, çocuğu dengesizleştirir fıtrat ayarlarını bozarlar. Allah’ın (cc) rahmet edip korudukları hariç, çocuk maske takmayı, ortama göre davranmayı, nabza göre şerbet vermeyi, kitabın ortasından söyleyecek olursak “münafıklığı” öğrenir.

Şu gerçeği çocuk eğitiminde serlevha edinelim: Bizdeki bir derecelik sapma, çocuğun hayatına on derecelik bir sapma olarak yansır. Zira çocuk, yalnızca hatalı davranışı kopyalamaz. Davranışı ve davranışı var eden itikadi/ahlaki hastalığı da kopyalar. Örnek olsun; bir evde namaz vakitlerine uyma hassasiyeti yoksa, çocukta namaz hassasiyeti gelişmez. Bununla birlikte “hayat veren ilahî çağrıya” icabet etmeme hastalığı gelişir. Çünkü ebeveyni namaza karşı sorumsuz davranmaya iten itikadi bir hastalık vardır: Yüce Allah’ın “hayat veren çağrısını”önemsememe, kaale almama, ilgisiz davranma! Yarın bu çocuk yalnızca namazında gafil olmayacak; dine Ensar olmaya davet edildiğinde, Allah yolunda malıyla ve canıyla mücadeleye çağrıldığında, “Allah’tan kork.” dendiğinde ağırdan alacaktır. Evdeki her masiyet, çocuğun kalbindeki Allah algısını zedeleyecektir. O’na (cc) karşı olması gereken sevgi ve saygı yara alacaktır. Rahatlıkla gıybet yapan bir annenin çocuğu hırsızlık yapacak; ev halkına zulmeden bir babanın çocukları Allah’ın haram kıldıklarını yiyip içecektir. Çünkü masiyetin sürekli olduğu evde “Allah’ın sınırları” hassasiyeti yani “takva” yerleşmeyecektir. Allah muhafaza!

Bir diğer serlevhamız şu olmalıdır: Kalpler Allah’ın elindedir. O (cc) dilediği kalbe hidayet eder, dilediğini saptırır. O’na çokça iltica etmeli; bizi ve çocuklarımızı koruması için niyazda bulunmalıyız. Nuh (as) kötü bir baba değildir şüphesiz, ama oğlu salih olmayan kötü bir ameldir! Ömer (ra) kötü bir baba değildir şüphesiz, ama içki içen oğlu vardır! Ebu Bekir tüm ümmete on dört asırdır örneklik ediyor, ama oğlu Osman’ı katleden isyancılarla birlikte hareket etmişti…

Bazen ebeveynin salih olması çocuğun salih olması için yeterli olmaz. Bu sebeple yaptıklarımıza güvenmemeli, Rabbimizden çokça yardım istemeli ve çocuklarımızı O’nun (cc) rahmetine emanet etmeliyiz… Korunan ancak O’nun koruduklarıdır.

Muvahhid çocuklarla muvahhid olmayan çocuklarla ilgili karşılaştırmanıza katılmıyorum. Çokça duyduğum bir kıyaslama ve yanlış bir çıkarımı biraz nankörce buluyorum. Şöyle ki;

Muvahhid olmayan çocuklar; ekran, okul süreci ve ebeveynin hurafeleriyle çocuklukları işgal edilmiş, bir yetişkini dahi ruhsal bunalıma sürükleyen anlamsız bir yarışa sokularak çocuklukları iğfal edilmiştir. Çocukça davranışlar sergileyemiyor oluşları bundandır.

Yetişkinler güç gösterisi yaparak, cezalandırarak, çocukça bir yaşamdan mahrum bırakarak çocukları zapturapt altına almışlardır. Bunun en hayırlı şahidi; övüle övüle bitirilemeyen çocukların, belli bir yaştan sonra ebeveynleri için kabusa dönmesidir. Zapturapt altına alınan çocuklar fırsatı buldukları ilk andan itibaren ebeveynlerine kabuslar yaşatmaktadır.

Bir çocuğa sürekli uyuşturucu ilaçlar verip hareketsizleştirebilir, sesini soluğunu kesebilirsiniz. Ancak böyle bir çocuğa akıllı, uslu, edepli… diyemezsiniz. Bugün birçok çocuk eroinden/bonzaiden daha tehlikeli dijital aletlerle uyuşturulmaktadır. Oyun, çizgi film, video… ile beyin kimyaları bozulmuştur. Pornografinin çocuklar arasındaki yayılma oranlarına ve sanal ortam üzerinden gelişen çocuk istismarı istatistiklerine bakınca ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Maalesef karşımızda uslu ve edepli çocuklar yoktur. Karşımızda işgal edilmiş, iğfal edilmiş, uyarılmış ve uyuşturulmuş bir nesil vardır.

Yetişkinlerin kendilerini gösterebilmek için her türlü çocukluğu yaptığı; çocukların görünmek/fark edilmek için yetişkin gibi davrandığı bir acaip zamanda yaşıyoruz. Elbette bu, kendiliğinden gelişen bir durum değildir. Ekini ve nesli ifsad eden, yeryüzünde bozgunculuk yapan, toplumu müşrikleştirmek için gece gündüz tuzak kuranların… toplum mühendisliği yaparak oluşturduğu anormal bir durumdur.

Müslim çocuklar çocuk gibi davrandığından bize tuhaf geliyor. Onları dönüştürmek, değiştirmek ve kendimize benzetmek istiyoruz. Galiba birileri bize zulmetti, biz de çocuklara zulmedelim de kısas olsun diye düşünüyoruz! Yapmayın derim! İnancı, ahlakı, kültürü ifsad edilmiş, fıtratıyla oynanmış şirk toplumunu ölçü alıp çocuklarınıza/çocuklarımıza zulmetmeyin. Allah’a yemin olsun ki; yetişkinlerin sosyal medya şempanzesine döndüğü, çocukların yetişkin gibi davrandığı bir toplum normal bir toplum değildir. Muvahhid Müslimlere de ölçü olamazlar. Bırakın çocuklar çocukluklarını yaşasın. Gülsünler, oynasınlar, yaramazlık yapsınlar… Allah (cc) dahi onları mükellef tutmamıştır. O’ndan daha iyi biliyormuş gibi çocuklara mükellef muamelesi yapmayın!

Şayet çocuklarımıza bir iyilik yapmak istiyorsanız onlara adap, zarafet, estetik bilinci kazandırın. Zira Müslimlerin çoğu toplumun alt tabakalarından geliyor. Bu konuda ebeveynlerde de bir bilinçsizlik var. Allah Resûlü’nün (sav) bedevi, kaba ve kibirli bir toplumdan medeni, ince ruhlu ve mütevazı bir toplum meydana getirdiği gibi; başta yetişkin müminlere, sonra da çocuklara adap ve zarafet konusunda örnek olun. Birde onlara öğrenmeyi, okumayı ve dinlemeyi öğretin. “Oku” diyerek değil, okuyarak yapın bunu… Sizi okurken görsünler… Onlara sık sık kitap okuyun… Sorular sorun… Okuduğunuzu anlatmalarını isteyin… Onları sabırla dinleyin… Okumayı öğrenenlerin size kitap okumasını rica edin… Okunan metin üzerine sohbet edin… Onlara kitap hediye edin… Kitaplarla zihni, zerafetle duyguları terbiye olmuş ve çocukluğunu çocuk gibi yaşamış nesiller bizimdir, Allah’ın izniyle. Uyuşturulmuş, zapturapt altına alınmış, erken uyarılmış, çocukluğu işgal edilmiş çocuklar bizim değil, düzenindir. Bugün olmasa bile bir gün mutlaka çalınan çocukluklarını yaşamak isteyeceklerdir. Bu da Müslim bir ebeveyn için kabustur.

Soru: Hocam! Benim iki sorum olacak:

• Allah’a hamd olsun tevhid daveti yayılıyor. Davete icabet edenler her geçen gün artıyor. Ben bu durumdan dolayı endişeleniyorum. Acaba hızlı mı büyüyoruz? Bu kalabalığı kontrol edebilir miyiz? Büyüme karşısında ne yapmamız lazım?

• Mescidlerde davet yapan kardeşlerinize neler tavsiye etmek istersiniz?

Birinci sorudan başlayacak olursam şunları söyleyebilirim:

Hiç şüphesiz kalpler Allah’ın elindedir. Bir daveti yayan, duyulmasını sağlayan, sonra kalpleri o davete açan O’dur (cc)… O’nun hiçbir işinde abes yoktur. O El-Hakîm’dir; her hükmünde sayısız hikmet vardır. Tevhid ve sünnet daveti yayılıyorsa bu O’nun iradesidir. İradenizi O’nun iradesine tabi kılın. O’nun hükmüne teslim olun… Korkmak yerine O’ndan yardım isteyin. Kolay, O’nun kolay kıldığıdır. O bizde sabır ve takva görürse işlerimizi kolaylaştırır, rahmetiyle bizi kuşatır, her işimizi bereketli kılar.

Sonra unutmayın ki; İslam davetinin ve İslam cemaatinin tabiatı budur… Onlar yavaş yavaş artar, çoğalırlar. Hani Hırakl Ebu Sufyan’a sormuştu:

“— (Muhammed ve ashabı) artıyor mu eksiliyor mu, Ebu Sufyan:

— Artıyorlar, demişti. Hırakl cevaben:

— İman böyledir. Tamamlanıcıya kadar artmaya devam eder, karşılık vermişti.” [12]

Muhammedî davetin taraftarları da artacaktır elbet…

Şayet örnek/öncü bir kadro oluşuyorsa, sayının çokluğu -çürükler olsa da- zarar vermez. “Su iki kulleye ulaşırsa pislenmez.” anlayacağınız. Allah Resûlü (sav) örnek bir öncü kadro oluşturunca, cemaatin üçte biri münafık olsa da, İslam cemaatine zarar veremedi… Biz elimizden geldiği kadar özü koruyalım. Özü canlı tutmaya, sayısını çoğaltmaya, sağlamlaştırmaya çalışalım.

İkinci sorunuza gelince;

Mescidlerde davet yapan kardeşlerimize yazının sınırları içinde birkaç tavsiyede bulunabilirim:

Davetçi kardeşlerimizin davet öncesinde mutlaka Allah’a yönelip dua etmesi gerekir. Zira beyanı/açıklamayı öğreten de kalpleri davete açan da Allah’tır… Davetten önce Allah’a (cc) dua etmek, Musa’nın (as) sünnetidir.

“(Musa) demişti ki: ‘Rabbim! Göğsümü genişlet! İşimi kolaylaştır. Dilimdeki bağı/düğümü çöz ki sözümü anlayabilsinler.’ “ [13]

Davetçi kardeşlerimizin dış görünümlerine dikkat etmeleri gerekir. Kıyafetleri uyumlu/sade, temiz ve bakımlı olmalıdır. Saç, sakal, tırnak, ağız ve beden temizliğine dikkat etmelidir. Çünkü insanlar ilk karşılaşmadan çok etkilenir, ilk birkaç saniye içinde karşıdakini zihnen konumlandırırlar. Bir Müslim’e yakışan temiz ve sade bir görünüme sahip olmak, muhatabı rahatsız edecek bir görünümden sakınmaktır.

Anlatmak istediği konunun ana mesajına önceden çalışmış olmalı; kısa, anlaşılır ve sade bir konuşma yapmalıdır. Hazırlıksız konuşmalar dağınık ve uzun olur. Tevhid daveti tevhidin kendisi gibi öz, sade ve anlaşılır olmalıdır.

Muhatabın ismini öğrenmeli; sohbet boyunca ismiyle ve yanına saygı ifadesi ekleyerek konuşmalıdır. Örneğin, Ahmet Abi, Ahmet Bey gibi… İnsanlara isimleriyle ve saygı bildiren kelimelerle hitap etmek davetçiyle muhatap arasında yakınlık oluşturur.

Konuşurken yüzünden tebessümü eksik etmemelidir. Allah Resûlü (sav) ikili diyaloglarda tebessüm ederek konuşurdu. Çünkü tebessüm eden bir yüz, ruhu dinginleştirir. Kelimeler daha yumuşak ve merhametli çıkar ağızdan. Takdir ederiz ki; tebessüm eden bir insan istese de sert, kaba ve kırıcı konuşamaz.

Bir şeyi hiç unutmamak gerekir: Tağutlara meydan okumak ve şirk toplumunu bir bütün olarak karşısına alıp davet yapmakla, birebir davet arasında fark vardır. Birebir davette muhatabımız Firavun dahi olsa yumuşak söz söylemekle mükellefiz.

“İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o azgınlaştı. Ona yumuşak bir söz söyleyin. Umulur ki öğüt alır ya da korkar.” [14]

Yumuşak sözü sağlayan şey tebessüm eden bir yüzdür.

Muhataba söz hakkı vermeli, muhatap konuşurken sözünü kesmemeli, onu ilgiyle dinlemelidir. Allah Resûlü’nün (sav) yaptığı gibi tüm bedeniyle muhataba yönelmeli, sözünün bittiğinden emin olmak için “Bitti mi?” diye sormalıdır.

Davet ortamının kontrolünü sağlamalı, ortamı sabote eden insanların girişimlerine müsaade etmemelidir. Konuyu dağıtan, konuşulan konuyu genişleten, davetçinin öncelik sırasını bozan sorulara cevap vermemelidir. Meclis adabından uzak insanların daveti sabote girişimlerini, kardeşlerinden yardım alarak bertaraf etmelidir.

Davetin tek celselik bir ibadet olmadığını bilmeli, muhatabıyla insani bir diyalog kurmalıdır. Anlatmak istediklerini parçalara ayırmalı, adım adım ilerlemelidir. Öncelik her zaman Allah’a (cc) teslimiyet ve tevhid üzere kulluk olmalı, kaynak bilinci muhataba verilmelidir. Zira Allah’a hakkıyla teslim olan ve doğru kaynaktan beslenen insan; kulluğun gereklerini hakkıyla kabul edecek öğrendikçe amel yapacaktır.

Davet yaptığı kişiyi ilgiyle takip etmeli, davetini mescid ortamının dışına taşırmalıdır. Muhatabını evinde/iş yerinde ziyaret etmeli, kendi evinde ağırlamaya gayret etmelidir. Unutmamalıdır ki; kazandığı her insan, dünyada ayaklarını sabit kılacak bir dine yardım ve ahirette onu cennete götürecek bir salih ameldir.

Bu ay bu kadarla iktifa ediyor, sizleri yüce Allah’a emanet ediyorum. Rabbim amellerinizi devamlı, bereketli ve sonuç alınan “muvaffak amellerden” kılsın.

[1] .Hadiste “Muhacir, Allah’ın yasakladığını terk eden kimsedir.” (Buhari, 10) buyrulmuştur.

[2] .Amiroğulları ve Şeybanoğulları görüşmesi bunun örneklerindendir.

[3] .Buhari, 3661

[4] .Buhari, 6115; Müslim, 2610

[5] .Buhari, 4611; Müslim, 1675

[6] .5/Mâide, 8

[7] .Bk. Buhari, 2447; Müslim, 2579

[8] .Buhari, 6967; Müslim, 1713

[9] .Buhari, 6952; Müslim, 2443

[10] .9/Ankebût, 45

[11] .Buhari, 528; Müslim, 667

[12] .Bk. Buhari, 7

[13] .20/Tâhâ, 25-28

[14] .20/Tâhâ, 43-44

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver