Recî’ Vakıası – 2

RECÎ’ VAKIASI

Hamd Allah’a; salât ve selam, O’nun Resûl’üne olsun.

Bedir Savaşı sonrası çevredeki kabileler ile Medine içerisinde hissedilen üstünlük hâli Uhud Savaşı’yla akamete uğramıştı. Bedeviler ve Medine içerisindeki münafıklar ile Yahudiler, müminleri yok etme ihtimalini yeniden yüksek perdede dillendirmeye başladılar.

Peygamberimiz (sav) stratejik bir hamleyle Hamrau’l Esed’e giderek Uhud yenilgisinin etkisini kısmen kırsa da tam manasıyla eski günlere dönüldüğü söylenemezdi.

Tam da bugünlerde Esed Kabilesi’nin etrafta topladığı askerleriyle Medine’ye baskın yapacakları haberi geldi. Peygamberimiz (sav) bunu bir fırsat olarak gördü ve her ortamda Medine’yi yerle bir edeceğini söyleyen bu azgın güruha âni bir baskın düzenlenmesini emrederek heveslerini kursaklarında bıraktı. Uhud Gazisi Ebû Seleme (ra) komutasındaki 150 kişilik bir topluluk Esed Kabilesi’ne harekât düzenledi. Mülklerine el koyup onları zelil bir hâlde terk ettiler.

Yine Medine İslam Devleti’ne saldırmak için adam toplamaya başlayan Sufyân ibni Hâlid de Peygamberimizin (sav) görevlendirmesiyle Abdullah ibni Uneys (ra) tarafından öldürüldü.

Bu iki kritik hamle, Uhud’da darbe alınsa da müminlerin hâlâ ayakta ve duruma hâkim olduklarını göstermesi açısından çok önemliydi.

Ancak hemen sonrasında yaşanan Recî’ ve Bir’i Maune hadiseleri İslam tarihindeki en acı olaylardan ikisi olarak hafızalara kazınacaktı.

Recî’ Vakıası’nda Âsım ile Abdullah (r.anhuma) şehit edildikten sonra, esir olarak Mekke’ye götürülen Zeyd ve Hubeyb (r.anhuma), müminlerden intikam alma hırsıyla yanıp tutuşan Mekkeli müşriklere satıldı:

“Hubeyb’i, Hâris ibni Nevfel’in oğulları satın aldı. Hubeyb, Hârisoğullarının yanında (haram aylar geçinceye kadar) esir olarak kaldı. Nihayet onu öldürmeye karar verdiklerinde Hubeyb etek ve koltuk altı tıraşı yapmak için Hâris kızlarının birinden bir ustura istedi, kadın da ona usturayı temin etti.

Kadın şöyle demiştir: ‘Bu arada ben farkında değilken benim çocuğum, Hubeyb’in yanına yürümüş ve onun yanına varmış. Hubeyb de (elinde ustura olduğu hâlde) çocuğu baldırı üzerine koymuş. Ben çocuğumu bu vaziyette görünce Hubeyb onu usturayla kesecek diye korktum.

Hubeyb, elinde ustura olduğu hâlde benim bu korkumu anladı da, ‘Çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? İnşallah ben o işi yapacak değilim.’ dedi.

Zeyneb adındaki o kadın şöyle demiştir: ‘Ben asla Hubeyb’den daha hayırlı bir esir görmedim. Yemin olsun bir gün ben onu, kendisi demirle bağlı olduğu hâlde elinde bir üzüm salkımından yerken görmüşümdür. Hâlbuki o zaman Mekke’de bu meyve hiç yoktu. Bu ancak Allah’ın, Hubeyb’e ihsan ettiği bir rızıktır.’

Nihayet Hubeyb’i, Hill’de öldürmek için Harem’den çıkardıklarında Hubeyb onlara, ‘Beni serbest bırakın da iki rekât namaz kılayım.’ dedi.

Sonra namazını bitirip onların yanına döndü ve ‘Eğer bende ölümden bir korku olduğunu düşünmeniz olmasaydı muhakkak namazı arttırırdım.’ dedi.

İşte böylece Hubeyb, öldürülme sırasında iki rekât namaz kılmayı sünnetleştiren ilk kimse olmuştur.

Bundan sonra Hubeyb, ‘Allah’ım! Onların hepsini say. Onları dağınık dağınık öldür. Onlardan hiçbirini diri bırakma.’ diye beddua etti.

Bundan sonra da şu beyitleri söyledi: ‘Ben Müslim olarak öldürülürken buna aldırmam. Çünkü ölümüm hangi yerde olsa Allah içindir. Bu ölüm Allah’ın zatı (O’nun rızasını arama) yolundadır.

Eğer O isterse, parça edilmiş cesedin eklemleri üzerine de bereketler ihsan eder.’

Bundan sonra Ebû Sirvaa Ukbe ibni Hâris, Hubeyb’e yönelip onu öldürdü.”[1]

Muaviye ibni Ebû Sufyan şöyle dedi:

“O gün Ebû Sufyân ile birlikte orada bulunanların içinde ben de vardım. Hubeyb’in duasını işittiğimde korkarak yere yattım.

Müşrikler şöyle derlerdi: ‘Bir adamın üzerine beddua edildiği zaman yan yatınca o beddua ondan gider.’ ”[2]

Kıssanın bu bölümünde ilk dikkatimizi çeken husus Hubeyb’in (ra) elinde imkân olmasına rağmen çocuğa zarar vermemesi ve intikam duygusuyla hareket etmemesidir. İslam sadece itikadi ve ibadi hususlardan ibaret değildir. Aynı zamanda tüm insanlara örnek olacak bireyler yetiştirmeyi de hedefler. İşte o bireyler benliklerini Kur’ân ve Sünnet potasında eriterek, zor zamanlarda dahi, inşa edilen bu yeni kişiliklerinin gereğini yerine getirecek şekilde hareket etmişlerdir.

Dışarıdan İslam’ı inceleyen gözler de geçmişlerini bildikleri bu kişiliklerde var olan muazzam değişikliğe hayran olup İslam’a karşı ön yargılarını kırmışlardır. Hubeyb’in kıssasındaki kadının şahitliği bunun küçük bir örneğidir.

Hubeyb şehit edilmeden hemen önce bazı isteklerde bulunuyor:

Namaz için temizlenip Rabbinin huzuruna temiz bir şekilde çıkmak

Son ânlarında Rabbine secdelerle yaklaşmak

Aslında bu, sahabenin umumunun namazla bağını bilenler için çok da şaşırtıcı olmayan bir tablodur. Onlar için namaz; yemek, içmek, nefes almak gibi zaruri bir ihtiyaçtır. Hele hele sıkıntılı ânlarında daha da fazla müracaat etme ihtiyacı hissederlerdi. Hubeyb de ölüm ânı gibi büyük bir imtihanda Rabbinden bu şekilde yardım istedi.

Dünya merkezli yaşayan ve öleceğini bilen herhangi bir kişi son ânlarında hayattan biraz daha faydalanmanın ya da ölümüne engel olabilecek bir şey varsa onu yapmanın peşinde olur. Lakin sahabenin, ahireti düşünen ve ona göre hareket eden bir mümine yakışır şekilde amel ettiğini görüyoruz.

Hubeyb öldürülmeden hemen önce müşriklere beddua ediyor. Onlar zalim olduklarını ve karşısındakilerin duasına icabet edileceğini çok iyi biliyorlar. O yüzden güya korunmak için, batıl olan dinleri adına uydurdukları ritüellere sığınıyorlar.

Şirk dini çelişkiler yumağıdır. Şayet hak olduklarına inanıyorlarsa batıl olduğuna inandıkları bir dinin mensubunun kendi ilahına yaptığı duayı umursamamaları gerekir. Eğer İslam’ı hak olarak görüyorlarsa o zaman şirk bataklığında debelenmelerinin bir anlamı yoktur.

Aynı çelişki Hubeyb’i öldürmeye götürürken de açığa çıkmaktadır. Onlar Hubeyb’i öldürmek için dinî inançlarının bir gereği olarak harem bölgesinden çıkartıyorlar. Ancak Hubeyb’e işkence etmelerinde, hainlikle onu ve arkadaşlarını ele geçirmelerinde bir sorun yok. Hâlbuki bunlar da inandıklarını iddia ettikleri batıl olan dinlerinde yasak!

“Sonra sizler (söz vermenize rağmen) birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarınızdan çıkarıyor, günah ve haddi aşmada onların aleyhine yardımlaşıyorsunuz. (Dindaşlarınız) size esir olarak geldiğinde, onları yurtlarından çıkarmak size haram kılınmasına rağmen (serbest bırakma karşılığında) fidye alıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası dünya hayatında rezil rüsva olmaktan başka bir şey değildir. Ahiret Günü’nde de azabın en çetinine uğrayacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.”[3] [4]

Dahası müşrikler bunca çelişkiye rağmen üste çıkmaya uğraşıp her fırsatta müminleri lekelemeye çalışmaktalardır. Ancak Allah (cc) onların yaptıkları cürümleri sayarak müşriklerin kendilerini temize çıkartmalarına izin vermez:

“Sana haram aylarda savaşmayı soruyorlar. De ki: ‘O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (Ancak) Allah yolundan insanları alıkoymak, O’nu (Allah’ı) inkâr, Mescid-i Haram’ın (hürmetini tanımama) ve o beldenin halkını oradan sürmek, Allah katında (haram ayda savaşmaktan) daha büyük bir günahtır. Fitne/şirk, öldürmekten daha beterdir.’ Şayet güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürünceye dek sizinle savaşırlar. Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak can verirse, onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar, ateşin ehlidir ve orada ebedî kalacaklardır.”[5] [6]

Hubeyb’in (ra) son ânlarında söylediği şiirin şu kısmı ne kadar da doğrudur:

“Eğer O (cc) isterse, parça edilmiş cesedin eklemleri üzerine de bereketler ihsan eder.”

O (ra) öyle bir sonla Rabbine gitti ki esir alınmasından ölümüne kadar her ânı bir bereket oldu.

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir…

 


[1]. Buhari, 3045

[2]. Siret-i İbn-i Hişam, Kahraman Yayınları, 3/246

[3]. 2/Bakara, 85

[4]. Yahudilere birbirleriyle savaşmaları ve birbirlerini sürgün etmeleri yasaklanmıştı. Onlar Tevrat’ın bu kesin emrini çiğneyip savaşıyorlardı. Savaş esiri olan dindaşlarına Tevrat’ın hükmünü uyguluyor, serbest bırakma karşılığında fidye alıyorlardı. Böylece Kitap’tan işlerine gelene iman ediyor, işlerine gelmeyeni inkâr etmiş oluyorlardı. Bunun gibi işine gelen yerlerde Kitab’a uyan, nefsine zor gelen yerlerde ise işi kitabına uyduranlar, Allah’ın (cc) ayetlerinden bir kısmını inkâr etmiş olurlar. Çünkü din bir bütündür ve tamamı Allah’a (cc) aittir. Tam bir teslimiyetle teslim olunmadan Müslim/mümin olunmaz. (Tevhid Meali, s. 12, Bakara Suresi, 85. ayetin açıklaması)

[5]. 2/Bakara, 217

[6]. Allah Resûlü’nün (sav) görevlendirdiği bir grup sahabi, sefer sırasında müşriklerle karşılaştı. Sahabiler, haram ayların başlayıp başlamadığında tereddüt yaşadılar. Aralarında bir çarpışma yaşandı. Bu çatışma nedeniyle İbnu’l Hadremi’yi öldürdüler. Müşrikler, bu durumu propagandaya çevirip: “Muhammed haram ayların hürmetini çiğniyor ve insanları öldürüyor.” dediler. (bk. Taberi, 4087) Allah Resûlü (sav) ve sahabesi bu hata nedeniyle üzüldü. Allah (cc) olay hakkında ayet indirerek şu mesajı verdi: Müminler hata yapmış olabilirler. Ancak şirk koşmaları, insanları Allah’ın yolundan alıkoymaları ve müminleri yurtlarından çıkarmaları sebebiyle müşriklerin hatası çok daha büyüktür. Ve asıl eleştirilmesi gerekenler müşriklerdir. (Tevhid Meali, s. 18, Bakara Suresi, 217. ayetin açıklaması)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver