Zaferin Gerçekleşmesi için Gereken 5 Esas – 1

Şüphesiz ki zafer kelimesi, bugün dünya Müslümanlarının, Rasûlullah’tan subhanehu ve teâlâ ve Raşid olan halifelerinden sonra en fazla yabancı kalmış olduğu kelimelerdendir. Çünkü zaferin doyasıya yaşanmış olduğu çağlar geride kaldı. Şimdi ise Müslümanlar zaferi elde etmek bir yana, kendi canlarını, mallarını ve ırzlarını emniyet altına almaktan aciz bir vaziyet içerisindelerdir. Ama Rablerine gönülden bağlı olan müminler için zafer, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey değildir. Çünkü hakiki olan müminler Rablerinin imkânsızlıklar içerisinde imkân var edeceğine inananlardır. Müminler öyle bir ilaha sahiptirler ki bu ilah müminlerin ‘bittik’ dedikleri yerlerde onların yardımına yetişip zulmün karanlığının en şiddetli olduğu zamanlarda onlara zaferi nasip etmiştir. Evet, Rabbimiz bu kadar kudretlidir. Ancak şu da su götürmez bir gerçektir ki bir topluluk kendini değiştirmezse Allah subhanehu ve teâlâ onlarda bulunan nimetini değiştirmiyor.

“Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir ve şüphesiz ki Allah her şeyi işitendir, bilendir.” (8/Enfal, 53)

Demek ki öncelikle bizim yapmamız gereken bir takım sorumluluklar vardır.

İşte bizler de bu sayımızda Rabbimiz izin verirse Şeyh Abdulkadir bin Abdülaziz’in kitabında yer vermiş olduğu ‘Zaferin gerçekleşmesi için gereken beş esas’ başlıklı konudan çıkarmış olduğumuz notları sizlerle paylaşacağız. Söylemiş olduğumuz tüm doğrular Rabbimize ait olup yanlış ve hatalı sözler ise nefsimizden kaynaklı olan sözlerdir.

1. Zafer Yalnızca Allah’ın Elindedir; Allah subhanehu ve teâlâ ayette şöyle buyuruyor;

“Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’ın elindedir.” (3/Ali İmran, 126)

Öncelikle burada bahsedilen zaferin illa savaş meydanında kazanılacak bir zafer olmadığını söylemek gerekir. Bu zafer savaş meydanında Allah’ın subhanehu ve teâlâ bahşedeceği bir nimet olacağı gibi aynı şekilde başka alanlarda da Rabbimizin müminlere lütfu olarak karşımıza çıkabilir. Yaptığımız işlerde başarıya ulaşıp bereketi elde etmek istiyorsak  ‘Zafer yalnızca Allah’ın elindedir.’  gerçeğine itikad etmemiz gerekmektedir. Bu itikadı ilk dillendirenler, insanların önderleri olan peygamberlerdir. Şuayb aleyhisselam kavmine diyor ki;

“Benim başarım ancak Allah’ın elindedir. Ben yalnız O’na güvenip dayandım ve yalnız O’na dönerim.” (11/Hud, 88)

İtikad etmemiz gereken bu gerçek öyle bir gerçektir ki; sahabe gibi faziletli bir topluluk dahi bu gerçeği göz ardı edip zaferin Allah’tan subhanehu ve teâlâ değil de sayısal çokluktan ve silah gücünden kaynaklandığını bir an düşününce, Allah subhanehu ve teâlâ onları bir anlık hüsrana uğrattı. Bu öyle bir hüsrandı ki Allah subhanehu ve teâlâ bu hüsranı şöyle anlattı;

“And olsun, Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip-gururlandırmıştı, fakat size bir şey de sağlayamamıştı. Yer ise, bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonra arkanıza dönüp gerisin geri gitmiştiniz. (Bundan) Sonra Allah, elçisi ile müminlerin üzerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirdi, sizin görmediğiniz orduları indirdi ve kâfirleri azarlanırdı. Bu, kâfirlerin cezasıdır.” (9/Tevbe 25-26)

Evet, Allah subhanehu ve teâlâ bu hüsranı böyle anlatıyor. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü sahabeye dar gelmiş, gerçekten de, azı müstesna birçoğu gerisin geri gitmişti. Sebep;  sahabenin bu gerçeği unutmasıydı. Müslümanların sahabenin karşı karşıya kalmış oldukları bu olaydan kendilerini uzak görmemeleri bilakis ‘Sahabe bile bu gibi durumlarla karşılaşabilmişse, acaba bizim durumumuz ne olur?’ diye düşünmeleri gerekir. Müslümanlar eğer bir çalışma içerisinde iseler bu gerçeği göz ardı etmeleri onları hüsrana yaklaştıracaktır. Ayrıca, eğer Allah subhanehu ve teâlâ Müslümanların çalışmalarına bereket ihsan etmiş ise veya Müslümanlar o çalışmadan verim elde edebiliyor ise bu nimetlerin hiçbirisi Müslümanların sayısal olarak veya nitelik olarak donanımlı olduklarından kaynaklanmaz. Bir topluluk zaferin ve bereketin Allah’tan subhanehu ve teâlâ olduğunu bilip çalışmalarını bu doğrultuda sürdürürse Allah subhanehu ve teâlâ bu bereketi günbegün arttıracaktır. Müslümanların ‘biz yaptık böyle oldu’ düşüncesinden sıyrılıp ‘Allah subhanehu ve teâlâ bunu diledi böyle oldu, zaten O dilemeseydi biz bunların hiçbirisini elde edebilecek değildik’ şuuruna ermeleri gerekmektedir.

Tabi burada şu konuyu da aktarmakta fayda vardır; bugün herkes zaferin, yardımın ve başarının Allah’ın subhanehu ve teâlâ elinde olduğunu ikrar etmektedir. Lakin bu ikrar kimi insanlarda ağızda kalıp gırtlaktan aşağıya inmemektedir. Şöyle ki bunu ikrar eden bazı insanlar -maalesef buna bazı Müslümanlar da dâhildir- bir takım sözler söyleyip Rabbine teslim olup işlerin sonucunu sadece O’na bırakan müminleri çalışmalarından alıkoymaktadırlar;

‘Siz kime karşı mücadele ettiğinizin farkında mısınız? Sizin karşınızda öyle sistemler var ki bu sistemlerin gözünden hiçbir şey kaçmamaktadır, bunlar bütün oluşumlardan haberdardır, bunların şöyle şöyle ajanları, böyle böyle silahları vardır. Sizce bunlara karşı koymak mümkün mü?’ bu sözlerden sadece birkaçıdır.

İnsanları yapmaları gerekenlerden alıkoyacak bu gibi sözler sadece zayıf iman sahiplerini etkileyip onları âtıl konuma düşürmektedir. Ancak halis olan müminlere gelince, onların derdi sadece iş yapmaktır, sonucu sadece Rabblerine bırakıp iş yapmak…  Sahabe devrinde de bu tip söylemlere sahip olanları görmekteyiz. Uhud savaşına baktığımızda savaşın sonunda insanlar iki kısım oldu; Rabblerine her durumda teslim olmuş olan müminler ve sürekli bir maraz çıkartan münafıklar…

Müminlerin söylemi kendilerine yakışır şekildeydi; ‘Bedir’de zaferi yaşatıp Uhud’ta mağlubiyeti tattıran Rabbimize hamdolsun.’

Münafıkların söylemleri de kimliklerine yakışan bir söylemdi; ‘Zaten bu kadar güçsüz bir topluluğun, Kureyş gibi her yönden güçlü olan bir topluluğa galip gelmesi mümkün değildi. Bizim plan ve projelerimize göre hareket edilseydi böyle olmazdı.’

Bizler siyere baktığımızda çok bariz bir şekilde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının o zamanın süper gücü olan devletlerle karşı karşıya kaldığını görmekteyiz. O zamanın münafıklarından da bu zamanın söylemlerini duymaktayız; ‘Biz Rumlarla nasıl savaşırız onlar çok güçlüler, büyük bir orduya sahipler vs.’ Münafıkların zihniyeti hiçbir zaman değişmemektedir. Bu münafıklar öyle bir süper güç portresi çizerler ki insanların aklına sanki bir ilahtan bahsedildiği intibaı doğar. Bu münafıklar bu sistemlerin sahip olduğu ajanları, polisleri ve askerleri öyle bir vasfederler ki isimlerine asker demeseler Allah’ın subhanehu ve teâlâ meleklerinden bahsediyorlar zannedersiniz.

Belki burada şöyle bir soru sorulabilir; ‘Tamam da karşımızdaki düşmanın gücünü bilmemiz gerekmez mi? Bunu dillendirmek münafıklık mıdır?’ Tabi ki de karşımızdaki düşmanın gücünü bilmemiz gerekir. Bu düşmana karşı yapılacak mücadelenin bir parçasıdır. Ancak düşmanın gücünü bilmek bizi onunla mücadele yolunda yapmamız gerekenlerden alıkoyuyorsa, işte bu münafık zihniyetidir. Ama biz yapılması gerekeni daha iyi yapmak adına düşmanın gücünü dillendiriyorsak bu da halis olan, derdi sadece Allah’a subhanehu ve teâlâ hizmet olan müminlerin hasletindendir.

2. Allahu Teâlâ, Dünyada Mümin Kullarına Düşmanlarına Karşı Yardım Etme Sözü Vermiştir; Bu, değiştirilmesi mümkün olmayan doğru bir söz ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ değişmeyen kaderi bir yasasıdır. Lakin bu yardım sadece ahirette müminlerin karşılaşacağı bir yardım değil müminler daha henüz dünyada iken karşılaşacakları bir yardımdır. Bu mesele ile alakalı ayetler incelendiğinde karşımıza önemli bir nokta çıkmaktadır;

“And olsun ki! Senden önce, birçok peygamberleri ümmetlerine gönderdik, onlara belgeler getirdiler; dinlemeyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştu.” (30/Rum, 47)

“Senden önce nice peygamberler yalanlandı ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmalarına ve sıkıştırılmaya katlandılar. Allah’ın sözlerini değiştirebilecek yoktur; and olsun ki peygamberlerin haberi sana da geldi” (6/En’am, 34)

Bu ayetlere bakıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır; Allah subhanehu ve teâlâ öncelikle toplumlara peygamberler gönderdiğinden bahseder, bu peygamberlerin fonksiyonlarını bize haber verir, daha sonra bu peygamberlerin başlarına gelen musibetlerden bahsederek, bu musibetlere karşı peygamberlerin ümmetleriyle beraber sabrettiklerini anlatır ve en sonunda bu topluluklara yardımın geldiğini söyler.

Peki, bizim buradan çıkaracağımız ders nedir? Yardımdan önce peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen bir takım diyaloglara ve mücadelelere şahit olmaktayız. Bu diyaloglar neticesinde kâfir olan bu kavimlerin Allah subhanehu ve teâlâ için çalışan, çabalayan, bir şeyler sarf eden bu topluluklara saldırdıklarını görmekteyiz. Yani kavmine birşeyleri ulaştırmak adına uğraşmış, çabalamış, gecesini-gündüzüne katmış. İşte bu yoğun uğraşlar neticesinde musibet gelmiş, daha sonra sabretmişler bütün bunlardan sonra Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımına müstahak olmuşlar. Öyleyse Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımını talep eden toplulukların öncelikle yardımı hak edecek ortamı hazırlamaları gerekir. Onların bir şeyler takdim etmesi gerekir ki Allah’ta subhanehu ve teâlâ onlara yardımı takdim etsin.

Peki, yardımı hak edecek ortam nasıl hazırlanacak? Peygamberlerin yaptığı gibi öncelikle davetin net ve kesin çizgilerle aktarılması gereklidir. Zaten bundan sonrası tabiri caizse çorap söküğü misali gelecektir. Davetin kesin ve net çizgilerle aktarılması sünnetullah gereği kimi insanların hoşuna gitmeyecek ve musibet dönemi başlayacaktır. İşte bu musibet dönemi sabır demiş olduğumuz ahlak ile taçlandığı zaman Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımı gelecektir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ Mekke döneminde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  ve ashabı işkenceler altında iken, her şey ortaya koyulup musibet dönemi yaşanıyorken Allah Rasûlü’ne içeriği peygamber kıssaları olan ayetler indirmesinin hikmeti sabır ahlakını onlara en güzel bir yolla öğretmekti. Çünkü yardım ancak musibet döneminde sabredenlerin ulaşabildiği bir mükâfattır. Şu da görülmelidir ki sabrı ihtiva eden peygamber kıssalarında aynı zamanda bize o kavimlerin özellikleri anlatılmaktadır. Dağları oyup kendilerine ev yapan kavimler, büyük ordulara sahip olan firavunlar, çok güzel ve verimli bağları, bahçeleri olan kavimler hep bu kıssalarda karşımıza çıkmaktadır. İşte Allah subhanehu ve teâlâ kendi zamanlarının en güçlüsü konumunda olan veya güncel tabirle ‘süper güç’ konumunda olan bu kavimleri Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabına darbı mesel olarak gösterip bunun üzerinden şu mesajı vermektedir; ‘Biz Mekke’deki müstekbirlerden kat kat güçlü olan bu gibi toplulukları helak ettik. Bizim bir emrimizle bu kavim de yerle bir olacaktır. Yeter ki siz üzerinize düşeni yerine getirin ve başınıza gelen musibetlere en güzel bir şekilde sabredin!’

Burada konuyla bağlantılı olan şu ayeti kerimeye de dikkat çekmek gerekir;

“Allah, içinizden iman edenlere ve salih ameller işleyenlere vaad etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıktır.” (24/Nur, 55)

Rabbimiz bu ayetinde müminlere bir takım vaadler de bulunmaktadır. Bu vaadleri şu şekilde sıralayabiliriz;

Allah subhanehu ve teâlâ müminlere iktidar ve hâkimiyet verecek.

Onlar için razı olduğu İslam dinini onların kalbine sıkıca yerleştirip bu din konusunda onlara imkân verecek.

Yaşamış oldukları korku ortamını güven ortamına çevirecek.

Bu vaadlere dikkat edilirse hepsinin bugün Müslümanların çok fazla ihtiyaç duyduğu vaadler olduğu görülecektir. Aynı ayette Allah subhanehu ve teâlâ bu vaadleri hak eden toplulukların özelliklerini de bildirmiştir;

Hiç bir şeyi Allah subhanehu ve teâlâ ye ortak koşmadan iman edecekler; inanç esaslarını Kur’an’dan ve Sünnetten alıp bunun dışındaki kaynaklara tevessül etmeyecekler.

İmanlarının gereği olarak salih amel işleyecekler; sünnete uygun olan ameller işleyecekler.

Yalnızca Allah’a subhanehu ve teâlâ ibadet edecekler.

Bu şartlar yerine getirildiği takdirde Allah’ın subhanehu ve teâlâ vadettiği bu güzellikler elde edilecektir. Bu şartların içerisinde en önemli olan ve Allah’ın da subhanehu ve teâlâ ayette ısrarla üzerinde durmuş olduğu şart; Kendisinin tevhid edilmesi ve sadece O’na ibadet edilmesidir.’ Dikkat edilirse Allah subhanehu ve teâlâ ayete iman edenler ibaresi ile giriş yapıp ‘bana ibadet ederler ve hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar’ cümlesi ile ayeti sonlandırıyor. Genel olarak insanların Allah’ın subhanehu ve teâlâ birlenmesi ve sadece O’na ibadet edilmesi noktasında sıkıntıları olduğunu müşahede etmekteyiz. Yardımın gelmesi ise ancak şahısların bu sıkıntılardan soyutlanması ile mümkündür. Hele tevhid noktasında bir sıkıntı mevcut ise Allah’ın subhanehu ve teâlâ vaad ettiği bu güzelliklerin gerçekleşmesi imkânsızdır. Çünkü Allah’ı subhanehu ve teâlâ tevhid etmeyen toplulukların, Allah’tan subhanehu ve teâlâ herhangi bir güzellik elde etmeleri mümkün değildir.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver