Ümmetin Kanserli Uzvu: Şia (Rafıziler) – 2

Abdullah b. Sebe Kimdir? Tarihte Böyle Bir Şahsiyet Yaşamış Mıdır?

Şia’nın itikadının bir mezhep hâline gelmesinde Abdullah b. Sebe’nin etkisi çok önemlidir. Şia’nın doğru anlaşılması için bu şahsiyetin kim olduğu ve sahabe dönemindeki faaliyetlerinin ne olduğunun bilinmesi gerekir. Fakat son dönem Şiiler ve akılcılar Abdullah b. Sebe’nin uydurma bir şahsiyet olduğunu iddia etmişler, farklı sebeplerden dolayı bu şahsiyeti inkâr etmişlerdir.

Abdullah b. Sebe’yi inkâr edenlerin iddialarına bakacak olursak:

1. Şia’nın müteahhir olan âlimleri tarihte Abdullah b. Sebe adında bir şahsın olmadığını söylemişlerdir. O dönemde olan olayları bu şahsa mâl etmek için uydurulduğunu iddia etmişlerdir. Hatta bazıları da: ‘Şia’nın hakkını gasp etmek için böyle bir şahsiyet, Ehli Sünnet tarafından uydurulmuştur. Abdullah b. Sebe, Yahudilikten İslam’a geçmiştir. Bunun ile Şia’nın temelinde Yahudiliğin olduğuna işaret edilmek istenmiştir’ demiştir.

İhsan İlahi Zahir bu iddiaya şöyle cevap vermiştir:

‘Son dönem Şia âlimleri her ne kadar Abdullah b. Sebe’yi inkâr etseler de ilk dönem Şia âlimlerinin hepsi Abdullah ibni Sebe’nin varlığını ispat etmişlerdir.

Nubahti, hicri üçüncü asırda yaşamış Şia’nın muteber âlimlerindendir. Bu âlimin ‘Şia’nın fırkaları’ adında bir kitabı vardır. Nubahti bu kitabında ‘Sebeiyye’ adında bir bab açmış ve orada Abdullah b. Sebe hakkında şu bilgileri vermiştir: ‘Bunların başı Abdullah b. Sebe isimli bir Yahudidir. Yahudilikten İslam dinine girmiştir. Ebu Bekir ve Ömer’e sövmüş, Osman’a buğz ettiğini izhar etmiştir. Bunları yaparken Ali’nin böyle yapmasını kendisine emrettiğini söylemiştir. Ali, bu adamı yanına çağırtıp zorlayarak yaptıklarını kendisine ikrar ettirmiş: ‘Ben Ebu Bekir ve Ömer’e sövüyordum. Bunu da senin bana emrettiğini söylüyordum’ deyince Ali, Abdullah b. Sebe’nın öldürülmesini emretmiştir. Fakat Ali’nin ashabı bu insanların tekrardan ayaklanmamaları için Ali’ye engel olmuş,  Ali de Abdullah b. Sebe’yi başka bir memlekete sürmüştür.’

‘Abdullah b. Sebe ilk olarak bu ümmette vasi fikrini ortaya atandır.’ Yani Abdullah b. Sebe bir Yahudi idi. Yahudilerin inancına göre her Peygamberin bir vasisi olması gerekir. Nasıl ki Musa’nın vasisi Yuşa bin Nun ise aynı şekilde Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem de bir vasisi olmalıydı. Abdullah b. Sebe kendisine sorulduğunda bu kişinin Ali olduğunu söylerdi. Devamında Nubahti şöyle der: ‘Şia’ya muhalefet edenler, Rafıziliğin aslının Yahudilikten geldiğini söylerler.’

Hicri dördüncü asırda yaşayan Elkeşi ‘Rical’ kitabında Hüseyin’den radıyallahu anh şu sözü naklediyor: ‘Abdullah b. Sebe’nin ismini her duyduğumda tüylerim diken diken oluyor. Bu adam Ali’ye rububiyet iddiasında bulundu. Oysa Ali salih bir kuldu ve Rasûlullah’ın yanında değerliydi. O, Rasûlullah’ın yanındaki değerini sadece Allah ve Rasûlü’ne itaat etmekle elde etti.’

El-Huli, Şiilerin çok değer verdiği bir âlimdir. El-Huli ‘Rical’ isimli kitabında Abdullah b. Sebe hakkında bilgi verirken diyor ki: ‘Abdullah b. Sebe ğuluvv ehlindendi. Ali de onu yaktı.’ Racih olan Abdullah b. Sebe’nin yaşamasıdır. Ki Şia’nın kendi kaynaklarında bu şekilde de geçmektedir.

Nehcu’l Belağa kitabının en meşhur şerhlerinden bir tanesi İbni Ebi Hadid’in şerhidir. İbni Ebi Hadid şerhinde diyor ki: ‘Abdullah b. Sebe uluhiyet fikrini Ali zamanında ortaya atmadı. Bu fikri Ali’nin vefatından sonra insanlar arasında yaymaya başladı.’

Bunların hepsi Şia’nın ilk dönem âlimlerinden yapılan nakillerdir. Yine Şiilerin çok değer verdikleri Kummi, Mamakani gibi muteber âlimler de kendi kitaplarında Abdullah b. Sebe’yi bir şahıs olarak kabul etmişlerdir. Aynı şekilde bu âlimler kendi kitaplarında, Sebeiyye adında bir fırka olduğunu ve fikirlerinin ise Ehli Sünnet’in aktardığı gibi olduğunu ikrar etmişlerdir.

Bundan dolayı müteahhir olan âlimlerin Abdullah b. Sebe’yi inkâr etmeleri mümkün değildir. Çünkü hem Şii mezhebinden olanlar, hem de onlara muhalif olanların hepsi kelam birliği ile Abdullah b. Sebe’nin şahsiyetinden itikadına kadar tafsilatlı bilgi vermişlerdir.

2. Akılcı olarak bilinen, modernist insanlar da Abdullah b. Sebe’yi bir şahsiyet olarak inkâr etmişlerdir. Bu şahsı inkâr ederken farklı gerekçeler ileri sürmüşlerdir:

Kimisine göre, Ehli Sünnet’in inancı geçmişi kutsamak üzere kurulmuştur. Yani Ehli Sünnet yaşanan fitnelerde sürekli sahabenin hatasız olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Bundan dolayı sahabeyi masum göstermek amacı ile Abdullah b. Sebe adında bir şahsiyet uydurmuştur. Bu şekilde geçmişte yaşanan bütün sıkıntılar ve yanlışlar Abdullah b. Sebe’nin üzerine yıkılmıştır.

Bazıları ise kendilerince şöyle itiraz ederler: ‘Ehli Sünnet birilerinin (sahabenin) suçunu hafifletelim derken farkında olmadan koca bir ümmete hakaret etmiştir. Çünkü bir tane adamın koca bir ümmeti saptırması mümkün değildir.’

Akılcıların bu gerekçelerine cevap verecek olursak:

Bunlar dediler ki: ‘Ehli Sünnet geçmişi kutsuyor ve insanların hatalarını örtbas etmek için bütün suçu Abdullah b. Sebe’nin üstüne yıkıyor.’ Öncelikle Ehli Sünnet bu töhmetten beridir. Çünkü Ehli Sünnet sahabe arasında yaşanan olayları aktarırken aynı zamanda Ali’nin radıyallahu anh karşısında olanların fitneye düştüklerini ve hata yaptıklarını da aktarmıştır. Şayet Ehli Sünnet bütün suçu Abdullah b. Sebe’nin üzerine yıksaydı ve sahabelerden suçu çekseydi, o zaman burada haksızlık etmiş olurdu. Fakat Ehli Sünnet’in böyle bir söylemi kesinlikle olmadı. Ehli Sünnet’e göre, o dönemde Abdullah b. Sebe, insanlar arasında fitne ateşini yaymıştır. Müslümanlar da onun fitnesine düşmüşlerdir. Yani Abdullah b. Sebe ne kadar suçluysa, sahabe de onun kadar suçludur.

Bunun anlaşılması için sahabenin yaptığı bir hatayı örnek olarak verebiliriz:

Abdullah b. Sebe, Osman radıyallahu anh döneminde yaşanan birtakım sıkıntıları fırsat bilerek fitne yapmaya başlamıştır. Abdullah b. Sebe propaganda yapmak için değerli sahabeler adına etrafa mektup gönderiyordu. Bu şekilde sahabe adına rahatsızlıklar dillendirilmiş oluyordu. Aynı şekilde İslam beldelerinde, halife olabilecek ve insanların dinleyecekleri sahabelere valilerin halka yaptıkları zulümleri içeren mektuplar yolluyordu.

Gelen bu mektuplar üzerine bir gün sahabe (Talha, Zübeyir vb.) bu durumu konuşmak için Osman’ın radıyallahu anh yanına gittiler. Osman’a: ‘Ey Osman, İslam topraklarında olan şeylerden senin haberin var mı?’ Osman da: ‘Benim haberim var. Her şey afiyette ve her yerde emniyet var.’ Sahabe de: ‘Oysa insanlar bize, valilerin zulmettiğini; zorla insanların paralarını aldığına dair bir takım sıkıntıları yazıyorlar’ dediler.

Osman da: ‘Kimse bana bu şikayetlerde bulunmadı. Eğer böyleyse siz de bu işte benim ortaklarımsınız.’ Yani Osman; Talha, Zübeyir ve diğerlerine burası ne kadar benim İslam Devletimse sizin de devletiniz. Bana fikirlerinizi söyleyin’ dedi. Onlar da: ‘Rasûlullah’ın terbiyesinde yetişmiş ve senin de güvendiğin sahabeleri memleketlere yolla’ önerisinde bulundular.

Bunun üzerine Osman radıyallahu anh, Kufe’ye Muhammed bin Mesleme’yi, Basra’ya Usame bin Zeyd’i, Mısır’a ise Ammar bin Yasir’i gönderdi. Bu sahabelerin hepsi söylenen beldeleri kontrol ederek geri geldiler. Osman’a dediler ki: ‘Ey Emiru’l Muminin bütün beldelerde eman ve selamet vardır.’ Yani mektuplarda belirtilen sıkıntıların vakıada olmadığı hakkında rapor sundular. Bu raporlardan sonra olay kapatıldı ve olayın üstüne gidilmedi.

Sahabenin burada yanlış yaptığı ortadadır. Bu mektuplar onların eline ulaştığında hemen teyakkuza geçmeleri, bu işin faillerinin bulunup cezalandırılmaları gerekirdi ki bir daha böyle bir şeye kalkışmasınlar. Bu olaydaki tehlike ise mektuplar bizzat halifeye değil halife olabilecek ve Rasûlullah’ın yanında değerli olan sahabelere gönderilmiştir. Bu durum birilerinin gizliden gizliye İslam ümmetinde fitne yapmaya başladığını gösterir. Nitekim ilerleyen zamanlarda fitneciler isteklerini elde etmeye başlamışlardır. Bundan dolayı mektupları yazanların ve aracı olanların yakalanıp cezalandırılmaları gerekirdi. Oysa sahabe böyle yapmadı. Çok tehlikeli olan bu olayın üstü farkında olmadan sahabe eli ile örtbas edildi.

Sahabenin beldelere gözlemcileri göndermesi yerinde bir fikirdi. Daha sonra olayı kapatmaları siyasete kesinlikle uygun değildi; ki Rasûlullah döneminde bir memlekette düşman daha atlarını oynatmadan Rasûlullah’ın haberi oluyordu. Rasûlullah bunu oluşturduğu istihbarat ağı ile sağlıyordu ve gelişen bu durum karşısında hemen önlem alıyordu.

Bizim burada sahabenin siyasetinin yanlış olduğu söylememiz hakaret değil hak olandır. Bu eksiklik sahabenin faziletinden ve kadrinden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü sahabe yeryüzünde kalbi en temiz olan insanlardır.

İbni Mesud radıyallahu anh sahabe hakkında şöyle der:

“Yaşayandansa, ölmüş olanların yollarına tabi olmak daha hayırlıdır. Çünkü hayatta olanın fitnesinden hiçbir zaman emin olunmaz. İşte Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem ashabı… Onlar ümmetin kalbi en temiz, ilmi en derin, yapmacıklıktan en uzak kimseleridir. Allah onları Rasûlü’ne arkadaş olsunlar ve dinini ikame etsinler diye seçmiştir. Öyleyse onların haklarını verin ve onların yoluna uyun, zira onlar dosdoğru bir yol üzeredirler.”

Akılcılar ikinci olarak: ‘Bir adamın tek başına bir ümmeti saptırması mümkün değildir.’ Bu gerekçe ile Abdullah b. Sebe’yi inkâr etmişlerdir. Bu itiraz, akılcıların akılsızlığı ile alakalıdır. Nitekim bir insan nasıl koca bir ümmeti ıslah edebiliyorsa bir adamın da ümmeti ifsat etmesi normaldir. Ki her zaman ifsat etmek, ıslah etmekten daha kolaydır. Yine bırakın bir adamın ümmeti etkilemesini bir kelime dahi rahatlıkla koca iki orduyu karşı karşıya getirebilir.

Sonuç olarak, Abdullah b. Sebe yaşamış olan bir şahsiyettir. Onun olmadığını söyleyenlerin getirdikleri delillerin hiçbiri tutarlı ve geçerli deliller değildir.

Davamızın sonu Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver