Üç Binin Karşısında Yüz Bin

 

— Selamun aleykum arkadaşım.

— Aleykum selam arkadaşlar.

— Geçmiş olsun Rafi.

— Geçmiş olsun.

— Allah razı olsun arkadaşlar.

— Nasıl hissediyorsun kendini?

— Daha iyiyim. Elhamdulillah.

— Çok uzun sürdü bu seferki hastalığın.

— Evet, geçen sefer tam üç ay yatmıştım hatırlarsanız. Bu sefer biraz daha uzun sürdü.

— Rabbim şifa versin.

— Herkes seni çok özledi emin ol. Mescitte yokluğun hissediliyor.

— Sağolun kardeşlerim. Herkese çok selam söyleyin.

— Bizden bir isteğin var mı?

— Daha önce de söylediğim gibi olağanüstü bir durum olursa bilgim olsun. Geçen seferki hastalığımda Mute savaşından haberim dahi olmamıştı.

— Evet haklısın. Birçok sahabi şehit olduğu için sana söylemedik. Üzülürsün diye korktuk.

— Üzüntü hastalığını arttırabilirdi.

— Siz de haklısınız . Fakat tarihi kaydettiğimi unutuyorsunuz. Rica ediyorum bu sefer hiçbirşeyi benden gizlemeyin.

— Tamam.

Rafi, zatürree hastalığına yakalanmıştı. Hastalığı çok ağır seyrediyordu. Arkadaşları onu rahatsız etmemek için sık sık gelip gitmiyorlardı. Rafi’nin ise ağrıları olmadığı zamanlarda canı çok sıkılıyordu. Sürekli tarihe düştüğü notları okuyordu. Dışarıda olan bitenlerden habersiz olması onu üzüyordu. Bu nedenle arkadaşlarını tembihliyordu fakat bu güne kadar kayda değer bir bilgi getirmemişlerdi. Daha önceki hastalığı sırasında yaşanan acı vaka Mute’yi henüz kimseden dinleyememiş, Huneyn savaşının patlak vermesi üzerine onu tamamen unutmuştu. Ah şimdi kendini iyi hissediyorken biri çıkıp gelse de orada yaşananları anlatsa diye düşünüyordu ki kapı çalındı.

Annesi kapıya baktı. Anlaşılan bir ziyaretçisi gelmişti.

Selamlaşmadan sonra gelen kişi kendini tanıttı. Annesinin arkadaşı, ensardan bir hanımdı. Allah, Rafi’nin duasına icabet etmişti. Çünkü Mute savaşının şanlı komutanı Halid bin Velid bu hanımın dayısıydı. Kısa bir selamlaşmanın ardından:

— Şeyy… Sizden birşey rica etsem.

— Tabi buyur.

— Benim bir tarih defterim var ve ben oraya önemli olayları yazıyorum.

— Evet biliyorum. Kavmimizin gururusun.

— Teşekkür ederim. Ancak bir olay var ki ona şahit de olmadım, kimseden de dinleyemedim.

— Hangi olay?

— Mute savaşı.

— Dayımın dördüncü komutan olduğu savaş öyle mi?

— Evet. Bana bir iyilik yapıp o savaşı anlatır mısınız?

— Sana bundan daha iyisini yaparım. Dayımdan rica ederim seni ziyarete gelir. Hem Müslümanın üzerindeki hakkını eda eder hem de tarihe bir katkısı olur.

— Sahi mi? Gelir mi?

— Tabi gelir. O çok mütevazî bir insandır.

— Çok heyecanlandım şimdi.

— Ben kalkayım. Hasta ziyareti kısa olur. Hem gidip şu buluşmayı ayarlayayım.

— Çok teşekkür ederim. Allah razı olsun.

— Rica ederim ne demek.

Rafi, sevinedursun iki kadın sohbet ederek avluya çıktılar. Vedalaşıp ayrıldılar. Rafi defterini eline alarak savaşı yazacağı bölümü ayarladı. İçi içine sığmıyordu. Meraktan ölecekti. Acaba Halid bin Velid daveti kabul edecek miydi? Onca işi arasında Rafi gibi bir çocuğun yanına gelir miydi? Sorular arttıkça içi daraldı. Defterini bırakıp gözlerini kapattı. Uyumaya çalışıyordu besbelli. Nitekim derin bir uykuya daldı…

Annesi başını okşayarak uyandırdı onu. Kalkmasını söylüyordu. Beklediği misafir gelmişti. Kapıda bekliyordu. Eli ayağına dolaştı. Eli ile yüzünü sıvazlayıp uyku mahmurluğunu gidermeye çalıştı. Doğruldu. Gelen Halid bin Velid idi. Şaka da değildi hayal de. Bir avuç hurma getirmişti, Rafi’ye uzatarak geçmiş olsun dileklerini iletti. Ona bol bol dua etti. Rafi ağzı açık şaşkın şakın Halid bin Velid’i dinliyor ve izliyordu. Gözünü ondan alamıyordu. Ne kadar da heybetliydi. Seyfullah lakabını almaya gerçekten hak sahibiydi. Fakat o heybetin ardında, giyinişindeki sadelik ve konuşmasındaki kibarlık nedeniyle yüksek bir tevazu vardı. Canım Peygamberimin hemen hemen tüm arkadaşları böyleydi. Halid bin Velid, Rafi’nin elini tutarak anlatmaya başladı:

Peygamber, ashabtan Haris bin Umeyr’i radıyallahu anh Busra (Havran) Emiri Şurahbil bin Amr el-Gassani’ye İslam’a davet mektubunu sunmak üzere yollamış, ama bu sahabi Gassaniler tarafından şehit edilmişti. Halbuki; ‘elçiye zeval yoktur’ anlayışı gereğince düşman ülkeler bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardı. Peygamber, ashabına çok düşkündü, onlardan birinin başına bir sıkıntı geldi mi ondan çok rahatsız olurdu. Bu sebeple ashabından birinin küstahça öldürülüşüne seyirci kalamazdı. Hemen üç bin (3000) kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun kumandanı Zeyd bin Harise idi. Şayet bu zat şehit düşerse yerine Cafer bin Ebi Talib, o da şehit düşerse Abdullah bin Revaha geçecekti. Düşman önce İslam’a davet edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razı olmazsa İslam elçisini öldüren bu canilerle savaşılacaktı. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem orduyu Seniyyetu’l Veda’ya kadar yürüyüp uğurladı.

Ben de bu savaşa nefer olarak katıldım. İslam ordusu Medine’den çıkıp Mute’ye ulaştığında karşılarında Bizans’ın desteğinde Hristiyan Araplardan oluşan yüz bin (100.000) kişilik bir ordu bulmuşlardı. İslam ordusunun kumandanları meseleyi tartıştılar; geri dönmek, Peygambere haberci yollamak hususlarını görüştüler. Ancak savaş görüşü ağır basmış ve iki ordu karşılaşmıştı. Zeyd bin Harise radıyallahu anh şehit düşünce, sancağı, Cafer aldı. Cafer’in sağ eli kesildi; bu sefer sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince sancağı yine bırakmadı; kesik iki elinin kalan kısımlarıyla sıkıştırarak göğsü arasında tuttu. Nihayet o da şehit düştü. Bundan sonra sevgili Peygamberimizin emrine uyularak sancağı, sahabenin şairlerinden Abdullah bin Revaha aldı; o da şiirler söyleyerek harbetti ve şehadet şerbetini içti. İşte bu sırada askerde genel bir çöküntü doğmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin isteği üzerine kumandayı ve sancağı ben elime aldım. O gün akşama kadar savaş yapıldıktan sonra, ertesi sabaha kadar sağ kanatta bulunan Müslüman askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, arkadakileri öne ve öndekileri arkaya alarak yerlerinde değişiklik yaptım. Böylece düşmana yeni destek kuvvetleri geliyormuş izlenimini vermek istiyordum. Bir yandan da İslam ordusunu kesin hezimete uğramaktan ve bütünüyle kılıçtan geçirilmekten korumak için yavaş yavaş geriye çekiyordum. Hatta geri çekilmeden önce son bir hücum daha yaptık. Kafirlere bir hayli kayıp verdirip epey ganimet elde ettik. İşte bu şekilde İslam ordusunu Medine’ye sağ-sağlim geri getirdim. Peygamber Efendimiz bu savaşı Medine’de, olduğu gibi görmüş ve her safhasını minberden Müslümanlara anlatmıştı. Sıra ile kumandanların şehadetini anlattıktan sonra: “En sonunda sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı.” buyurmuş ve bundan sonra bana ‘Seyfullah’ lakabı verilmişti. Biliyor musun Rafi, bu savaşta elimde dokuz kılıç parçalandı. Bu savaş çok zorlu bir savaştı. Rabbimin merhameti olmasaydı o dev ordu bizi karınca gibi ezerdi.

Oranı farkettin değil mi? Üç bine yüz bin…

Canım Peygamberimin amcasının oğlu Cafer iki kolunu kaybedince ‘Uçan Cafer’ Cafer-i Tayyar olarak anıldı. Allah yolunda kesilen iki koluna karşılık Cenab-ı hak ona iki kanat ihsan etmiş ki, bu; onun manen yüce mertebelere eriştirildiğini göstermekteydi.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bütün ashabını ayırdetmeksizin çok severdi. Bu üç şehit kumandanı ve Habeşistan muhacirlerinden amcasının oğlu Cafer’i de çok severdi. Bir süre, şehitlerin ardından ağladı. Bu; sevgi, şefkat, merhametin eseri olan ağlamaktı, yoksa feryat değildi. Biz onların ardından ağlayaduralım, onlar Rabblerinin kendilerine vaadettiği cennetlere özlem duyarak berzah âleminde bekliyorlardı.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver