Nimete Karşı Nankörlük Hâlleri: Nimeti Kendimizden Bilmek

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile…

Allah’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.

Değerli Kardeşim!

Bu ay seninle muhabbet etmeyi nasip eden Rabbime şükürler olsun.

Bu zamana kadar nimete karşı nankörlük hâllerinden, haset etmek, israf etmek ve cimri davranmak konularını kaleme alıp yazdık. Bu ay ise, başlıkta da okuduğun üzere, Rabbimizin verdiği nimetleri kendimizden bilmenin, nimete karşı nankörlük olduğunu beyan edeceğiz. Rabbim bizleri, nasihatimizle amel etmeye muvaffak kılsın. Amin.

Değerli Kardeşim!

Hepimiz müşahade etmekteyiz ki, şu kâinatın içinde bizlere verilen sayamayacağımız kadar çok nimet mevcuttur. Bu nimetlerin hepsi hizmetimize sunulmuştur. Verilen nimetlerin farkında olmak adına Rabbimizin dilinden birkaç ayeti hatırlayıp okuyalım.

“İnsan yediğine bir baksın. Şöyle ki, yağmurlar yağdırdık, sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak içindir.” [1]

“Allah, size kendi nefislerinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı.” [2]

“Siz hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” [3]

“Allah evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı ve sizin için davar derilerinden gerek göç gününüzde gerekse de konaklama gününüzde kolayca taşıyacağınız evler, yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (faydalanacağınız) bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi.” [4]

“Allah yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda da sizin için barınaklar yarattı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yarattı. İşte böylece Allah, Müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor.” [5]

Evet kardeşim! Ayetleri okuduğumuz gibi çeşit çeşit nimetler içinde hayat sürmekteyiz. Bu nimetlerin farkında olup kendimize şu soruyu sormalıyız: ‘Allah subhanehu ve teâlâ kullarına neden nimet vermektedir?’ bu soru üzerinde tefekkür edelim. Belki de bu soru için birçok farklı cevap aklımıza gelecektir. Ancak bu soruyu nimeti veren Rabbimize sorunca aldığımız cevap şudur: Allah nimeti, kullarını imtihan etmek için vermektedir.

İmtihanlar iki çeşittir. Allah subhanehu ve teâlâ bazen kulunu musibetlerle imtihan eder. Bazen de nimetlerle imtihan eder. Ve nimet ile imtihan olmak, musibet ile imtihan olmaktan daha zordur. Çünkü musibet esnasında insanın Allah’tan başka yöneleceği kimsesi yoktur. Hemen Rabbine yönelir. Ancak nimet içinde olan insanlar için durum aynı değildir. Çok az insan nimetin, refahın fitnesinden kurtulup Rabbine yönelmiştir. Nimet içinde olan insanların çoğu nimet beşiğinde gaflet uykusunda, Rabbinden uzaktırlar. Bu sebeple nimetlerle imtihan olmak, musibetle imtihan olmaktan daha zordur ve Rabbimizi en çok öfkelendiren durum da nimet içinde kendisinin unutulması, şükredilmemesidir.

Peki, Rabbimizin, kullarını nimetlerle imtihan etmesinin hikmeti nedir? İşte bizim konumuzun özü de burasıdır.

Kulun nimetlerle imtihan olmasının birçok hikmeti vardır. Bu hikmetlerden biri de şudur: Kul, verilen bu nimeti kimden bilecektir? Nimeti veren olarak kimi görecektir? ‘Nimeti veren Allah’tır’ deyip, nimeti mülk sahibine mi isnat edecektir yoksa, nimetle kibirlenip, haddi aşıp ‘Bu nimeti ben elde ettim.’ veya ‘Bu nimet bana ilmimden dolayı verildi.’ diyerek nimeti kendinden mi bilecektir? Allah subhanehu ve teâlâ bunu kullarında görmek için onları nimetlerle imtihan etmektedir.

Rabbimiz bu hakikati şu ayet-i kerimede anlatmaktadır:

“Sonra (insana) kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, ‘Bu, bana ancak bilgimden dolayı verilmişti.’ der. Hayır, O, bir imtihandır. Fakat çokları bilmezler.” [6]

Değerli kardeşim! Bu ayet-i kerimede nimetin imtihan için verildiği belirtildiği gibi insan’ın nankörlük özelliğine de işaret edilmiştir. Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Genelde insan elindeki nimetlerin, kendisindeki bir güzellikten dolayı verildiğini düşünür. ‘Bu, bana ilmim/zekam sebebi ile verilmiştir.’ veya ‘Bu, bana gücüm ve aşiretim/nesebim sebebi ile verilmiştir.’ gibi bencil cümlelerle nimeti kendinden olduğunu dillendirir. İşte bu, insanın kibrindendir.

Aciz olan insan, üzerindeki sivrisineği dahi def edemezken, nasıl olur da yeryüzündeki güzellikleri, ekonomik gelişmeleri, toplumun huzurlu yaşamını, yaşanan olayları bastırabilme gücünün olmasını vb. nimetleri, -kendisini sebep olmaktan çıkarıp- bizzat nefsine isnat edebiliyor?

Hakeza bir davetçinin, davetinin istikrarlı ilerlemesini; bir babanın, evladını ahlaklı yetiştirebilmesini; ilim ehlinin, ilmini ve hitabetini; insanların yaptığı infaklar ve hizmetlerle cemaatin var oluşunu vb. daha nice nimetleri aciz hâliyle nasıl kendisinden görebilmektedir? İşte bunlar, insanın nankör oluşundandır.

Oysa kulun sahip olduğu her şey -göz açıp kapayıncaya kadar- Allah’ın nimetinden, lütfundan ve ihsanındandır. Bütün mülkün, nimetin sahibi O’dur. İnsanın Rabbinin mülkünde krallık yapması, o nimeti sahiplenmesi, İslam anlayışına da toplum anlayışına da aykırıdır.

Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyuruyor:

“Sahip olduğunuz her nimet Allah’tandır.” [7]

“De ki: Mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen, mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye kadirsin.” [8]

Değerli Kardeşim!

Allah’ı aradan çıkarıp, verilen nimetleri kendinden görmek, nimette haddi aşıp, kibirlenmek müşriklerin özelliklerindendir.

Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:

“Hem Allah’ın nimetini bilirler hem de onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfir kimselerdir.” [9]

İbni Kayyım bu ayet-i kerime için şunları söyler: ‘Kureyşli kâfirler, nimeti Allah’a değil de ondan başkasına nispet ettiler. Nimeti Allah’tan başkasına nispet etmeleri sebebi ile Allah’ın nimetini inkâr ettiler. Çünkü onlar, Allah’ın nimetini inkâr ederek şöyle diyorlardı: ‘Bu nimetler; ancak atalarımıza aittir. Biz bu nimetleri, büyükten küçüğe bir miras olarak aldık.’ [10]

Mücahid bu ayet-i kerime için şunları söyler: ‘Kureyşli kâfirler, nimetleri, (kendilerini sıcaktan koruyan) elbiseleri ve (yine savaşta onları koruyan zırhtan yapılmış) demiri bilmekteydiler. Sonra da ‘Bu, atalarımıza aittir. Bunlar bize onlardan miras kaldı.’ demekle de Allah’ı inkâr etmekteydiler.’ [11]

Müşriklerin ahlakı böyle iken Müslümanın ahlakı tam zıttıdır. Müslüman, kul/köle oluşunun farkındadır. Efendisinin verdiği nimetlere nankörlük etmez. Bütün nimet ve güzelliklerin Allah’tan olduğunu bilir. Günahları nedeni ile hak etmediği halde Rabblerinin ikramı olduğuna inanır. Allah subhanehu ve teâlâ hem Rasûl’ünü hem de Müslümanları bu ahlak üzerine eğitmiştir. Allah subhanehu ve teâlâ mümin kullarını, bu mütevazi hal üzerine görmek istemektedir.

Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de, insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbini hamd ederek tesbih et ve ondan mağfiret dile! Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” [12]

Zafer ve davetin insanlar tarafından kabul görmesi, büyük bir nimettir. Rabbimizin Peygamberimize bu iki nimetin ardından, kendisini tesbih etmesini ve istiğfar dilemesini emretmesi üzerinde tefekkür etmeliyiz. Rabbimiz neden böyle bir istekte bulundu? Bu talebin kul için bir hikmeti var mı?

Elbette, Rabbimizin bu talebinde büyük hikmetler vardır. Allah subhanehu ve teâlâ, Rasûl’ün üzerinden bizlere şunu öğretmektedir: “Sizler ister zafer elde edin isterseniz davetini kabul görsün, bu güzelliklerin hiçbiri sizden kaynaklı değildir; bilakis bu güzellikler, bendendir. Yine siz, bana muhtaçsınız. Sizin yaptığınız her işte eksiklik/noksanlık vardır. Bu sebeple de beni tesbih edin ve günahlarınızdan bolca istiğfar dileyin.’

Konumuza ışık tutacak olan Hz. Ömer radıyallahu anh döneminde yaşanan şu olayı örnek olarak verelim:

Hz. Ebu Bekir döneminde ordu komutanı Halid bin Velid’dir. Halid’in radıyallahu anh komutanlığı ile savaşlarda zafer üstüne zafer kazanılıyordu. Bu zaferler sonucu birçok toprak İslam’a kazandırılmıştı. Hz. Ebu Bekir vefat edince, halifeliğe Ömer geçmiştir. Ömer halifeliğe başladığı ilk günlerde Halid bin Velid’i ordu komutanlığından azletmiştir.

Ömer radıyallahu anh, neden zafer üstüne zafer getiren bir komutanı ordunun başında azletmiştir? Halid, Ömer’in yanına gelip bu soruyu bizzat kendisi sordu. Ömer bu soruya şu şekilde cevap verdi: ‘Senin zatından kaynaklı bir sıkıntı yoktur ey Halid! Sen komutanlığı en güzel şekilde yerine getirdin. Ancak insanlar, artık zaferi Allah’tan değil, senden beklemeye başladılar. Zaferin Allah’tan olduğunu unuttular.’

Ömer’in radıyallahu anh bu hassasiyeti üzerinde tefekkür etmek gerekir. Ömer’in sözüyle hayatımızı muhasebe edersek göreceğiz ki, toplum olarak aynı sıkıntıyı yaşıyoruz. Artık sebepler, vesileler asıl olarak görülmeye başlanmıştır. İnsanlık, her nimetin bilgiden, teknolojiden, akıldan, başkandan, şeyhinden kaynaklandığına inanmaya başlamış; Allah subhanehu ve teâlâ aradan çıkarılmıştır. Bundan Rabbimize sığınırız ki her nimet Allah’tandır. Hiçbir güzellik, O dilemeden meydana gelmez.

Değerli Kardeşim!

Kur’an ve Sünnetten, sebepleri asıl zannedip Allah’ı aradan çıkaran ve nimet ile kibirlenip haddi aşan insanlara dair bazı örnekler verelim. Ve bu insanların akıbetlerinin nasıl olduğuna dair, Rabbimizin takdir ettiği ceza üzerinde tefekkür edip ibret almaya çalışalım.

Karun’un servetini duymuşsundur. Allah subhanehu ve teâlâ Karun’a o kadar mülk vermiştir ki, hazinelerinin anahtarlarını bir kervan taşıyor. Artık mal varlığının ne kadar olduğunu sen düşün. Bu kadar nimete karşı şükretmek elbette, Karun’un üzerine düşen bir vazifeydi. Peki, Karun bunu yapabildi mi? Bundan sonrasını Rabbimizin ayetlerinden dinleyelim…

“Şüphesiz ki Karun, Musa’nın kavmindendi. (Fakat) onlara karşı haddi aşıp azgınlaşmıştı. Biz ona, öylesine (çok) hazine verdik ki, onun anahtarları dahi kuvvetli/kalabalık bir topluluğa ağır gelirdi. Hani kavmi ona: ‘Şımarıp, böbürlenme! Çünkü Allah, şımarıp böbürlenenleri sevmez.’ demişti. ‘Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu kazanmaya çalış, dünyadaki nasibini de unutma! Allah’ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de iyilik yap! Yeryüzünde bozgunculuk isteme!  Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.’ (demişti.) Dedi ki: ‘Bu (servet), bende var olan bilgi/tecrübe/maharet sebebiyle bana verilmiştir.’ Bilmez mi ki Allah ondan önce kendisinden daha güçlü ve yığdıkları servet çok daha fazla olan kimseleri helâk etmiştir. Mücrimlerden günahları sorulmaz. (Zenginliğini açığa çıkaran şatafat ve) süsü içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri (bir zenginlik) bize de verilseydi! Şüphesiz ki o, çok büyük bir şansa sahiptir.’ dediler. Kendilerine ilim verilenler dediler ki: ‘Yazıklar olsun size! İman edip salih amel işleyenler için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır.’ (Dünyanın geçici süs ve şatafatı karşısında bu tavrı sergilemeye) ancak sabredenler muvaffak olurlar. Onu da konağını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Hem kendi kendisine de yardım edenlerden değildi. Dün onun yerinde olmayı isteyenler, sabah şöyle demeye başlamışlardı: ‘Vay be! Demek ki Allah, kullarından dilediğine rızkı genişletip, (dilediğine) daraltıyor. Şayet Allah, bize ihsanda bulunup (Karun gibi olmaktan korumasaydı) bizi de yerin dibine geçirecekti. Vay be! Demek ki gerçekten kâfirler kurtuluşa ermiyormuş!’ ” [13]

Şimdi Karun’un kıssası zihnimizin bir kenarında dursun. Kehf suresinde, aynı durumu yaşayan iki bahçe sahibinin kıssasını Rabbimizin dilinden okuyalım.

“Onlara iki adamın örneğini ver: Onlardan birine iki üzüm bahçesi verdik, bahçelerin etrafını hurmalarla çevirdik ve iki bahçe arasında da ekinler bitirdik. Her iki bahçe de yemişlerini tam bir şekilde vermiş, hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. Ve onların arasından bir nehir fışkırttık. Onun ayrıca (ek gelir getiren) malları vardı. Arkadaşıyla konuşurken demişti ki: ‘Benim malım senden daha fazla ve ben, (insan) sayısı olarak da senden daha güçlüyüm.’ Nefsine zulmederek bahçesine girmiş ve: ‘Buranın ebedîyen yok olacağını sanmıyorum.’ demişti. ‘Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum. Şayet (olur da kıyamet kopar ve) Rabbime döndürülürsem bundan daha hayırlı bir dönüş yeri bulacağım elbette.’ Arkadaşı onunla konuşurken demişti ki: ‘Yoksa, seni topraktan, sonra bir damla meniden yaratan, sonra da tam bir adam hâline getiren (Allah’ı) inkâr mı ettin? Fakat O Allah, benim Rabbimdir. Ve ben, hiçbir şeyi Rabbime ortak koşmam. Bahçene girdiğinde, ‘Maşallah, Allah’ın (verdiği) dışında kuvvet yoktur.’ demen gerekmez miydi? Şayet mal ve evlat konusunda beni kendinden az görüyorsan belki Rabbim, senin bahçenden daha hayırlısını bana verir ve (senin bahçenin) üzerine gökten yakıp yıkan bir azap gönderir de kaygan (bitkisiz) bir toprak hâline gelir. Ya da onun suyu toprağın derinliklerine çekilir de, onu (tekrardan) bulmaya güç yetiremezsin.’ (Aniden) onun tüm meyveleri (yıkıcı afetlerle) kuşatıldı. Oraya harcadıklarına yanarak ellerini ovuşturmaya başladı. O (altı üstüne gelmiş ve) tavanı üzerine çökmüştü. Ve şöyle diyordu: ‘Keşke hiçbir şeyi Rabbime ortak koşmasaydım!’ ” [14]

Değerli Kardeşim!

Okuduğun bu iki kıssa Kur’an’da geçen örneklerdir. Sünnette Rasûlullah’ın bize aktardığı örneğe gelince: Kör, kel ve cilt hastalığına yakalanmış insanların kıssalarıdır. Bu kıssayı da Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem dilinden okuyalım:

Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle dedi:

Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem işittim şöyle buyuruyordu:

“İsrailoğullarında abraş, kel ve kör olmak üzere üç kişi vardı. Allah bunları imtihan etmek istedi ve onlara bir melek gönderdi. Melek abraşa geldi ve:

__ Sana en sevimli şey nedir? dedi. Abraş:

__ Güzel bir renk ve güzel bir ten. Çünkü insanlar, beni çirkin görüyor ve benden iğreniyorlar, dedi.

Bunun üzerine melek, abraşın vücudunu sıvazladı. Ondan bu çirkinlik gitti de ona güzel bir renk ve güzel bir ten verildi. Melek abraşa:

__ Hangi mal sana daha sevimlidir? dedi. Abraşlıktan kurtulan kişi:

__ Deve, dedi.

Ve kendisine doğurması yakın on aylık gebe bir deve verdi. Bunun üzerine Melek ona:

__ Allah sana bu devede bereket versin, dedi.

Buna müteakiben melek kele geldi:

__ Sana en sevimli şey nedir? dedi. Kel:

__ Güzel bir saç ve insanların benden iğrendiği şu hâlin gitmesidir, dedi.

Melek onun başını sıvazladı da ondan kellik gitti ve ona güzel bir saç verildi. Melek ona:

__ Hangi mal sana daha sevimlidir? dedi. Kellikten kurtulan kişi:

__ Sığır, dedi.

Ve ona hamile bir sığır verdi. Melek ona:

__ Allah sana bu sığırda bereket versin, dedi.

Buna müteakiben melek köre geldi:

__ Sana en sevimli şey nedir? dedi. Kör:

__ Allah bana gözümü geri versin de onunla insanları göreyim, dedi.

Melek onu da sıvazladı ve Allah ona gözünü geri verdi. Melek ona:

__ Hangi mal sana daha sevimlidir? dedi. O da:

__ Koyundur, dedi.

Ve ona da kuzulu bir koyun verdi.

Bir müddet sonra deve ve sığır sahiplerinin devesi ve sığırı yavruladı. Koyun sahibinin de koyunu kuzuladı. Bu suretle deve isteyen kişinin bir vadi dolusu devesi oldu. Sığır isteyen kişinin de bir vadi dolusu sığırı oldu. Koyun isteyen körün de bir vadi dolusu koyunu oldu.

Sonra melek eski sureti ve kılığında abraşa geldi ve ona:

__ Ben fakir bir adamım! Yolculuğumda bütün çarelerim kesildi. Artık bugün benim için muradıma erişebilmem; ancak evvela Allah’ın yardımıyla sonra senin yardımınladır. Şimdi ben, sana güzel bir renk, güzel bir ten ve mal veren Allah için senden bir deve istiyorum! Bu seferimde onunla muradıma erişebileyim! dedi. Bu istek üzerine eski abraş:

__ İyi, ama hak sahipleri çoktur, dedi. (Yani piyasada fakir çoktur, her dilenciye bir deve vermek olmaz!) Bunun üzerine melek ona:

__ Ben seni tanır gibiyim. Sen insanların iğrendiği abraş kimse değil misin? Hani sen fakirdin de bu malı sana Allah verdi, dedi. Eski abraş meleğe:

__ Allah’a yemin olsun ki ben, bu mala, atadan ataya geçerek vâris oldum, dedi. Melek de ona:

__ Eğer yalancı isen Allah, seni eski hâline çevirsin! dedi.

Sonra melek eski sureti ve kılığında kele geldi ve abraşa dediği gibi ona da söyledi. Kel de, abraşın reddettiği gibi reddetti. Melek de ona:

__ Eğer yalancı isen Allah, seni eski hâline çevirsin! dedi. Sonra melek eski suretinde köre geldi ve:

__ Ben fakir bir adamım! Yolculuğumda bütün çarelerim kesildi. Artık bugün benim için muradıma erişe bilmem, ancak evvela Allah’ın yardımıyla sonra senin yardımınladır. Şimdi ben, sana gözlerini geri veren Allah için senden bir koyun istiyorum! Bu seferimde onunla muradıma erişebileyim! dedi. Bu istek üzerine eski kör:

__ Allah’a yemin olsun ki ben, kör idim. Allah bana gözümü geri verdi. Fakir idim ve Allah’a yemin olsun ki Allah, beni zengin yaptı. Şimdi dilediğin kadar al! Allah’a yemin ederim ki bugün, Allah için aldığın bir şeyde sana zorluk çıkartmam, dedi. Bunun üzerine melek:

__ Malını muhafaza et! Allah sizleri imtihan etti. Allah’a yemin olsun ki Allah, senden razı oldu! İki arkadaşın da (abraş ve kel) gazaba uğradılar, dedi.” [15]

Değerli Kardeşim!

Üç kıssayı da okudun. Umarım üzerinde tefekkür etmişsindir. Rabbimizin bu insanlara ikram ettiği nimetlerin enginliğine bak, bir de bu insanların nimete karşı muamelelerine bak. İnsan Rabbine karşı ne kadar da nankördür! Rabblerinin verdiği nimetleri kendilerinden bildiler, Rabblerini aradan çıkardılar, unuttular. Kibirlendiler ve şımardılar. Bunun üzerine Rabbimiz onlara hak ettikleri cezayı vermiş oldu.

Sonuç olarak:

Bütün nimetler Allah’tandır. Mülk sahibi O’dur. Mülkünden dilediğine verir. Biz insanlar aciz olanlarız. Rabbimize muhtaç olanlarız. Muhtaç olduğumuzun farkında olup, Rabbimizden gelen nimetlere şükretmeliyiz.

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık olan ancak O’dur. Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir. Bu da Allah’a güç bir şey değildir.” [16]

Rabbim bizleri, şükreden kullarından kılsın. Rabbim bizleri, nimetin farkında olan ve nimeti Rabbindan bilen kullarından eylesin. Amin.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbine hamd etmektir.

Emre ACAR

Van F Tipi Kapalı Cezaevi

 

 

[1]        .     80/Abese, 24-32

[2]        .     16/Nahl, 72

[3]        .     16/Nahl, 78

[4]        .     16/Nahl, 80

[5]        .     16/Nahl, 81

[6]        .     39/Zümer, 49

[7]        .     16/Nahl, 53

[8]        .     3/Âl-i İmran, 26

[9]        .     16/Nahl, 83

[10]       .     İbni Kayyım’ın Esma-i Hüsna kitabından alıntı yapılmıştır.

[11]       .     Mücahid Tefsir 1/350

[12]       .     110/Nasr, 1-3

[13]       .     28/Kasas, 76-82

[14]       .     18/Kehf, 32-42

[15]       .     Buhari 7/3274, Müslim 2964/10

[16]       .     35/Fatır, 15-16-17

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver