Murabıtlar Devleti – 5

 

Bu sayımızda Murabıtlar Devleti’nden çıkarabileceğimiz dersleri sırasıyla yazmaya çalıştık.

1) Murabıtlar, ilim ehlinin kurmuş olduğu bir devlet olarak  ortaya çıkmıştır ve sonrasında gelen emirlerin de ulemaya danışmadan bir hüküm vermemeleri Murabıtlar’da bir ayrıcalık olarak ortaya çıkmaktadır. Burada yeri gelmişken iki konuyada değinmek isteriz;

a) İslami bir yapıda ilmi oluşumun önemi Sami Ureydin’in ‘İlim Cihad Ayrılmazlığı’ makalesinde;

‘Bizler kitaba ancak ilim yoluyla ulaşabiliriz. Kitap yol gösterir, idare eder, doğrultur ve önderlik eder. Kitap hidayet yoludur. İlim; şeriate ve kitaba ulaştıran kapıdır.

Cihad; yeryüzünde bütün fesat çıkaranları, dine ve ehline düşmanlık edinmeyi âdet edinmiş mücrimleri engelleyen güvenilir bir muhafızdır. Kişiyi kitapta yer alan bütün cezalardan çekip alır. Böyle olunca din ikame edilinceye kadar ilim ile cihadın arasında herhangi bir ayrışma olmaz. Birbirinin ilişkisi kesilmez.’ diyerek bu konuya değinmiştir.

İbni Kayyım rahimehullah da bu konuda en mükemmel sözü söylemiştir: ‘İslam dini doğru yolu gösteren kitap ile ayakta kalır. Keskin kılıç ise onu icra eder.’ Allah’ın dini ne ile ayakta kalır? Doğru yolu gösteren kitabın şeriatı ile ayakta kalır. Ancak onun icraatlarını yerine getirecek, hükümlerini uygulayacak, her yere yayılmasını sağlayacak ve onu koruyacak şey nedir, derseniz, o da keskin kılıçtır.

İlim ve cihad ayrılmazlığı hakkında İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir; ‘Dinin ayakta durması yol gösteren kitap ve onu destekleyen kılıçla olur.’

İşte bütün bunlardan dolayı ne zaman ilim ile cihad bir araya gelmiş ise orada izzet ve temkin yeşermiştir. İslam ümmetinin tarihine bir bakın! Hangi dönem olursa olsun ilim ve cihad bir araya geldiğinde izzet ve temkin meydana gelmiştir. Ancak zillet ve değersizlik olduğu zaman bu ikisi ayrılmıştır. Zillet ve değersizlik de birbirine yakın olup ayrılmazlar.

Her ne azap olursa olsun ve her ne zelillik olursa olsun bilin ki; bunlar şeriatın tatbikinde veya şeriatı koruyacak kuvvette sadır olan ihlallerden dolayı gerçekleşmektedir. Ümmette, cihad sahalarında ve bütün mekanlarda karşılaştığımız problemler her ne olursa olsun bilin ki; bu problemlerin kaynağı ya şeriatı tatbik etmedeki ihlal veya şeriatı koruyacak kuvvette gösterilen ihlal ya da ifrat ve tefrit noktasındaki ihlaldir. Fitnelerden, sapıklıklardan zillet ve aşağılık olmaktan sakınmak için bunlar gerekmektedir. Kitap ve kuvvet ile beraber ilim gereklidir. ( Bu Şeyh’in (Sami Ureyd’in) durduğu yer her ne kadar yanlışsa da söyledikleri doğrudur.)

b) İslami bir oluşumda ilimsiz yaklaşımların zararları

Ebu Hanzala Hocamız’ın (Allah subhanehu ve teala O’nu korusun) ‘Ruveybida Konuşacaktır’ adlı makalesinde bu zararlardan bahsedilmektedir.

 Tevhid ve Sünnet’in hakim olduğu toplumlarda her şey Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitapla beraber indirdiği ölçülere tabidir. Maddi ve manevî tüm değerler, vahiy menşelidir.

“…İnsanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır.” (57/Hadid, 25)

Bir toplumun ölçülerini bozması, yerin ve göğün fesada uğraması, açlık ve korkunun hakim olması anlamına gelir. Çünkü ölçülerin bozulması insanların hevalarına göre ölçüler belirlemesidir ki; Allah subhanehu ve teâlâ bu durumu kitabında şöyle izah eder:

“…Eğer hak onların hevalarına uyacak olsa idi elbette gökler ve yer ve onlarda olanlar fesada uğramış olurdu…” (23/Mü’minun, 71)

 İslami çalışmada birey olanın vazifesi, haram olmadığı müddetçe dinlemek ve itaat etmek, kendisine verilen görevleri ihsan üzere yerine getirmektir. Kişi vazifesini unutup dinlemek yerine eleştirmeye, itaat yerine karşı çıkmaya, ihsan üzere iş yapmak yerine yarım yamalak iş yapmaya başlarsa, Ruveybida olmuş olur.

Kendi hayatlarını idame ettirmekten aciz, çoluk çocuklarına hükmedemeyen idarecilerin, toplumun başına geçmesiyle sosyal ve ekonomik sıkıntılara ve adaletsizliklere muhatap oluyoruz. Çünkü bu insanlar, İslami ölçüye göre Ruveybidadır. İslam toplumunda yönetilen olarak dahi durma hakkı olmayanların, Müslümanlara yönetici olması düşünülemez.

Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri de bu esasa tabidir. Müslümanlar adına konuşacak olanlar; alimler, emirliği hak eden yöneticiler ve hikmet erbabıdır. Gerek İslam cemaatinin iç meselelerinde, gerek dışa bakan yönünde Allah’ın, Rasûlü’nün veya Müslümanların kendine konuşma yetkisi vermediği insanların konuşması, Ruveybida olanların öne çıkması anlamına gelir. ( Bknz: Tevhid Dergisi 15. Sayı)

2) Murabıtlar, hem devleti  kurmadan önce hem de sonrasında hep merhale merhale kat edilen bir yol benimsemişlerdir. Burdan çıkaracağımız ders şu olmalıdır: Merhalecilikten kasıt; pasiflik değil hikmet, yani her şeyi yerli yerinde yapmaktır. Konuyla alakalı Ebu Hanzala Hocamız’ın ‘Davet Fıkhı’ dersinde hikmet konusundan bahsetmek fayda verecektir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem daveti merhale merhale yapmıştır. 13 yıl boyunca cihaddan bahsetmemiştir ve insanlara af, sabır, sebat ile telkinde bulunmuştur. Günümüzde ise kişi tevhidini tam öğrenmemiş, nefsini terbiye etmemiş, ‘mücahidlik ile piskopatlığı’ birbirine karıştırmış, hiçbir merhaleyi tamamlamadan basamak atlatmış ve kötü sonuçlar ortaya çıkmıştır. İbni Kayyım rahimehullah ‘Hikmet’i şöyle açıklar: ‘Yapılması gerekenin, yapılması gereken şekilde ve zamanında yapmak hikmettir.’ Örneğin; birine tebliğ edeceğimiz zaman ilk bahsedeceğimiz konu tevhid olmalıdır. Çünkü peygamberlerin hepsi hikmet gereği önce tevhidden başlamışlardır. Hikmet, davetteki merhaleleri peygamberlerin uyguladığı gibi aşmaktır.

3) Abdullah bin Yasin cemaatini oluştururken ehil adam yetiştirir, uymayanları ise gönderirdi. İslam’ın belirlediği ölçülere uygun olmayan kişileri, yeni kurmuş olduğu cemaatten uzaklaştırma konusunda hiçbir tereddüt duymaz, bunu yaparken de hayâ edilmesi ya da utanılması gereken bir konu olarak görmezdi. O, Peygamber’in şu hadisini uygular gibiydi; “İlmi şayet hat etmeyen birisine verirsen, bu, domuzun boynuna gerdanlık takmak gibidir.” İşte bu da dinde bilinmesi gereken önemli bir kaidedir. Bunun içindir ki, Abdullah bin Yasin ölçülere, kural ve kaidelere uymayan birini kendinden ve cemaatinden uzaklaştırırdı.

4) Abdullah bin Yasin’in bizzat kendisinin yetiştirdiği insanlarla, ölümünden sonra yetişen insanların arasındaki fark da bizim için çıkarılması gereken önemli bir derstir. İlkler yetiştirildiği ilkelere bağlı kaldıkları için Allah subhanehu ve teâlâ onları çok bereketli topraklara vâris kıldı. Sonrakiler ise güce, kuvvete, asalete, zevk ve sefaya daldıkları için hem kendileri hem de devletleri yok olup gitti.

5) Bir hareket içerisinde insan iki şekilde pişer; Kevnî imtahanlar ( Hicret, zindan ve zulüm görmek gibi… İslami hareketin buna yapacağı bir şey yoktur.) ve yapının insanı olgunlaştırması. ( İtaat, fedakarlık ve ciddiyet gibi ahlaklarını sınamak, hem de varsa eksikleri gidermek amaçlı bir takım sorumluluklar yüklemek.) Buna Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem hayatıdan şöyle bir örnek verebiliriz; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Abdullah bin Cahş’ı radıyallahu anh bir sefere gönderiyor ve ona bir mektup veriyor. “…Onu şimdi açma, bir müddet ilerledikten sonra aç ve oku!…” diyor. Burada itaat, gizlilik ve sırrın açığa çıkmaması konusunda bir sınama vardır.

6) Abdullah bin Yasin bir yere emir atanacaksa muhakkak surette kendi yetiştirdiği adamlardan seçerdi ki bu da sünnete uygun olandır, tıpkı Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem, Ebubekir ve Ömer’i radıyallahu anhuma, öne çıkardğı gibi.

7) Abdullah bin Yasin’in kurmuş olduğu bu hareket iki yıl gibi kısa bir zamanda sayıları iki bini bulan bir kitleye ulaşmıştır. Zaman zaman bunları idare etmede bir hayli zorlanıyordu. Bu; 100 kg. bir ağırlğı kaldıracak kapasitesi olan kasaya 500 kg. doldurmak gibi bir şeydi. İki yılda kurulan bu devlet , ancak yirmi beş yıl ayakta durabildi.

8) Allah subhanehu ve teâlâ her yüzyılda bir  bir müceddid gönderir. Bu her topluma nasip olmaz. İnsan ya lokomotiftir ya da vagondur. Bu, Hicri 500’lü yıllarda Murabıtlar Devleti’ne nasip oldu denilebilir.

Yusuf bin Taşfin döneminden ise şu dersleri çıkartabiliriz:

9) Yusuf bin Taşfin verdiği sözlere bağlılığı ve yaptığı anlaşmalara uymasıyla tanınırdı. Dünyalık hırslardan son derece uzaktı.

10) Hem Yusuf bin Taşfin hem de Ali bin Yusuf’un son dönemlerine kadar ulemanın Murabıtlar üzerinde etkisi görülmektedir.

11) Yusuf bin Taşfin döneminde Murabıtlar Devleti bütün kurum ve kuruluşlarda, artık oturmuş bir devlet görünümünde idi. Özellikle de istihbarat alanı iyice oturmuştu. Öyle ki kendisine gelen istihbari bilgiler neticesinde Fas şehrini savaşmaksızın fethetmeyi başardı. Çünkü aslolan mücahidlerin can güvenliğini sağlamaktır. Bir hadiste; “Allah subhanehu ve teâlâ bir müslümanın öldürülmesinden ise Kabe’nin yıkılmasını tercih eder.” buyrulmaktadır.

12) Murabıtlar Devleti’nin son dönemi hariç alimler davet sahasında önde oldukları gibi savaş meydanlarında da öndelerdi. Mücahidlere hep cesaret ve sebat telkin ederlerdi.

13) Murabıtlar fethettikleri yerlerde Allah’ın subhanehu ve teâlâ hükümlerini hemen tatbik ederlerdi, tabi öncelikle kendileri bunlara uyarlardı.

14) Tarihin her safhasında olduğu gibi, Endülüs beyliklerinden bazıları da koltukları ellerinden gitme korkusu ile Hiristiyanlarla bir olup müslümanlara karşı cephe almışlardır. El-Mutemid bin Abbad bunlardan biridir. O ki,  İspanya’nın çeyrek asırlık geleceğine yön vermiş, adanın güneyine hükmetmiş, çok şa’şâlı bir hayat sürmüştür. Hükümdarlığından şöyle bir hatıra anlatılır. Kızları dışarda dolaşmak istediğinde ayakları tozlanmasın diye dolaştıkları yerlere halılar serer öyle gezerlerdi. Ne yazık ki bu şımarıklık Yusuf bin Taşfin’in onun bölgesini fethetmesiyle son bulur ve İbni Abbad ve ailesi esir alınıp Merakeş’e sürülür. İbni Abbad zindana atılır. Bir gün kızları perişan bir hâlde  babalarını ziyarete gelirler. Üstleri yırtık pırtıktır ve ayakkabıları dahi yoktur. Ne de garip bir dünya, ayakları tozlanmasın diye yerlere halılar serilen kızların, ayaklarına giyebilecekleri ayakkabıları bile yoktur. İki farklı durum, zenginliğin zirvesi ve fakirliğin zilleti. İşte bu, Allah’ın  günleri evirip çevirmesidir.

Konuyla alakalı Ebu Hanzala Hocamız’ın Esmai Hüsna derslerinde El-Melik ismi celiline değinmekte fayda vardır.

“Ey Mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen Mülkü dilediğine verirsin…” (3/Al’i-İmran, 26)

Yani yeryüzünde ne kadar zengin varsa Allah’ın subhanehu ve teâlâ El Melik isminin yansımasıdır. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ yanındaki mülkü dilediğine verir. Ayetin devamında “ve sen istediğinden mülkü çekip alırsın.” yani bir insan ister zengin olsun, ister zenginliğinden sonra fakir olsun, ister rızkı ta başından daraltsın fark etmez.

“Sen dilediğini izzetli kılarsın.”

İnsanların çoğu izzetin mülk ile olacağını zannederler. Yani Allah subhanehu ve teâlâ kime mülk vermiş ise onu aziz kılmış, kimden de almış ise onu zelil kılmıştır. Allah bu ayette  bu anlayışı yerle bir ediyor ve mülkü vermeyi ayrı, izzeti ise ayrı zikrediyor. İzzetin mülkle hiçbir alakası yoktur. Allah dilediğini malla, ilimle, hâya ve güzel ahlakla ya da takva ile izzetli kılar. O’nun izzetli kılmasının yolu çoktur, çünkü O, El Azizdir.

“Ve sen dilediğini de zelil kılarsın”

İster başından zelil olsun, ister Allah ona önce izzeti, sonra da zilleti tattırsın hiç fark etmez. Çünkü her şey Allah’ın subhanehu ve teâlâ mülküdür ve ayetin devamında “Hayrın hepsi senin elindedir” diyor Rabbimiz. Yani kulun hayatına taalluk eden ne kadar hayır varsa ister maddi ister manevî hiç fark etmez bu, Allah’ın subhanehu ve teâlâ El-Melik isminin yeryüzüne tecelli etmesidir.

15) Yusuf bin Taşfin ikinci defa Endülüs’e çağrıldığında yine bu çağrıya müspet cevap verip yardıma gelmiştir ve Hristiyanları büyük bir kuşatma altına almıştır. Lakin beyliklerin birbirlerine ihanet etmesi sonucunda hemen kuşatmayı durdurmuştur ve geri çekilmiştitir. Çünkü yenilginin büyük bir ihtimal olduğu savaşlarda ısrar etmek, büyük zararlara yol açar. Bazen geri çekilmek de bir zaferdir. Aynen Halid bin Velid’in radıyallahu anh orduyu geri çekip Medine’ye dönmesi gibi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Halid b. Velid’in bu kararına fetih demiştir.

16) Yusuf bin Taşfin İslam tarihinde yapılan yanlışların en büyüğünü yapmıştır. O da şudur: Halifeliği saltanata dönüştürmek. Kedinden sonra oğlu Ali bin Taşfin’i saltanata getirmiş, böylece Murabıtlar’da babadan oğula geçen bir saltanat dönemi başlamıştır. Ali bin Taşfin de oğlu Taşfin b. Ali’yi saltanata getirir, artık bu dönemler Murabıtlar’ın sonu olmuştur. Çünkü emanetler ehil olmayana verildiği takdirde ya ekin ya da nesil yok olur.

17) Ali bin Yusuf iki defa Muvahhidler’in kurucusu olan İbni Tümert ve adamlarını bitirme imkanına sahip olmasına rağmen bu fırsatları değerlediremedi, bu tehlikenin büyüklüğünü fehmedemedi. Babasındaki keskin bakışlılık vasfı kendisinde yoktu diyebiliriz.

18) Murabıtlar döneminde çok iyi alimler yetişmiştir. Bunların önde gelenleri Ebubekir İbnu’l Arabi, Kadı İyaz, Abdullah bin Ali Er-Ruşadi, Ahmet El-Ceyyani, İbni Rüşd’dür.

Belki de Murabıtlar hakkında merak edilen en önemli soru şudur: Murabıtlar devleti sofi akidesine sahip bir devlet miydi? Ali b. Yusuf, kendi döneminde Kelam ve Felsefe’yi yasaklamış başta İmam Gazali’nin İhyâ-u Ulûm’id Dîn’i olmak üzere daha birçok kitabı yaktırmıştır.

Hem elimizdeki bu delil, hem de Murabıtlar içinde yetişen alimleri yan yana getirdiğimizde Murabıtlar’ın sofi bir akideye değil de selef akidesi ve menhecine sahip olduğu rivayeti daha sahih görünüyor. Allah subhanehu ve teâlâ en doğrusunu bilir.

19) Murabıtlar birçok yerde Muvahhidler’e yenilip bölgelerini onlara terk erttiklerinde halk, Kadı İyaz’a: ‘Bu durumda biz ne yapmalıyız?’ diye şikayete gelirlerdi. Kadı İyaz hem kendi hem de halkı adına kendini Mehdi ilan eden bu sapık Muvahhidlere katılmamak için çok direndi ama bir çıkış yolu da bulamıyordu. Sonuçta daha fazla Müslüman kanı dökülmesin diye Muvahhiddler’e boyun eğmek zorunda kaldı.

20) Murabıtlar devletinden çıkaracağımız derslerden biri de bu devletin yıkılma sebeplerini bilmemiz olacaktır. Bu sebepleri maddeler hâlinde şöyle sırayabiliriz:

Babadan oğula geçen saltanat geleneği

Abdullah b. Yasin’in terbiye ve eğitiminden geçen alim ve mücahidlerin ya şehid olmaları ya da vakti gelip ölmeleri ve ehil kişilerin yetiştirilememesi

Ehil olmayan kadı, emir ve komutanların sorumluluk almaları

Son dönemlerde alimler, emirler ve komutanların mal, mülk, zevk ve sefa peşine düşmeleri, kendileri ile beraber halkı da ifsada uğratmaları

Menhecinde cihad olan bu toplumun cihadı terk etmeleri

Toplumun büyük günahları açıktan işlemeleri

Yöneticilerin halka zulmetmeleri

En önemlisi; Allah’ın subhanehu ve teâlâ bu topluluktan yardımını çekmesi

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver