Milliyetçiliğin Anavatanı Avrupa’da Milliyetçiliğin Bumerang Hali

 

Millet/ulus[1] temelinde milliyetçilik fikrinin duygusal ve tepkisel güç ve ideolojik donanıma sahip bir akım olarak ortaya çıkışı on sekizinci yüzyılın son çeyreği olarak tarihlendirilir. Son dönemde Avrupa’da yükselen milliyetçilik/ırkçılık hareketleri tüm dikkatlerin yeniden bu bölge üzerine yoğunlaşmasına neden oldu. Diplomasi ve medya dilinde ‘azınlık ve göçmen karşıtlığı’ şeklinde masumlaştırılmaya çalışılan şey, düpedüz İslam ve Müslüman düşmanlığıdır. Zira Avrupa’da azınlık denildiğinde akıllara ilk gelen şey, İslam’dır. Göçmen dendiğinde ise ilk anda akıllara Müslüman kimliği taşıyan kitleler gelir.

Avrupa’da yaşanması muhtemel derin ekonomik krizlerin öncü dalgaları, küreselleşme denilen olgu, suni milliyetçilik/ulusçuluk belasını engelleyici bir panzehir olarak takdim edilen komünizmin tarihin çöplüğüne atılmış olması ve İslam’ın yeniden güçlenme istikametinde günbegün ilerlemesi Avrupa’da milliyetçilik hastalığının yeniden nüksetmesini sağlayan etmenlerdir.

Avrupa’yı birçok kez nüfus kırımına uğratıp harabeye çeviren milliyetçilik akımı, özellikle de İkinci Dünya (paylaşım) Savaşının bitmesi ve hemen ardından Doğu ve Batı blokları arasında yaşanan soğuk savaş yıllarında unutturulmaya çalışılmıştır. Avrupalılar için her daim kıyım ve tahribat sebebi olan milliyetçilik, sadece (kendi aralarında) unutturulmakla kalınmamış, bununla beraber başlarına gelen tüm kötülüklerin sebebi ve suçlusu olarak görülmesi amaçlanmıştır.

İslam’ın yeniden yükselişi ve 20. yüzyılın son ve en parlak zaferlerinden birine imza atarak devrin süper gücü komünist Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da imparatorluklar mezarlığına gömülmesi sonrasında Sovyetlerin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla beraber Almanya’nın birleşmesi vb. nedenler Avrupa’da milliyetçiliği tekrar yükseliş eğilimine sokmuştur.

Avrupa’da milliyetçiliğin temelinde 1789 Fransız Devrimi vardır. Fransız Devriminden sonra ulus-devlet kavramı ortaya çıkmış ve bu akım giderek güçlenmiştir. Öyle ki 20. yüzyılda Avrupa’da Habsburglar, Rusya’da Romanoflar ve Anadolu’da Osmanlı, hanedanlıklar yönetiminin düşmesine sebep olmuştur. Fransa’da gerçekleşen devrim eski rejimi (krallık rejimini) yıkmış ve daha önce krala ait olan her şey halkın kabul edilmiştir.

Bu çerçevede denilebilir ki: Avrupa’da ideolojik anlamda milliyetçiliğin ilk tohumları Fransa’da, Fransız İhtilali’yle beraber atılmıştır. Fransız İhtilali ideolojik anlamda sadece milliyetçiliğin ürediği bir bataklığın oluşmasına sebep olmamıştır. Bununla beraber devrimin fikrî önderleri daha da ileri giderek egemenlik/hakimiyet meselesinde de bilahare İslam ümmetinin içerisinde güç ve taraftar bulan yeni ideolojilerini ilan etmişlerdir: Egemenlik/hakimiyet doğrudan halka aittir.[2]

Egemenliğin halka ait olduğu veya olması gerektiği söyleminin temelinde, Avrupa’da siyasi iktidarı ellerinde bulunduran krallar ile dinî iktidarı tekeline almış olan Kilise’nin (Papa’nın) işbirliği ile bu mutlak iktidarla kendi halklarını zayıf düşürüp sömürmeleri vardır. Tahrif edilmiş olduğu hâlde bütünüyle ‘Tanrı’dan gelen öğretilermiş gibi sunulan birtakım heva ve akıl ürünü sözde kutsal metinlere dayanılarak sürdürülmeye çalışılan bu iktidar birlikteliğinin gayriinsani uygulamalarının tetiklediği Fransız İhtilali sonrasında temel alınan kıstas da akıl ve heva olunca, devrim kadroları kendilerine iktidar yolu açan vahim bir yanlıştan bir başka vahim yanlışa yönelmiş oldular. Bundan sonra adına demokratik milliyetçilik denilen yeni bir ideoloji neşvünema bulup hakim olmaya başlamıştır. Halkın egemenliğine dayalı demokratik milliyetçilik ideolojisinin Avrupa’da etnik milliyetçilik olarak ortaya çıkması, Avrupa ülkelerinin katlanmak zorunda kaldıkları bir durumdur. Bazı Avrupa ülkelerinde etnik milliyetçilik istikametine yönelmek demek bir anlamda intihar etmek demektir. Mesela tarihsel olarak Bask, Viking ve Katalan gibi birçok etnik topluluğu barındıran Fransa, Almanların yaptığı gibi etnik milliyetçilik yapamamıştır. Alman milliyetçiliği gibi bir milliyetçilik yapamamasının asıl sebebi faziletten yahut Fransız ulus devletinin alicenaplığından değil, basbayağı etnik temelde parçalanma korkusudur. Bu korkuya da etnik milliyetçilik yerine ürettikleri ‘Vatandaşlık Milliyetçiliği’ gibi ucube bir tanımlamayla ifade ederek buna anayasal bir hüviyet kazandırmıştır. Bu tanıma göre Fransa topraklarında yaşayan Bask, Katalan, Viking, Arap vs. tüm etnik grupların her bir ferdi Fransızdır. Fransa’da başlayıp Avrupa’nın değişik ülkelerine yayılan vatandaşlık milliyetçiliği ve yurtseverlik duyguları ile gerçekleştirilen devrimci(!) savaşlar başlamış ve bu motivasyonla ilk olarak Avusturya’ya karşı savaşa girişilmiştir.

Fransa imparatoru (Diktatör) Napolyon’un tüm Avrupa’yı fethetme hareketi diğer Avrupa milletlerinde de milliyetçiliği uyandıran önemli sebeplerden biridir. İstila girişimlerine karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan tepki milliyetçiliği, Almanya ve İtalya’dan başlayarak Orta Avrupa’dan Doğuya doğru yayılmaya başlamıştır. Avrupa’nın büyük bir kısmının Fransızlarca işgali sonucu ortaya çıkan nefret, aynı zamanda Alman milliyetçiliğine de şekil veren önemli etkenlerdendir. Fransızların işgal süreci başladığı zamana kadar, birçok prensliklere bölünmüş olan Almanya ise ancak bu işgalden sonra ulusal birliğini tesisi etme aşamasına girmiştir. Öyle ki yüz yıl süren Almanya’nın toparlanma sürecinden sonra etnik milliyetçiliğe dayalı Alman imparatorluğu kurulmuştur.

Birinci Dünya (paylaşım) Savaşı çıktığında Almanya’da milliyetçi bir hava hakimdi. Ancak savaş kaybedilmiş ve Almanya savaşın suçunu üstlenmek zorunda kalmıştı. Bu mağlubiyeti kabullenemeyen Alman milliyetçileri olanların sorumlusu olarak kendilerine sırt dönen Yahudileri göstermekteydiler. Özellikle de 1929 yılındaki ağır ekonomik krizin ardından Alman halkı maddi ve manevi olarak çökme noktasına gelmişti. Alman halkı (Alman ırkının üstünlüğüne inanan) Nasyonalist Sosyalistlerin umut verici sözlerinin cazibesine kapıldılar. Ülkedeki zor şartları kendi lehlerine çeviren milliyetçiler yönetimi ele almış ve 1939 yılında İkinci Dünya (paylaşım) Savaşı başlatmışlardı. Hitler önderliğinde Almanlar, temeli Darwinizm’e dayanan saf Aryan ırkının üstünlüğü fikrini benimseyerek bunu devlet politikası haline getirdiler. Netice itibariyle Alman ırkının diğer ırklara olan üstünlüğü ve kendi teorilerine göre ırklar sıralamasında en aşağı tabakada olan Yahudilere düşmanlık ile Alman yaşam sahası gibi söylemler, tüm Avrupa’yı altı sene (1939-1945 İkinci Dünya Savaşı) boyunca kasıp kavurmuştur.

İkinci Dünya (paylaşım) Savaşı’ndan sonra dünya en güçlüler etrafında kümelenmelerle iki kutuplu bir hâle gelmiş ve artık soğuk savaş denilen bir süreç başlamıştır. Soğuk savaşın iki kutuplu dünya düzeni, iki kutuplu ideoloji üzerine kurulmuştu. Soğuk savaşın da bitmesi üzerine sınıf ve etnisiteye dayalı farklılıkların küreselleşmenin etkisiyle kaybolması beklenmekteydi.

Amerikan-Yahudi sermayesi önderliğindeki küresel kapitalizm dünyayı tek bir ekonomik sistem altında birleştirmede oldukça başarılı oldu. Doğulu-Batılı tüm ülkeler tarafından çok kolay bir şekilde kabul ediliyordu kapitalist sistem. Soğuk savaş sırasında Avrupa’da milliyetçiliğin görünürlüğü ve belirleyici etkisi pek kalmamış idi. Bunun başlıca sebebi, Avrupa’nın kendi ürettiği milliyetçilik hastalığından bizzat kendi canlarının çok yanması ve iki kutuplu (iki farklı ideolojinin yarıştığı) dünyada, milliyetçiliğin daha az kârlı olması ve fazla yeşermeye imkân bulamayışıdır. Küresel kapitalist sistem bilhassa İslam coğrafyasındaki ülkelerde milliyetçilik akımlarını yayma ve destekleme adına büyük çaba sarf etmiştir ki, aynı anda bu menhus ideolojinin Avrupa’da engellenmesi için de elinden geleni yapmıştır.

Küreselleşme denen şey, milletlerin aralarındaki hürmet sınırlarını/bağlarını kaldırıp insanları adeta tek tipleştirme yolunda mesafe katetmekle bir anlamda geri tepti denilebilir. Bunun bir sebebi de halklar/uluslar arasındaki farklılıkların daha görünür ve karşılıklı etkileşimle daha arzulanır bir hâle gelmiş olmasıdır. Küreselleşme bu anlamda halklara/milletlere ait kültürel öğeleri öne çıkarmış ve ulusal kimliğin tekrar önem kazanmasını sağlayarak milliyetçilik akımlarının yeniden ortaya çıkmasına uygun bir zemin oluşmasına katkı sağlamıştır. Bu yeni ortamda Avrupa’da milliyetçilik önemli bir güç olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Bunu tetikleyen unsurların başında artan ekonomik sınırsızlık, göçlerin artması, tüketimin uluslararası bir hâle gelmesi ve itikadi/ideolojik boşluk gelmektedir.

Özü itibariyle saldırgan olan ve yayılmacılık amacı taşıyan milliyetçilik, bu yeni ortamda Avrupa’da önemli bir güç olarak tekrar ortaya çıktı. ABD önderliğindeki Yenidünya düzeninde, eski Sovyet ülkelerinde ulus-devlet kurmak yönünde bir yeniden yapılanma süreci yaşanırken, bu durum, özellikle Batı Avrupa’da azınlık ve göçmen (daha doğrusu İslam ve Müslüman) düşmanlığı yönünde ivme kazanmıştır. Düşman, Hitler Almanyası’nda olduğu gibi artık Yahudiler değildir. Yahudilerden bile çok daha tehlikeli olarak görülen Müslümanlar hedef alınmaya başlamıştır. Yeryüzündeki tüm ırkçı milliyetçilerin ideolojik olarak ilk atası iblisin ta kendisidir. Şeytani bir ideolojiye sahip olan bu kişi ve kitlelerin, yok edilmesi gerektiğine inandığı ilk hedef, dindir ve özellikle tevhid dini olan İslam ve (muvahhid olsun olmasın) Müslüman sıfatı taşıyan kimselerdir.

Günümüzde ciddi bir sorun olarak görülmeyebilir, fakat otuz-kırk yıl sonra Avrupa’nın karşılaşması muhtemel en önemli problem, nüfus artış hızının süratle düşmesidir. Yani Avrupa’da iş gücü sıkıntısı bir yana, elli yıl sonra şu anki Avrupa kültürünü devam ettirebilecek etkin ve baskın bir Avrupalı nüfüsun nüfuzunun kalmayacağı öngörüsü AB ülkelerini de korkutan bir ihtimaldir. Nüfusu ciddi düzeyde azalacak olan bir Avrupa’nın gelecekte nasıl görüneceğiyle ilgili akıllarda bazı soru işaretleri belirmekle beraber, orada yerleşik olan Müslüman göçmenlerin nüfus artış oranlarının hızla artması Avrupa’nın geleceği hakkında ilginç ve hoş fikirlerin ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Avrupa’da yaşamış veya Avrupa milletleri hakkında araştırmalarda bulunmuş bazı ilim adamlarna göre Avrupa’yı (Avrupalılar açısından) ileride bekleyen en büyük sorun, Avrupa’nın İslamlaşmasıdır. Avrupa bugün Hristiyan kültürünü yaşatacak sağlıklı bir nesil ortaya çıkarmaya güç yetiremeyecek noktaya hızla yaklaşıyor. Bu ise Avrupa’daki Müslümanların nüfus üstünlüğünü ele geçirmesi ve Avrupa’nın siyasal ve kültürel çehresini değiştirme imkânına kavuşmaları anlamına gelecektir. Avrupa’da yeniden yükselişe geçen milliyetçilerin sesi şu anda İslam ve göçmen karşıtlığında koro hâlinde tek ses gibi çıkıyor. Fakat bu mesele kendi aralarında bir çıkar çatışmasına evrildiğinde Avrupa tarihinde birçok örneği olan nüfus kırımı ve yıkımlarla neticelenen vahşi savaşların yeniden başlaması sürecine kadar gidebilecek potansiyeldedir.

Avrupa dışındaki memleketler için geliştirilen, Batı kaynaklı milliyetçi fikir ve akımlar, Osmanlı Devleti çatısı altında bulunan İslam coğrafyasında da zemin bularak filizlenmeye başlamış idi. Hepimizin malumu olduğu üzere aslında milliyetçilik mefhumu İslam için yabancı/kabul edilemez bir kavramdır. Ancak bu akımlar bilhassa yüz yıldan uzun bir süre öncesinden bu yana İslam âleminde duyulur olmuştur. İlginçtir emperyalist Batı, milliyetçilik hastalığını sömürgeciliğin zirvede olduğu tarihlerde İslam âleminin değişik beldelerinde bu ümmetin evlatlarına bulaştırmıştır. Öncelikle misyonerler ve müsteşrikler marifetiyle İslam âlemine sokulan bu bela, bilahare emperyalist haçlıların çıkarlarına münasip bir şekilde yayılma eğilimi gösterir. Haçlı-Batı emperyalizminin İslam ümmetine karşı kullandığı en etkili silahlardan biri hâline gelen milliyetçilik, İslam dünyasını büyük ölçüde tek çatı altında tutan ve İslam âleminin siyasî birliğinin sembolü olan Osmanlı (Hilafet) Devleti’ni parçalayıp yok etme aracı olarak da kullanılmıştır.

Milliyetçilik akımı evvela Avrupa’da, daha sonra Osmanlı’ya karşı bir ülkü olarak Arnavutlar ve Araplarda ve adeta zincirleme bir şekilde diğer Müslüman milletler arasında görülmüştür. Milliyetçilik akımının İslam dünyasında ortaya çıkmasında Batılıların etkisi ve çabaları o kadar ileri dereceye varmıştır ki, bu akımların bizzat başlatıcıları ve ilham kaynakları ya Batılılar ya da Osmanlı tebaasından olan Yahudi ve Hristiyanlar olmuştur. Misalen, on dokuzuncu yüzyılda Batılıların İslam coğrafyasındaki faaliyetlerinin temelini Müslüman ahalinin yaşadığı memleketlerde okul ve kolejler açarak Batı tipi eğitim sistemini yerleştirme çabaları oluşturur. Bu dönemde sadece Mısır’da Batılılar tarafından yetmiş okul ve kolej açıldığı[3] göz önünde bulundurulduğunda milliyetçilik hastalığının Avrupa dışındaki Müslüman milletler arasında ve ilk kez Mısır’da olmak üzere Araplar arasında ortaya çıkmış olmasının nedeni de anlaşılmış olur.

Batılılar tarafından ilk defa Mısır’da ekilen milliyetçilik tohumları zamanla filizlenirken, Batı tedrisatı ve formasyonundan geçmiş Yeni Osmanlıcılık akımının mensupları arasında da Türk milliyetçiliği fikri yeşerip filizleniyordu. Mısır ve İstanbul merkezli bu tutumlar her iki millet (Arap-Türk) arasında karşılıklı husumetlere yol açarken, İngiliz sömürgeciliği, misyonerler, Hristiyan Araplar ve Batıcı yerli sözde aydınlar, milliyetçiliği ve ırkçı taassupları diğer Araplar arasında da yaymak için tüm imkanlarını seferber ettiler. Çalışmalarının semeresini de kısa sürede aldılar ve bu süreçte Arap milliyetçiliği Mısır’dan sonra Suriye ve Lübnan gibi diğer Arap memleketlerinde de baş gösterdi.

Arap milliyetçiliğinin oluşumunda fikrî olarak başrolde olanların kimlikleri pek tanıdıktır. Bunlardan Petros Baslani ve Nazif el-Yezci, Suriye Protestan Koleji olarak da bilinen Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde yetişmiş iki Hristiyan bilgindi. Bunların dışında İbrahim el-Yezci, Nafel Nafel, Selim Nafel, Şemon Kelhun, Circis, Arslan Dımaşki ve Batılı emperyalistlere bağımlı birçok kimseyi sayabiliriz. Avrupalılar kendi aralarında büyük kırımlara ve yıkımlara sebep olan nasyonalizmi/milliyetçiliği Avrupa’da kontrol altına almak için tedbirler alırken, bu menhus ve meşum ideolojiyi İslam ümmetinin arasında yaymak maksadıyla hiçbir gayret ve masraftan kaçınmamıştır.

Türk milliyetçilğinin önderleri arasında Yusuf Akçura, Hamdullah Suphi ve Ömer Seyfettin gibi isimler dışında Kürt Zaza asıllı Ziya Gökalp ile Yahudi ve asıl adı Moiz Kohen olan Tekin Alp isimli kaltabanlar da bulunmaktadır

Fars milliyetçiliğinin oluşması, olgunlaşması ve gelişiminde de diğer milliyetçi akımlarda Batılılar ile Batıcıların izlediği yöntemlerin hemen hemen aynısı izlenmiştir. Farslar da her daim İslam öncesi tarihlerini yad edip canlı tutmaya ve bu kültürü sonraki nesillere aktarmaya azami önem vermektedirler. İslami sembol ve değerleri yok sayma pahasına da olsa Perslerin İslam öncesi uygarlıklarını yücelterek, sistemli bir şekilde Farsi milliyetçilik politikasını icra etme çabasında olmuşlardır.

Batılılar ve Batıcı sözde aydınlar tarafından, İslam ümmetinin asli unsurlarından Kürtlerin arasına sokuşturulmuş olan bu iğrenç ideolojinin Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki versiyonu da Kürt milliyetçiliğidir. On dukuzuncu yüzyılın ilk yarısı, Batılılar tarafından Kürtlerle ilgili çalışmaların en yoğun olduğu dönemdir. Bu konuda araştırma yapan misyonerlere ve müsteşriklere baktığımızda tıpkı diğer milliyetçilerin eline verdikleri argümanlara benzer argümanları Kürt milliyetçilerinin de eline vererek bu akımı benzer temellere dayandırma çabası içerisinde olduklarını görürüz. Bu misyoner ve müsteşriklerin ileri sürdükleri argümanlar doğal olarak Kürt milliyetçiliği yapanları gazlayıp iştahlandırmaktadır: ‘Beş bin yıllık tarihî geçmişe sahip Kürtler… Birçok devlet ve uygarlığın kurucusu Kürtler… Guti Devleti, Qassit, Mervani, Sasani ve Sümer Uygarlığı Kürtlerindir…’ [4]

Avrupalıların, kendileri dışındaki milletler için, özellikle de İslam coğrafyasındaki milletler için üretip yaygınlaştırdığı milliyetçilik belası İslam âlemine çok büyük pahaya mal oldu. Bilhassa Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve hilafetin yıkılması sonrasında Mekke, Medine ve Kudüs’ün işgal edilmesi bu ağır faturanın en önemli kalemlerindendir. Yarım yüzyıldan uzun bir süre kendi aralarındaki milliyetçilik akımlarını zapturapt altında tutmaya muvaffak olabilen Avrupa, işte şu sıralar bilhassa İslam coğrafyasındaki milletler arasına ektiği zehirli tohumların öldürücü meyvesini kendi bahçesinde de tatmak mecburiyetinde kalmıştır. Onlar, bizim topraklarımızda fırtına ekmişlerdi. Bugünden sonra ise ektikleri fırtınanın mahsulü olan kırım ve yıkım sebebi milliyetçilik ve parçalanmışlık kasırgasıyla karşı karşıya kalmaya adaydırlar.

Varşova Paktı’nın/Doğu Bloku’nun temelini oluşturan Sovyetler Birliği’nin dağılması Avrupa’nın doğusunda birçok yeni devletin ortaya çıkmasına neden oldu. Batı Avrupa’daki eski devletler ise uzun bir süre boyunca sağlam, sarsılmaz ve kökleşmiş bir görünüm sergiledi. Fakat özellikle son dönemde o pek sağlam gibi görünen köklü devletlerin temelleri sallanmaya başladı. Avrupa’nın özellikle de batısındaki bazı ülkelerde bağımsızlık mücadelesi veren ayrılıkçı (bizdeki tabirle, bölücü) hareketler bulunuyor. Bunlardan bazıları düşük yoğunlukta da olsa silahlı mücadele veriyor, bazıları ise müzakereler ve demokratik yollarla sonuç almaya çalışıyor.

Avrupa Birliği’ni, Avrupa Binliği’ne çevirmesi kuvvetle muhtemel olan bu sürecin sonunda Avrupa milletlerinin yine yeniden Napolyon Fransası devrinde başlayan işgaller, kıyımlar ve yıkımlar kumkumasına sürüklenmesi işten bile değil. Böyle bir durum, evet, belki de insani açıdan trajik olarak değerlendirilebilir ama yeryüzündeki diğer milletlerin, özellikle de İslam coğrafyasındaki halkların güvenliği ve selameti için hayırlı olacaktır. Müslümanlara karşı yüzyıllardır uygulayageldikleri işgal, sömürü, talan, kıyım, yıkım ve vahşet amelinin cezası olarak aynı veya benzer sonuçlarla yüzleşmeleri yeryüzündeki hiçbir mazlum millet tarafından esefle karşılanmayacaktır. 2011 yılında Sudan’ı ikiye bölerek zengin petrol yataklarının bulunduğu ve nüfusunun %17’si Hristiyan, %65’i putperest olan bölgeyi Güney Sudan diye bölenler ile bugün Orta Dünya’da (Orta Doğu’da) yeni sömürge ve manda olacak yapay devletçikler kurmaya çalışanlar ABD ve Rusya’yla beraber Avrupalılardır. Vekaletle vahşetin her türlüsünü Müslümanlara reva gören aynı Avrupa’nın, belirtileri giderek güçlenen iç kanamaları ve bundan doğacak çok ağır sonuçlar, tüm mazlum milletler nezdinde adl’i ilahinin tecellisi olarak değerlendirilecektir.

Müslümanlar arasına milliyetçilik ve ulusçuluk fitnesini sokan Avrupa’nın köklü devletlerinden Fransa’da Korsika ve Bretonya, İspanya’da Bask bölgesi ve Katalonya, Almanya’da Bavyera, Belçika’da Flanders, İtalya’da Padanya, Sicilya Güney Tirol, Veneto ve Lombardiya, Birleşik Krallık’ta (İngiltere’de) İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda… Bu sayılanlar dışında Avrupa’nın başka ülkelerinde de tabiri caizse küçük devletlerin/prensliklerin kurulması süreciyle beraber yeniden başa dönülecek. Bu sürecin orta ve uzun vadede Avrupa’nın başını epey ağrıtması umuluyor. Fakat muhtemeldir ki, yeryüzünün birçok farklı bölgesindeki halklar ve özellikle de İslam coğrafyasındaki milletler haçlı Batının iç kanamaları ve şiddetli baş ağrılarından ötürü daha rahat bir dönem yaşayacaklar. Allahuâlem.

 

[1]        .     Akasya ve okaliptüs gibi sert ağaçların geniş çatallı dallarından yontulup kılıç keskinliği verilmiş, kıvrık bir sopa biçiminde ve atıldığı yere geri dönebilen bir av aracı, bir tür silah.

 

[2]        .     TBMM Genel Kurul Salonunda, Başkanlık Divanı’nın hemen arkasında kocaman harflerle yazılı olan ‘Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletindir.’ sözünün aslında kimlere ait olduğu da anlaşılmış oluyor.

 

[3]        .     M. Nakawî, İslam ve Milliyetçilik.

 

[4]        .     Basil Nikitin, Kürtler.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver