Mele’, Melâ ve Ulema

Ülkemizde (sarf, nahiv vd.) Arapça alet ilimlerini okumuş kimselerin birçoğu hak etmediği halde âlim olarak isimlendirilmeye hiçbir itirazda bulunmaz. Bunların büyük bir kısmı hakkında doğrudan âlim sıfatı kullanılmasa da aynı manayı havi mele’, hoca, üstad, melâ, molla, seyda vb. sıfatlarla vasfolunurlar.

Kur’an-ı Kerim’de yaklaşık otuz ayette geçen mele’ kelimesi daha ziyade toplumu etkileyip yönlendiren ve yöneticilere danışmanlık yapan kimseler hakkında kullanılır. Mele’ kavramı esasen olumlu veya olumsuz bir mana ihtiva etmeyen nötr bir kavramdır. Fakat Kur’an-ı Kerim’de bir iki ayet dışında diğer ayetlerin tümünde olumsuzluk içeren bir anlamda kullanılmaktadır.

Müşrik toplumların önde gelenlerini, vahye karşı koymada halkı örgütleyenleri, peygamberlerin davetini boşa çıkarmak için her türlü fitneye başvuranları, şirk toplumlarını vahye karşı ayakta tutmaya çalışanları ve bunun için organizatörlük yapanlar ile halka akıl ve yön verenleri Kur’an mele’ olarak tanımlamaktadır.

Kur’an-ı Kerim bütün vahiylere ilk itiraz edenlerin Allah’ın dinine ilk karşı çıkanların daima mele’ takımı olduğunu bildirmektedir. Yönettikleri toplumların iman etmekten yüz çevirmelerini sağlamak için her türlü yönteme başvuran ve sahip oldukları bütün imkanları bu uğurda harcayan mele’ zümresi, tarihin her döneminde sürekli olarak tevhide karşı şirki ayakta tutmaktan yana olmuştur. Bu gerçek geçmişte böyleydi, günümüzde de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır (Allahualem).

Tevhid akidesine aykırı fikrî akımların yaygın olduğu günümüzdeki müşrik toplumları; geçmişteki müşrik toplumlardan farklı olarak mele’ sınıfına kendilerini müslüman olarak tanımlayan siyasetçi ve din adamlarını da dahil ederek vahye karşı en büyük desteği onlardan almaktadırlar. İktidar nimetlerinden yararlandırarak yanlarına aldıkları bu kimseler içinde yer aldıkları iktidarlarının yaşamasında büyük başarılar elde etmektedirler. Öyle ki bu iktidarların varlıklıklarını sürdürebilmeleri büyük oranda bu dayanak sayesinde mümkün olabilmektedir.

Özellikle de İslam coğrafyasında batılı/beşerî ideolojilerin ruh ve renk verdiği gayri İslamî sistemlerde/toplumlarda siyasî ve ekonomik gücü elinde bulunduranların bu gücü en iyi şekilde kullanmalarını sağlamada baş aktörlük yapanlar o sistemin mele’sidirler.

Çağımızın modern toplumlarında tekelleşmiş (kartelleşmiş) kapitalist sermaye, ilkesiz ve ahlaksız medya, hukuksuzluğun kolluk gücü haline gelen/getirilen güvenlik(!) güçlerinin bağlı olduğu merkezler, itikadi, fikrî ve ahlaki çözülme ve sapmaların katalizör gücü işlevi gören kültür ve sanat merkezleri, tevhidden beraatin ve şirke velayetin mekanı olan parlamentolar, resmî-dinî kurum ve kuruluşlarda yöneticilik yapanlar, siyasetçiler, bürokratlar ve kendilerini aydın(!) zanneden cahîlî beyinler mele’ sınıfını oluşturmaktadırlar.

Bugün hükümdarların, sultanların ve modern toplumlardaki cumhurbaşkanlarının ve başbakanların en üst düzeydeki yöneticiler olduklarına bakarak bu makamlarda bulunanların yetki ve söz sahibi kimseler olarak görülüyor olmaları aslında çok yanıltıcı bir görünümdür. Zahiren durum böyle olsa da gerçekte söz ve yetki sahibi olanlar toplumun mele’ kesimini teşkil edenlerdir.

Zira mele’; gücünü yalnız yönetimden değil aynı zamanda sermaye sahiplerinden, tahrif edilmiş dînî öğretilerden, küresel iblislerin en etkili yumuşak gücü medyadan, adına sanat denilen garabetten ve birey ve toplumu öz benliğine yabancılaştıran kültürel oluşumlardan, ünlülerden, sözde aydınlardan kısacası toplumu ayakta tuttuğuna inanılan bütün kurum ve kuruluşlardan alan ve bütün bu güçlerin temsilcisi ve sözcüsü durumundadır. Mele’ olarak isimlendirilen bu organizasyonda toplumun her kesiminin ileri gelenleri yer almaktadır. Başkanlık veya başbakanlık bu organizasyonun yalnızca bir parçası durumundadır. Mele’ sınıfı bir toplumu ayakta tutmayı sağlayan ne kadar kurum ve kuruluş varsa o kurum ve kuruluşların gücünü ve yönetimini elinde bulunduranlardan oluştuğu için; bir toplumun müşterek gücünü temsil etmektedir. Bu senkronize ve ortak güç, istediği zaman kendisine uyum sağlamada sıkıntı olan herhangi bir parçasının gücünü ve yetkilerini elinden alabileceğinden veya onu tamamen değişikliğe uğratabileceğinden ötürü gerçek anlamda iktidar sahibi olan güçtür. Meleliğin sağladığı imkanlarla şımarıp azgınlaşan kimseleri Kur’an-ı Kerim mütref olarak tanımlamaktadır. Mütref kimseler gayri meşru kazanç ve güçle; adil olmayan yöntemlerle başkalarına ait nimet ve hakları gasp ettiklerinden aşırı oranda servet ve imkan sahibi olan kimselerdir. Başka türlü gösterilmeye çalışılsa da; gerçekte sahip oldukları düzenlerin ana unsurları bunu yapma imkanı sağlayacak şekilde kurulmakta ve işlemektedir. O bakımdan toplumların mele’ ve mütref kimseleri, yani bir anlamda ileri gelen kurmay kadroları kendilerine bu imkanı sağlayan sistem ve düzenleri korumayı; insan hakları, çağdaşlık, demokrasi, özgürlük ve benzeri argümanlarla korumak ve halkı buna inandırmak için bütün güçleri ile çalışırlar. Korumaya çalışıp kutsayarak ‘en doğru ve üstün olan’ imiş gibi göstermeye çalıştıkları ve toplumu zorunlu olarak seçmek zorunda bıraktıkları şeyi rejim veya devlet gibi göstermeye çabalasalar da gerçek hiç de böyle değildir. İster demokratik ister diktatoryal, adı ne olursa olsun fark etmez; aslında korumaya çalıştıkları şey sistemin kendisi değil o sistemin onlara sağladığı imkanlardır. Yani inandıkları ve korumaya çalıştıkları değerlere aslında kendileri de inanmamakta ancak o değerlerin kendilerine sağladığı konfor, fırsat ve imtiyazların korunabilmesi için öncelikli olarak o değerlerin de korunması gerektiğinden böyle davranmaktadırlar. Şöyle bir örnekle mesele daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bir geminin içindekiler doğal olarak o geminin batmasını istemezler. Fakat bazıları o geminin içinde bulunan ve kendilerine ait olan değerli malların heba olmaması için geminin de batmaması gerektiğini çok iyi bilmektedirler. Bunu sağlamak için de her türlü tertip ve tedbiri almayı anayasal(!) bir vazife olarak görürler.

Melâ/Molla Olmak Kolaydır!

Malum olduğu üzere molla kelimesi, İslam coğrafyasının bazı bölgelerinde toplum içerisinde tanınmış veya belirli bir seviyeye kadar dinî öğrenim görmüş kimselere verilen bir ünvandır. Bu kelimenin aslının Arapça’da ‘efendi, amir’ anlamındaki mewlâdan geldiği kabul edilmektedir.

Molla kelimesinin bazı ülkelerde ‘Mewlewî, Monla/Munla, Vemulla’ gibi farklı telaffuz şekilleri vardır. Bu sıfat tarih boyunca değişik İslam toplumlarında kullanılmıştır. Fakat molla kelimesinin son dönemde en çok kullanıldığı yer İran ve Kürdistan’dır. İran’da mollaya ek olarak molla kelimesinin başında Ahund kelimesi de kullanılmaktadır. ‘Ahund Molla…’ terkibiyle kullanım şekli, bu terkiple beraber ismi geçen şahsiyetin ilmî muhtevasının yüksekliğini ve sahasındaki üstünlüğünü göstermekteydi.

Her toplumda olduğu gibi toplumumuzda da sosyal yapı belli katmanlardan oluşur. Anlam karşılıklarında nüans farkları olsa da aşağı yukarı birbirine yakın manalarda kullanılan sıfatlar vardır. Mirler-Beyler, Ağalar-Eşraf, Şeyhler-Aksakallılar, Melâlar-Hocalar vb.

Çağdaşlaşma/Modernleşme ve küreselleşme süreçleri tüm dünyada olduğu gibi toplumumuz üzerinde de yıkıcı bir etki gerçekleştirdi ve onmaz yaralar bıraktı. İtikadi, fikrî ve ahlaki açıdan maruz kaldığı saldırılardan ötürü fıtrî ve İslami değerler ciddî bir erozyona uğradı. Bununla beraber şeyh ve melâ/molla sınıfının etkinliği süreç içerisinde azalmakla birlikte mevcudiyetini devam ettirdi. Şeyhlerin dinî otorite ile birlikte siyasi etkinlikleri de söz konusudur. Fakat Melâ/Molla fıkıh başta olmak üzere şer’i ilimlerde münevver (yahut yarı aydın) tanımlamasına tekabül eder. Melâ/Molla esas itibariyle gücünü herhangi bir siyasî ve toplumsal merkezden ziyade kendisinden, daha doğrusu ilmî yetkinliğinden ve teorik olarak Peygamber varisi olarak kabul edildiği İslam’dan alır. Sonuçta melâ/molla tek başına bir ferttir ve (temsiliyeti ne ölçüde başarabildiği tartışmalı olsa da) bilgiyi/ilmi simgeler.

İtikadi, fikrî ve ahlaki buhranların aşılması çabalarında tevhid ve sünnet esaslı davet ve ıslah faaliyetlerinde bu süreç asli mecrasında ulema merkezli olarak yürütülmüştür. Günümüzde olduğu gibi envai çeşit sapma ve dalalet cereyanlarının yıkıcılığı karşısında merkezinde hakiki manada âlimler değil, tek tük yarı aydın melâların/mollaların olduğu, esasları ve çerçevesi bile belli olmayan halkın değerleri ve toplumun hassasiyetleri gibi gerçekte tam olarak tanımlanamayan bir zeminde yürütülen ve sonu gelmeyen tavizkar açılımların nihai olarak sınırlı bir ıslah çabasından öte bir şey olmadığı açıkça görülmektedir. Burada şu farkı da belirtmek gerekir. Tevhid inancı ve fıtrat kanunlarına muvafık hareket etmek ile halkın değerlerini ve toplumun hassasiyetlerini öncelemek arasında ciddî farklar vardır.

Molla kelimesi yirminci yüzyılda itibarını her geçen gün kaybetmiştir. Adı ‘İslam’ ile anılan Farsi-Rafızi İran ülkesinde dahi Molla kelimesi artık tamamen aşağılayıcı bir manada kullanılır hale gelmiştir. Zira İran’da özellikle son dönemde molla/mele’/mütref kavramları İranlılar nezdinde ilk anda eşanlamlıymış gibi bir çağrışım yapmaktadır.

Molla, Kürtçe’de ‘melâ’ şekline dönüşmüş olup, az da olsa medrese tahsili gören kimseler hakkında kullanılır. Türkçe’de ‘Yarım molla (dinden eder)…’, Kürtçe’de ‘Melayê elîf û bê… Melayê nîviştan’ şeklinde ifade edildiği gibi son dönemlerde kısmen de olsa artık ilmine pek güvenilmeyen softa kisveli kişiler için kullanılır oldu.

Şirk akidesinin siyasî sistem haline geldiği müşrik toplumlarda asıl gaye hangi yolla olursa olsun siyasî, iktisadi ve askerî gücü elde etmektir. Özellikle Orta Dünya’daki bazı toplumlar arasında itikadi sapmaların ve fikrî anarşinin yayılmasının mele’ ve melâ/molla kavramları ile göz ardı edilemeyecek bağlantıları vardır.

Mele’ düzeninin en sağlam dayanaklarından biri olarak görülmesinin yanı sıra mollalığa/melâlığa (Milliyetçilik, Sosyalizm, Baasçılık vb.) farklı uçlarda bulunan gayri İslami ideolojiler de adetsa bir ‘kurtarıcı’ misyonu yüklemekte ve bunu da yine sapkın ve saptırıcı bazı mollalar/melâlar üzerinden sürdürülebilir kılmaya çalışmaktadırlar.

Sadece bu memlekette değil, İslam coğrafyasının herhangi bir yerinde hiç ummadığınız bir anda Laik, Demokrat, Ataist, Muskacı, Kabirperest, Marksist, Kapitalist veya Milliyetçi ‘Molla/melâlardan biriyle karşılaşmanız artık vakayı adiyeden sayılır oldu.

Mollalar/melâlar gördük; siyonist çete devletine karşı cihadın meşru ve caiz olmadığı hezeyanını savuran. Mollalar/melâlar gördük; Ben-i Adem’i andıran, İblis eşkalindeki mülevves bir biyolojik varlığın liderliğindeki ABD’nin müttefiklik adı altında önderliğini kendileri için medar-ı iftihar olarak gören.

Mollalar/melâlar gördük; yeryüzündeki bilumum Haçlı-Siyonistlerin Afganistan ve Irak gibi kadim İslam yurtlarını işgal ederken ‘Hüseyniye’lerde gözyaşları içerisinde onlar için övgülerde bulunup dua eden. Mollalar/melâlar gördük; Dırar mescidlerinden birinde ellerini semaya doğru kaldırıp dua(!) ederken ‘Tanrım! Beni ve beraberimdeki hevalleri Markıs, Sitalin ve Evdo ile birlikte haşr-u neşr eyle!’ diye niyazda bulunan.

Mollalar/melâlar gördük; Kürdistan’da ve Kürtler arasında ilhadın ve türlü türlü şirk ve ifsad cereyanlarının hazırlayıcısı, tetikleyicisi, hızlandırıcısı, yaygınlaştırıcısı ve sürdürücüsü olan şirk ve şer çetesini arlanmadan ve yüzü bile kızarmadan ‘Nuh’un gemisi’ne benzetme cüreti gösteren.

Mollalar/melâlar gördük; hem itikaden hem de ameli olarak kötü durumda olan toplumu, uyguladıkları gayrı İslami ve gayr-ı fıtrî politikalarla daha vahim hallere sürükleyen tağutî düzenin yöneticileri için ‘Başbakan tak diye emretmeli, hocalar (Melâlar/mollalar) da şak diye yapmalı!’ diyebilen.

Mollalar/melâlar gördük; Allah’ın subhanehu ve teâlâ ayetlerini okuyup ağızlarını da eğip bükerek bazen hinlikle, bazen de açıkça şeytanın dinine davet eden.

Mollalar/melâlar gördük; bugün insaniyetin ve İslamiyetin en büyük düşmanı olan emperyalist güçlerin sıradan piyonları olarak basit ve değersiz devrimcilik(!) romantizmiyle ABD ve Rusya bayrakları altında can verenleri ‘Bedir Şehitleri’ ile eşitleme bühtanında bulunan ruveybida (umumun işlerinden konuşan sefihler) sınıfından.

Enbiyanın Varisi Ulema

“Âlimler, nebilerin varisleridir. Peygamberler, ne altın ne de gümüş miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak, ancak ilim bırakırlar. Her kim peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur.” 1

Peygamberlerin varisleri olan âlimler, devralmış oldukları nebevî mirasa hiçbir zaman ihanet etmeyen ve nebevî daveti emrolundukları gibi dosdoğru bir şekilde yerine getiren muvahhid, sadık, cesur, muttaki, faziletli ve mücahid şahsiyetlerdir.

Nebîlerin varisi olan âlimler; haşyet, huşu, tevazu, güzel ahlak ve zühd sahibidir.

Peygamber varisi âlimler, ilimlerine varis oldukları peygamberler gibi Allah’tan subhanehu ve teâlâ başka hiçbir şeyden korkmazlar. Bu bipervalık da esasen, ilimlerine varis oldukları peygamberlere özgü olup peygamber varisi âlimde de olması gereken bir tutum ve duruştur. Nitekim davet ve tebliğ alanında her biri bir ömür tüketmiş olan peygamberlerin aleyhimusselam hiç birisinin, devrin otoritesi tağutların altın parıltılarının cazibesi ile kılıç şakırtılarının caydırıcılığı ya da cehaletin eksi değerlerinde dibini bulmuş halk yığınlarının homurtularından korkup çekinerek tevhid davetine ara verdiklerine yahut tevhid davetini sonlandırdıklarına ya da tevhid davetinin seyrini farklı mecralara yönelttiklerine asla şahit olunmamıştır. Bütün Peygamberleri aleyhimusselam böyle bir töhmetten tenzih ederiz.

الَّذِينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَاتِ اللَّهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ أَحَدًا إِلَّا اللَّهَ وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيبًا

“Onlar (nebiler, peygamberler), Allah’ın risaletini tebliğ ederler ve O’na huşu duyarlar ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Allah, hesap görücü olarak kâfidir.” 2

Peygamber varisi âlimler, insanlar arasında haddini ve edebini en iyi bilen ve bu konuda yüksek hassasiyet gösteren faziletli şahsiyetlerdir.

Ebu Bekir Es-Sıddık radıyallahu anh şöyle demiştir:

‘Eğer ben Allah’ın kitabındaki bir ayet hakkında dahi olsa kendi görüşümü yahutta bilgi sahibi olmadığım şekilde bir söz söyleyecek olursam, hangi arz beni taşır ve hangi sema beni gölgelendirir.’ 3

إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” 4

Haşyet ve hürmet, saygı duyulan varlığın tanınmasının ve bilinmesinin derecesine göredir. Âlim olan, Allah’ı bilir. Allah’tan subhanehu ve teâlâ hem korkar hem de O’na ümit bağlar. Bu, âlimin değer ve derece bakımından, âlim olmayan âbidden daha üstün oluşunun delilidir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ

” …Muhakkak ki Allah’ın indinde en çok kerim olanınız (ikram olunanınız, en şerefli olanınız, ırk ya da soy olarak değil) en çok takva sahibi olanınızdır…” 5

Ayet-i kerime’den anlaşıldığı üzere, şeref ve kıymet takvaya göre, takva da ilme göredir. O hâlde Allah katında şeref ve kıymet, sahih itikad temelinde salih amel ile beraber nebevî veraset olan ilme göredir

Her türlü şüpheden salim bir iman sahibi ve ilmiyle salih amel işleyen muvahhid mümin bir âlim, Rahman’ın mutevazı kullarının arasında Allah’ı en iyi tanıyan, tevhid akidesini ve nebevî menheci en iyi bir şekilde idrak eden, kemâl yolunda meratib kat eden bir şahsiyettir…

İyi bir tedrisat sonucu, kendisine farz kılınmış ilmi elde eden her muvahhid mümin, ilminin gereği olarak ihlas üzere amel ettikçe âlimdir… Ve âlimler, peygamberlerin varisleridir.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ

“Ey iman edenler, Allah’dan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öylece korkup sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.” 6

İhlas üzere kendisiyle amel edilen vahiy kaynaklı ilmi elde eden muvahhid müminler, Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bıraktığı mirasa sahip çıktıkları müddetçe asla sapmaz ve saptırılmazlar, biznillah. Bu miras: Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sahih sünnetidir.

وَمَن يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللَّهَ وَيَتَّقْهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ

“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse ve Allah’dan korkup O’ndan sakınırsa, işte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.” 7

 

1 . Ebu Davud, İmam Ahmed, İbni Mace.

2. 33/Ahzab, 39

3. Şerhu’t Tahavî’den naklen.

4. 35/Fatır, 28

5. 49/Hucurat, 13

6. 3/Al-i İmran, 102

7. 24/Nur, 52

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver