Kabilelere Davet Dönemi -2

 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.

Geçen yazımızda, Allah Rasûlü’nün Mekke döneminin sonlarına doğru başlattığı kabilelere davet girişimini incelemeye başlamıştık. Bu yazımızda da özellikle iki kabileye yapılan davet ve sonrasında gerçekleşen olaylar üzerine bazı değerlendirmeler yapmaya çalışacağız.

Allah Rasûlü Mekke döneminin sonlarında, haram aylar daha yoğun bir şekilde olmak üzere Mekke’ye gelen kabilelere davette bulunuyordu. Onları İslam’a çağırıyor, kabul etmezlerse onlardan himaye talep ediyordu. Siyer kaynaklarında özellikle iki kabileye yapılan davet ile ilgili daha fazla ayrıntı mevcuttur. Biz de o rivayetleri zikredip Allah Rasûlü’nün siretinden kendimize ders çıkarmaya çalışacağız.

Ali radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

“Allah, Rasûlullah’a kendisini tanıtması ve İslam’a davet etmesi için emir verdiği zaman, Rasûlullah Mina’ya gitti. Ben ve Ebu Bekir de onunla beraber dolaşıyorduk. Bir topluluğun yanına vardık. Bu toplulukta bir sükûnet ve ağır başlılık vardı. Yaşlıları ulu, şekil ve şemailleri ise güzel kimselerdi. Ebu Bekir onların yanına gidip selam verdi ve kimlerden olduklarını sordu. Onlar:

__ Biz, Şeyban b. Salebe oğullarıyız, dediler.

Ebu Bekir ayağa kalkıp Rasûlullah’a:

__ Anam, babam sana feda olsun! İşte bunlar Şeyban b. Salebe oğullarının izzet ve şeref sahibi kişileridir, dedi.

Bu topluluk içinde, Mefruk b. Amr, Hani b. Kabisa, Numan b. Şerik gibi kimseler de vardı. Bunların içinden Ebu Bekir’e en çok yakınlık gösteren Mefruk b. Amr idi.

Mefruk, yakışıklı, dili düzgün, saçları örgülü ve iki yandan göğsüne dökülmüş, diğerlerinden biraz daha üstün görünüşlü bir kimseydi. Ebu Bekir’in yanında oturuyordu. Ebu Bekir ona:

__ Sizlerin askerî hazırlık ve sayı bakımından gücünüz ne kadardır? diye sordu, Mefruk:

__ Biz bin kişiden fazlayız. Bin kişi ise yenilebilecek kadar az bir sayı değildir, diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Bekir:

__ Size sığınanları ne yaparsınız. Bu konudaki geleneğiniz nedir? diye bir başka soru sordu, Mefruk da:

__ Bize sığınanları korumak için bütün gücümüzü sarf ederiz. Bu konuda herkes üzerine düşen görevini seve seve yerine getirir. Ebu Bekir tekrar sordu:

__ Savaşta düşmana nasıl davranırsınız? Mefruk:

__ Savaşta düşmana karşı sağlam dururuz ve çok sert oluruz. Bizler atları evlatlara, silahları sütlü sağmal develere her zaman üstün tutarız. Yardımı ise Allah’tan bekleriz. Zafer de bazen bizim, bazen karşımızdakinin olur, diye cevap verdi ve ardından:

__ Sen herhâlde Kureyşli bir kardeşsin, dedi. Ebu Bekir:

__ Herhâlde sizlere, bir adamın çıkıp, kendisini insanlara ‘Allah’ın Rasûlü’ olarak tanıttığı haberi gelmiştir. İşte o şu adamdır! diyerek Rasûlullah’ı gösterdi, Mefruk:

__ Biz bu konuda bir şeyler duymuştuk, dedikten sonra Rasûlullah’a dönerek:

__ Ey Kureyşli kardeş! Sen insanları neye davet ediyorsun? diye sordu.

Bunun üzerine Rasûlullah onların yanına gelip oturdu. Ebu Bekir hemen ayağa kalkıp elbisesi ile Rasûlullah’a gölge yaptı. Rasûlullah, Mefruk’a:

__ Ben sizleri, Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına, O’nun ortağı bulunmadığına ve (tüm sıfatlarında) tek olduğuna, benim ise Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet etmeye ve Allah tarafından emrolunduğum şeyleri yerine getirinceye kadar, beni koruyup barındırmaya ve bana yardımcı olmaya davet ediyorum. Çünkü, Kureyşliler Allah’ın emrine karşı koydular. Allah’ın Rasûlü’nü yalanladılar. Batıla sarılıp, haktan yüz çevirdiler. Halbuki, her şeyden müstağni ve övülmeye layık olan tek zat O’dur, diyerek tebliğde bulundu. Mefruk:

__ Ey Kureyşli kardeş! Sen daha başka nelere davet ediyorsun? diye sordu. Rasûlullah ona şu ayetleri okudu:

__ “De ki: ‘Gelin sizlere Rabbinizin neleri haram kıldığını bildireyim! O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Baba ve anneye iyilik yapın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkını biz veririz. Bütün kötülüklerden kaçının. Allah’ın meşru kıldığı bir sebep olmaksızın, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Belki aklınızı başınıza toplarsınız diye Allah bunları size tavsiye etti.

Yetim malına yaklaşmayın. Fakat, ergenlik çağına gelinceye kadar onun malına en güzel biçimde yaklaşıp uygun şekilde sarf edebilirsiniz. Ölçü ve tartıda adaletli olun. Biz, kişiye gücünün yetmediğini teklif etmeyiz. Şahitlik ettiğinizde akrabalarınızın aleyhinde olsa bile, adaletli olunuz. Allah’a verdiğiniz sözü yerine getirin. Belki öğüt alırsınız diye, Allah bunları size tavsiye ediyor.

İşte benim doğru yolum budur. Ona uyun. Sizleri Allah’ın yolundan ayıran yollara uymayın. Belki korkup sakınırsınız diye, Allah sizlere böyle tavsiyede bulunuyor.” 

[1]

Mefruk bu ayetleri dinledikten sonra:

__ Ey Kureyşli kardeş! Sen daha başka nelere davet ediyorsun? Vallahi, bunlar yeryüzünün sözlerinden değildir. Eğer onların sözlerinden olsaydı biz bunu bilirdik, dedi. Bu kez Rasûlullah şu ayeti okudu:

__ “Allah adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya vermeyi emreder. Fuhuşu, kötülükleri ve asiliği ise yasaklar. İyice anlamanız için işte Allah sizlere böyle öğüt verir.” 

[2]

Mefruk bütün bunları dinledikten sonra:

__ Ey Kureyşli kardeş! Sen beni ahlakın en faziletlisine ve amellerin en güzeline davet ettin. Seni yalanlayan bir kavim, sana iftira etmiş ve karşı koymuş demektir, dedi ve orada bulunan, kendi kavminden olan Hani b. Kabisa’yı işaret ederek:

__ Bu, Hani b. Kabisa! Bizim, dinle ilgili konularda görüşlerine başvurduğumuz büyüğümüzdür, dedi.Bunun üzerine Hani’ b. Kabisa Rasûlullah’a:

__ Ey Kureyşli kardeş! Söylediklerini dinledim ve tasdik ettim. Bana göre, bizi davet ettiğin şeyin sonucunu iyice düşünmeden, böyle başı ve sonu olmayan bir mecliste, dinimizi hemen terk edip senin dinine tâbi olmamız hatalı bir görüş olabilir. Böyle bir şeyi hemen yapmak ciddiyetsizlik ve dar görüşlülüktür. Hatalı bir görüşe ise, hiç düşünmeden acele karar vermek sebep olur. Ayrıca biz, kavmimizin haberi olmadan herhangi bir akid yapmayı da uygun görmüyoruz. Şimdi en iyisi, sen dön, git. Biz de dönüp gidelim. Sen iyice düşün. Biz de iyice düşünelim, dedi ve orada kendi kavminden, Müsenna b. Harise’yi işaret ederek:

__ Bu, Müsenna b. Harise! Bizim, savaşla ilgili konularda görüşüne başvurduğumuz büyüğümüzdür, dedi. Bunun üzerin Müsenna b. Harise Rasûlullah’a:

__ Ey Kureyşli kardeş! Ben de sözlerini dinledim ve güzel buldum. Hepsi hoşuma gitti. Benim cevabım da Hani b. Kabisa’nın cevabı gibidir. Biz, iki bulanık su arasında otururuz. Bunlardan birisi Yamame, diğeri ise Semave’dir, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah:

__ Bu iki su nedir ve nerededir? diye sordu. Bunun üzerine Müsenna:

__ Onlardan biri Irak kasabalarına yüksekten bakan Arap topraklarındadır ve o bölgeye bu ad verilir. Diğeri ise Farisi ırmaklarının ağızları ve Kisra’nın ırmaklarının olduğu bölgededir ve oraya da o ad verilir. Kisra, orada herhangi bir olay çıkarmamak ve olay çıkaranları bastırmak şartı ile bizim orada yerleşmemize izin verdi. Fakat senin bizi davet ettiğin şey hükümdarların hoşuna gitmez. Araplar sınırlarında işlenen suçtan dolayı sahibini bağışlayabilir ve özrünü kabul edebilirler ama, Farisiler kendi sınırlarında işlenen suçtan dolayı sahibini affetmez ve özrünü kabul etmezler. Senin bizden istediğin şey sana Arap topraklarına yakın olan yerlerde yardım etmek ise bunu üzerimize alırız, dedi.Bunun üzerine Rasûlullah:

__ Sizler kötü cevap vermediniz. Doğru olanı açıkça dile getirdiniz. Şüphesiz, her tarafını emin kılmaya gücü yetmeyen kimseler, Allah’ın dinine yardım edemezler, buyurdu ve kalktı.

Ebu Bekir’in kolundan tutup onların yanından ayrıldı.” 

[3]

Bu rivayette dikkatimizi çeken ilk husus, Ebu Bekir radıyallahu anh ve Mefruk’un karşılıklı sordukları sorular ve aldıkları cevaplardır. Talep edilen şey himaye olacağı için Ebu Bekir radıyallahu anh buna dair bilgileri toplamak istemiştir. Mefruk da genel bir malumat vermiş ama konu daha da hususileşince mevzuya asıl hâkim kişilere sözü bırakmıştır. Bunu yapan kişiler müşrik de olsalar, meclislerin daha verimli hâle gelmesi ve muhataplarında daha olumlu bir etki bırakması açısından önemli bir davranış çeşididir.

Allah Rasûlü’nün Mefruk’un sorularına verdiği cevaplar risaletin başlangıcından itibaren vurguladığımız bir noktayı bir kez daha bizlere hatırlatmaktadır. Allah Rasûlü’nün daveti bir bütünlük arzediyordu ve çok kısa, özdü. Onun davetinin temeli vahiydi. Gereksiz malumatlar ile davetin asıl mecrasından kopması, Allah Rasûlü’nün davetinde hiç karşılaşılan bir hâl değildi. Bir diğer önemli husus ise, müşrik olan bir topluma daha risaletin başlangıcında ahlaki konulardan haber verilmesi idi.

İslam dini bir bütündür. İtikad kadar ahlak, ahlak kadar ahkâm da önemlidir. Birisinin yokluğu, diğerlerini ya komple iptal eder ya da onların büyük darbe almasına sebep olur. İslam davetçileri toplumları hak yola çağırırken ve kendi yaşamlarında dini ikame ederken şeytanın adımlarına uymamalıdırlar. Ahlaki meseleleri küçük görüp davetten ve yaşamdan onları koparmak, davetteki etkiyi azaltacak, hidayet üzere kalmayı tehlikeye atacaktır. Elbette bunları sadece anlatmak yeterli olmaz. Aynı şekilde Allah Rasûlü’nün olduğu üzere hayata da yansıtmak gerekir.

Bu rivayette dikkatimizi çeken ikinci bir husus da, Allah Rasûlü’nün bu topluluk ile görüşmesini sonlandırmasına sebep olan bilgidir. Şeyban b. Salebe oğulları Fars İmparatorluğunun hemen yanında yaşıyorlardı ve Farslılar orada bir karışıklık çıkartmamak kaydıyla onları oraya yerleştirmişlerdi. Böyle bir ortamda henüz yeni yeni filizlenen bir davanın boy atması pek mümkün değildir. Mekke ve Medine doğal yollardan düşmanlarının istilasına kapalı bir belde olduğu için İslam hızlıca toplumun içinde güç kazanmıştır. Daveti sıkışan ve yeni merkezler arayan cemaatlerin bu tarz hadiseleri dikkate almaları gerekir.

Yine bu kavmin şartlı desteği de Allah Rasûlü’nün görüşmeyi sonlandırmasında önemli bir etkendir. Onlar ırmağın bir yanında Allah Rasûlü’nü himaye edebileceklerini, diğer yanında ise bunu yapamayacaklarını söylemişlerdi. Bu ise, tam anlamıyla belirsizlik demektir. İslami hareketin içine düşebileceği en kötü hâl budur. Bazen mücadeleyi yürütenler yaşanan olumsuzlukların çokluğu nedeniyle yeni mecralara yelken açmak isterler. Fakat bu aşamada seçim yaparken ‘İçimizdeki halden kurtulalım da ne olursa olsun.’ mantığı ile hareket edilmemelidir. Yapılan şey basit bir ticaret değildir ki olumsuz bir sonuç aldığımızda ‘kısmet değilmiş’ deyip sineye çekelim ve önümüze bakalım. Yıllar boyunca Allah’ın subhanehu ve teâlâ dini için ter akıtan insanların emekleridir söz konusu olan. Dolayısıyla insana cazip gelse de içeriği tam anlamıyla idrak edilemeyen, ilerisi hakkında net fikir edinemediğimiz hususlarda teenni ile hareket etmek, Peygamberlerden bize kalan nebevi bir mirastır.

Burada müşrik olan bir kavmin Peygambere verdikleri şartlı cevabı gördük. Ancak bazen kendisini İslam’a nispet eden taifelerden bazılarının da İslami mücadeleye katkı sağlamak için benzer sözler zikrettiklerine şahitlik etmekteyiz. Onlar ya belli şartlarda hizmet edebileceklerini söylemekte ya da cemaatlerin kendilerine göre işlerini ayarlamalarını beklemektedir. İslam, herkesin hevasına, gelecekle ilgili planlarına göre şekil alan bir nizam değildir. İslam ortadadır. Her şeyi ile açık ve nettir. Dileyen kendini bu kalıba sokar ve hizmet ehli, dava adamı bir Müslüman olma şerefine nail olur. Dileyen de nefsinin hastalıklarından ötürü Allah’ın rahmetinden uzak bir hâlde yaşar. Allah Rasûlü’nün bu kavme verdiği cevap bu sebepten ötürü kulaklarımızda küpe olmalıdır.

Allah Rasûlü’nün davet yaptığı ve himaye talebinde bulunduğu ikinci bir kavim de Sasaa oğullarıdır.

“Rasûlullah, Ben’i Amir b. Sa’lebe’ye geldi. Onları Allah’a davet etti. Ve kendisini onlara tanıttı. Onlardan bir adam (ki ona Beyahara b. Firs denilir.) dedi ki:

__ Vallahi, şayet bu genci Kureyş’ten alsam elbette onunla Arap’ı yenerim. Sonra Rasûlullah’a:

__ Ne dersin? Eğer biz sana biat etsek sonra da Allah seni, muhaliflerinin üzerine galip kılsa, senden sonra idare bizde olacak mı? dedi. Rasûlullah:

__ İdare Allah’a aittir. Onu dilediği kimselere verir, dedi. Adam da şöyle dedi:

__ Araplara karşı biz sana siper olalım ve Allah seni galip kıldığı zaman idare bizden başkasına gitsin… Bu hiç olur mu? Senin dediklerine ihtiyacımız yoktur, ve Rasûlullah’tan yüz çevirdiler.” 

[4]

Allah Rasûlü’nün bu kavme yaptığı teklif ve alınan cevaplar siyer ilminin İslami harekete hediye ettiği çok kıymetli dersleri barındırır. Öncelikle bu kısım birçok kişinin ve kurumun ifrat ya da tefrite düştüğü himaye meselesinin çizgilerini net bir şekilde ortaya koyan bir bölümdür.

Himaye meselesinde insanlar iki sınıfa ayrılmaktadırlar. Bazıları, Allah Rasûlü’nün bu uygulamasının sınırlarını çok gevşetmişler ve kâfirler ile vela ve berayı ortadan kaldıracak tarzda bir ilişki geliştirmişlerdir. Diğer bir taife ise, bu ve benzeri rivayetleri asla görmeyip kâfirler ile girişilen her diyaloğu küfür diye damgalamışlardır. İşte Allah Rasûlü burada, kâfirler ile diyalogda ölçünün nasıl olması gerektiğine dair bize ders vermektedir.

Hakimiyet yetkisi Allah’ın elindedir. Allah bu yetkisini hiçbir beşer ile paylaşmamıştır. Kim hakimiyet konusunda pay sahibi olmayı ister ya da pay sahibi olduğunu iddia ederse, bu hususta Allah’ın hakimiyet yetkisini gasp etmiş olur. Sasaa oğulları da böyle bir talepte bulunarak bu kapsama girmiş oldular. Dolayısıyla Allah Rasûlü onlar ile görüşmelerini kesti. Bizler de kâfirlerle muamele ederken onlardan hangi zaman ve şartta yardım alabileceğimizin vecihlerinden birisini öğrenmiş olduk. Allah’ın dini ile alakalı en küçük bir mesele dahi himaye ve benzeri hususlarda kâfirlerle pazarlık yapılabilecek bir mesele değildir.

İslam’ı yeryüzünde hâkim kılmaya çalışanlar şeytanın ayartmaları sonucunda ‘Allah’ı razı edeceğim.’ derken onun gazabını üzerlerine çekebilirler. Bu sebepten ötürü atılan adımlarda iyi niyetli olmak yeterli değildir. Aynı zamanda ‘Şeriata uygun bir amel yapılıyor mu?’ diye sorgulamak da gerekir.

Allah Rasûlü’nün zayıflık ve ihtiyaç hâlinde dahi bu kadar tavizsiz olması, bizlere asrımızın putu demokrasinin ardından dört nala koşan ve bu yolda saf dışı kalmamak için dinleri ve dünyalarını feda eden bazı toplulukları aklımıza getirmektedir. Rabbimizden her daim ayaklarımızı sabit kılmasını dileriz.

Her ne kadar burada yardımı belli şartlara bağlayanlar müşrikler olsa da, aynı ahlakı bugün Müslümanlarda da görebilmekteyiz. ‘İslam dini, ensarlarını bekliyor. Yok mu bu davaya omuz veren?’ diye nida edildiğinde bazı kişi ve toplulukların yardım etmek için çeşitli beklentiler içine girdiklerini görmekteyiz. Bizler Allah’ın dinine yardıma muhtacız. Allah’ın davası ise hiçbir an bizlere ihtiyaç duymaz. Allah’ın dinine hizmet edebilmek, şereflerin en yücesidir. Kişinin hizmet için daha fazla bir talepte bulunması, bu şerefe gölge düşürmekten başka bir anlama gelmeyecektir.

Rabbim bizleri her daim O’na hakkıyla kulluk eden ve O’nun dinine iş ayrımı yapmadan şartsız ve pazarlıksız bir şekilde hizmet eden kullarından eylesin.

Davamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

[1]

 

[2]

 

[3]

 

[4]

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver