Hicret Sırasında Gerçekleşen Olaylar Hakkında Birkaç Değerlendirme

Allah Resûlü’ne kırk yaşında verilen risalet görevi sonrası Mekke’nin gündemi birden bire değişmişti. Öncelikle ne olduğunu anlamak için bir süre sessizce takip edilen bu davet, tüm Mekke’yi etkisi altına almıştı. Artık her evde konuşulan mevzu aynı idi. Meclislerin değişmez gündemi tevhid daveti idi.

Mekkeli müşrikler bu sürede teklifler ve tehditler ile, aynı zamanda fizikî müdahale ve engellemeler ile davetin sesini boğmaya çalıştılar. Fakat attıkları her adım ters tepiyor, çözüm diye uyguladıkları her husus davetin sesininin daha gür çıkmasına bir şekilde vesile oluyordu.

Mekke’de müşriklerin hâli bu iken Müslimler de vahiy ile ilerideki süreçlere hazırlanıyorlardı. Bu hazırlıkların en önemlisi ise hicret süreci ile ilgili olandı.

Hicret konusu sahabinin gündemine çok erken vakitlerde girmişti. Allah 

subhanehu ve teâlâ

Peygamber’e indirdiği daha ilk ayetlerde 

“Her türlü pislikten hicret et (uzak dur)!”

[1]

buyurarak hicret kavramını Resûlü’nün şahsında tüm Müslimlerin önüne koymuştu. Sonraki direktiflerin, emir ve yasakların hepsi de neyden uzaklaşıp neye sığınmak gerektiğinin ayrıntıları idi. Allah mümin kullarından öncelikle inanç ve ahlak yönünden bir hicret bekliyordu. Bu eğitim sürecinin sonunda hakiki manada inanç ve ahlak yönünden hicret edenler, fiziki hicrette zorlanmadılar. Ama bir önceki adımı atamayanlar tökezlediler. Aslında şirk toplumu içinde yaşayan mümin bu yönden kendini teste tabi tutabilir. Hicret kapısı ile karşılaştığında gözünü kırpmadan yola mı düşecek yoksa fitnelere mi yuvarlanacak rahatlıkla anlayabilir. Bunun için cevap vermesi gereken sorular şunlardır:

“Ben inanç ve ahlak yönünden bu müşriklerden, toplumdan berî olduğumu söylüyorum. Peki, bu toplumda yaşamaktan ötürü duyduğum bir rahatsızlık var mı? Dinimi çok daha rahat yaşayabileceğim ama dünyevi olarak daha çok sıkıntı göreceğim bir toprak parçası bulursam hicreti gönül rahatlığı ile gerçekleştirebilecek miyim?”

İnsanoğlu soyut bazı kavramları hayatına geçirebilmek için örnek ister. Sahabiler bu arada Habeşiştan’a hicret ettiler ve geri kalanlar onların hicret amellerine şahitlik ettiler. Daha da önemlisi ise ataları İbrahim de 

aleyhisselam

dahil olmak üzere bir çok peygamberin ve salih insanın hicret ameline muvaffak olduklarını Kur’an’ın şahitliği ile öğrendiler.

“Dedi ki: ‘Size rızık olarak yiyeceğiniz bir yemek gelmeden önce mutlaka yorumunu haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği bilgidendir. Şüphesiz ki ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir topluluğun dinini terk ettim.’ “

[2]

“Sizi ve Allah’ın dışında dua ettiklerinizi terk edip ayrılıyorum. Yalnızca Rabbime dua ediyorum. Umulur ki Rabbime yaptığım dua nedeniyle bedbaht olmam. (Rabbim duama icabet eder.)”

[3]

“Ve kıyama kalkıp: ‘Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir! Onu bırakıp da hiçbir (sahte) ilaha dua etmeyiz. Andolsun ki o takdirde batıl/saçma bir şey söylemiş oluruz.’ dediklerinde, onların kalplerini (yakin, sabır ve kararlılıkla) pekiştirmiştik. İşte bunlar, bizim kavmimiz. Tutup Allah’ın dışında ilahlar edindiler. (Bu yaptıklarının doğruluğuna dair) apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Allah’a yalan uydurup iftira edenden daha zalim kim vardır? Mademki onları ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerini terk edip ayrıldınız, (haydi) mağaraya sığının da Rabbiniz rahmetini yaysın ve işinizi kolaylaştırsın.”

[4]

Tüm bu hazırlıkların neticesinde hicret emri geldi. Artık bu süreçten sonra mümin fertler için seçim hakkı kalmadı. Çünkü onlara süre verilmiş, kendilerini terbiye edecekleri yollar öğretilmişti. Bu şartlarda hicret emrine muhalefet edenlerin karşılaşacakları tehditler de açıktı.

“Melekler, nefislerine zulmedenlerin canını aldığında: ‘Nerede idiniz/hangi saftaydınız?’ derler. Derler ki: ‘Biz yeryüzünde (müşriklerin safında yer almak zorunda olan, çaresiz) mustazaflardık.’ (Melekler:) ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ derler. Bunların barınağı cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!” 

[5]

Sahabiler birer birer Mekke’yi terk ettiler. Her şeyi ile canlı bir şehir olan Mekke sanki diriler kabrine dönmüştü. Mekke ehli bu kutlu davetten ve takipçilerinden mahrum olmak gibi büyük bir musibete düçar olmuştu. Mekke’nin hâli bu iken Medine bambaşka bir havada idi. Yeni bir inanca gönüllerini açmış ensar, yurtlarının kapılarını da muhacir kardeşlerine aralamış ve heyecanla Nebi’nin yolculuğunun sonlanmasını bekliyorlardı. Hemen hemen her gün yollara gözcüler koyuyor, müjdeli haberin Medine sokaklarında yankılanmasını bekliyorlardı.

Bu arada Allah Resûlü’nün yolculuğu da birçok badireler atlatılarak devam ediyordu. Son olarak Süraka isimli iz sürücüsünün Peygamber’in ve Ebu Bekir’in 

radiyallahu anh 

peşine takılması ve onlara çok yaklaşmasına rağmen bir zarar verememesi hadisesi gerçekleşti. Bu kıssa şu şekilde rivayet olunmaktadır. Süraka anlatıyor:

“Cariyeme atımı alıp çıkmasını ve beni yüksek tepenin arkasında beklemesini emrettim. Ben de mızrağımın parıltısı dikkat çekmesin diye ucunu yere sarkıtıp arkasını havada tuttum. Atımın yanına geldim ve üzerine bindim, beni amacıma ulaştırması için hayvanı dört nala sürdüm. En sonunda, Resûlullah ve arkadaşlarına yetişip yaklaştım. Bu sırada atım takılıp kapaklandı. Ben de atımdan düştüm. Fakat hemen kalktım ve elimi fal oklarını koyduğum kaba uzattım, ondan fal oklarını çıkarıp: ‘Muhammed ile arkadaşlarına zarar verir miyim?’ diye onlarla fal attım. Fal neticesinde hoşlanmadığım sonuç çıktı. Bunun üzerine yeniden atıma bindim. Falın iyi çıkmamasına rağmen atımı yine dört nala sürdüm. Hatta Resûlullah’ın ne okuduğunu işitebiliyordum. Fakat Resûlullah arkasına dönüp bakmıyordu. Ebu Bekir ise arkasına bakınmaktaydı.

 

Resûlullah’ın okuduğunu işittiğim sırada atımın iki ayağı yere battı. Hatta dizlerine kadar gömüldü. Ben de attan düştüm. Sonra atımı kalkmaya zorladım. O da kalkmaya çalıştı ama bir türlü ayaklarını çıkarmaya gücü yetmedi. Hayvan doğrulup kalkınca da hemen ayağının gömülen izinden bir duman yükselip dağıldı. Bunun üzerine ben fal oklarıyla tekrar fal baktım. Yine hoşlanmadığım şekilde çıktı. Sonra Muhammed ve arkadaşlarına:

‘El eman!’ diye haykırdım.

Bunun üzerine durdular. Atıma binerek onların yanına gittim. Onları saldırımdan koruyan bunca harikalarla karşılaştığım o anda gönlümde, Resûlullah’ın dininin yakında yayılıp üstün geleceğine dair kesin bir düşünce oluştu. Bu kanaat üzerine Resûlullah’a: ‘Kavmin Kureyş öldürülmen, esir edilmen için hakkında ödüller vadetti.’ dedim ve Kureyş’in kendisine ve yanındakilere karşı ne kadar fenalık yapmak istediklerini birer birer anlattım. Kendilerine de yol azığı ve gerekli şeyler arzettim. Fakat benden bir şey almadılar ve bir şey de almak istemediler. Resûlullah ile Ebu Bekir bana: ‘Ey Suraka! Bizim yolculuğumuzu gizle.’ dediler.

Bunun üzerine Resûlullah’tan hakkımda bir emanname yazmasını istedim. Resûlullah, Amr b. Fuheyre’ye emretti. Amr da bir deri parçasına yazıp verdi.” 

[6]

Geçen yazımızda belirttiğimiz gibi tevekkül, şartları yerine getirildikten sonra Allah’a güvenen kul için koruyucu bir kalkandır. Nebi ve arkadaşı yol boyunca her türlü tedbiri almış, güçlerinin yetmeyeceği yerlerde ise Allah’ın 

subhanehu ve teâlâ 

yardımını görmüşlerdi.

Maalesef geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslimler başlarına gelen musibetleri, düşmanların sayısının çokluğuna, istihbaratların kuvvetine bağlayıp işin içinden sıyrılıyorlar. Gerçekten tevekkülün şartlarını yerine getirip getirmediklerini tefekkür etmeden mevzuyu yanlış zeminde değerlendiriyorlar.

Bu kıssada asıl üzerinde durmak istediğimiz husus ise şudur: Allah Resülû’nün siretine genel olarak baktığımızda şu rahatlıkla farkedilir. Peygamber 

sallallahu aleyhi ve sellem

merkeze, davetin/davanın maslahatını yerleştirmiştir. Ve Allah’ın 

subhanehu ve teâlâ

emirlerine muhalif olmadığı müddetçe her şeye davetin maslahatına göre şekil vermeye çalışmıştır. İnsanlarla muamele de bu şekildedir. Allah Resûlü insanlara davet yaparken ilk hedefi onların İslam’a girmeleridir. Mümkün değilse İslam’a girmemelerine rağmen davete fayda vermelerini sağlamaktır. Eğer bu da mümkün olmayacaksa düşmanlık yapmalarına engel olmaktır. Son aşama ise eğer karşı taraf düşmanlıkta ısrar ediyor ise zararından sakınmaya çalışmaktır.

Süraka böyle bir mucizeye şahitlik etmesine rağmen Müslim olmamıştı. Allah Resûlü ona orada zarar verebilir, esir alıp yanında götürebilirdi. Bunları yapmak yerine onu davete fayda sağlayacak bir işe yönlendirdi. Zaten daha sonrasında Süraka Müslim oldu.

Allah Resûlü’nün insanları davaya fayda sağlayacak şekilde yönlendirmesi, böylece enerjiyi en doğru şekilde kanalize etmesi İslami yapılar tarafından dikkate alınması gereken bir husustur. Bu sünneti ihya edebilmek için öncelikle yapılması gereken her bir Müslimin İslam’a katacağı bazı şeylerin olduğunu bilmektir. Bu bakış açışı ile Müslimler değerlendirildiğinde muazzam bir potansiyelin varlığı net bir şekilde görülecektir. Allah Resûlü’nün kâfirlere dahi bakış açısı bu iken günümüzdeki yapıların Müslim kardeşlerine bunu çok görmeleri, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir sorundur.

Allah Resûlü, Allah’ın 

subhanehu ve teâlâ

yardımı ile Süraka’dan kurtulduktan sonra başka bir zorlukla daha karşılaştı. Ebu Büreyde kutlu yolcuların başına konulan ödülü duyunca yola çıktı. Ancak o da Allah Resûlü’nü engellemeye güç yetiremedi. Dahası Peygamber 

sallallahu aleyhi ve sellem

ona davet yaptı ve o da Müslim oldu. Ebu Büreyde kavminin efendisi idi. Hemen aşiretinin yanına gitti ve onları Allah’ın dinine çağırdı. Böylece kavmi de Müslimlerden oldu.

Allah Resûlü ve arkadaşı Medine’ye can güvenliklerini emniyete almak için gitmiyorlardı. Sıkışan daveti rahatlatmak için bu adımı atmışlardı. Can havliyle kaçan birisi arkasına bile bakmadan gider ve bir an önce rahat yaşayabileceği beldeye varmak ister. Allah Resûlü’nün ve diğer sahabelerin yurt değişikliğindeki temel amaçları davetin maslahatı olduğundan, bu kadar sıkıntılı bir yolculukta dahi karşılaştıkları kişiye davet yapmaları çok da garipsenmemeli. Asıl garipsenecek bir durum varsa o da, davet yapma amacı ile oluşturulduğu iddia edilen yapıların, davet dışında her bir şey ile ilgili olmaları ya da kendileri gibi Müslimlere davet yapmaktan müşriklere davet yapma fırsatı bulamamalarıdır.

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

 

[1]

 

[2]

 

[3]

 

[4]

 

[5]

 

[6]

 

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver