Havaric/Hariciler – 4

 

Haricilerin İtikatları

Haricilerden bize ulaşan sabit itikat yoktur. Haricilerin itikatlarının net şekilde ulaşmamasının nedenleri şunlardır;

1. Savaşan bir kavim olmaları. Hariciler genelde savaş halinde ve gerilla gibi varlıklarına devam etmişler. Ayrıca sürekli muhalif halde kaldıkları için Müslümanların toplumundan uzaklaşmak ve saklanmak zorunda kalmışlar. Bu insanlar sürekli savaş halinde olduklarından işin teorik ve itikadî boyutunu konuşmaya fırsat bulamamışlardı. Doğal olarak neye tam inandıkları bize ulaşmamıştır.

2. Haricilerin arasında ilim ehli olan insanlar yoktu. Bir kavim herhangi bir inancı itikat edindiğinde içlerinde; onların, neye ve neden dolayı inandıklarını anlatacak ilim ehline ihtiyaçları vardır. Hariciler, içlerinde hem yönlendiren hem de yönlendirilenler arasında ilim ehli olmadığı için itikatlarını beyan edebilecek seviyeye sahip değillerdir. Ki yönlendirilen insanlar bedevi olduklarından dolayı iki kelimeyi bir araya getirip konuşamazlar. Onları yönlendiren insanlar da iyi niyetli olmadıkları için kimsenin karşısına çıkarak konuşmaya cesaret edemediler.

3. Hariciler, itikatlarını kitap ve risale haline getirmemişlerdir. Bir kavmin neye itikat ettiğini öğrenmek için kitaplarına bakılır. Fakat Haricilerin, itikatlarını anlattıkları herhangi bir kitapları yoktur. Bundan dolayı onların itikatları net bir şekilde öğrenilememiştir. Nitekim İbni Teymiyye rahimehullah bu konu hakkında şöyle demekte: “Biz Haricileri kendi kitaplarından öğrenmedik. Onlara muhalif olan ve onların fırkalarını anlatan imamların kitaplarından öğrendik.”

4. Basit meselelerde sürekli birbirinden ayrılıp, bölünmeleri. Bölünmeleriyle beraber her ayrılanın ayrı bir fikirle ayrılması, itikatlarının net anlaşılmamasına neden olmuştur.

Hariciler, Harura bölgesinde bir araya toplandıklarında bölünme yoktu. Bunlara Muhakkimetu’l Ula/İlk Hakemciler ismi verilmiştir. Abdullah bin Zübeyir radıyallahu anh zamanında Ezarika, Necedat, Sufriyye ve İbadiyye olarak dört ana kola ayrıldılar. Her kol da kendi içinde gruplara ayrıldılar.

inançları hakkında konuşma fırsatı bulamamışlardı. Kendi aralarında meseleleri konuşmaya başladıkları zaman hemen ayrılmaya, bölünmeye başladılar. Çünkü bunlar cahil olan insanlardı. Hepsi bir konuda kendilerine bir ayeti delil alıyor diğer ayetleri görmüyorlardı. Doğal olarak konular hakkında konuşmaya başlamaları bölünmelerine neden oldu. Sürekli kendi aralarında ayrıldıkları için tam olarak üzerinde ittifak ettikleri fikirlerin tespit edilmesi mümkün değildir.

Fırkalar hakkında kitap yazan alimler Haricilerin fikirleri hakkında tespitte bulunmuşlardır.

Bağdadi ‘El Fark Beyne’l Firak kitabında Haricilerin itikadı hakkında şunu der: ‘Hariciler bu kadar ayrı mezheplere ayrılmalarına rağmen, üzerinde birleştikleri hususlar ihtilaf edilmiştir. El Ka’bi Makalat’ında der ki: ‘Mezheplerinin ayrılıklarına rağmen Havaric; Ali, Osman, Cemel ashabı radıyallahu anhum ve iki hakemin hükmünü kabul eden herkesi ve büyük günahları işleyenleri tekfir etme ve zalim imama ayaklanmayı vacip görme hususlarında birleşirler.’

Şeyhimiz Ebu’l Hasan El Eş’ari dedi ki: ‘Haricileri bir araya toplayan şey, Ali, Osman, Cemel ashabı, iki hakem ve onların hükmüne razı olanlar ile ikisinden birinin doğru olduğunu söyleyenleri tekfir etme ve zalim imama karşı çıkmayı vacip görmeleridir.’

Ama şeyh, El Ka’bi’nin zikrettiği büyük günahla tekfir etmelerine razı olmadı. Bu meselenin doğrusu, şeyhimizin onlardan aktardığıdır. Ka’bi bu konuda hata yapmıştır. Çünkü Haricilerden Necedat grubu kendilerinden olanları büyük günahla tekfir etmiyor. (Dipnot: Necedat, Haricilerden de olsa kendilerinden olmayan veya kendilerine hicret etmeyenleri tekfir ediyor. Fakat onlardan olanları büyük günah işlediklerinde tekfir etmiyorlar. Kendilerinden olmayanları her halde tekfir ettikleri için günah işlemeleri veya işlememeleri bir şey ifade etmiyor. Haricilerin içinde günümüze kadar varlığını sürdüren tek grup İbadiyye fırkasıdır. Bunlar da büyük günah işleyenleri tekfir etmiyor. Bunu nimete küfür olarak yani küçük küfür olarak yorumluyorlar.)

Şehristani El Milel ve’n Nihal kitabında şöyle der: ‘Haricileri toplayan fikirler şunlardır; Ali ve Osman’dan teberri, büyük günahla tekfir, halifeye; muhalefetinden dolayı ayaklanmadır.’

Alimlerin yanında Haricilerin Ali ve Osman’ı radıyallahu anhum tekfir ettiklerinde ittifak vardır. Büyük günahla tekfir konusunda alimlerin geneli Haricilerin ittifak ettiğini söyleseler de içlerinden azınlık bir kesim muhalif fikre sahipler. Kimisi büyük günahla tekfiri küçük küfre yorumlamış, kimisi de kendinden olanları tekfir etmemiştir.

Son olarak şunu da belirtmek lazım; Hariciler, Mutezile veya Eş’ari gibi kelam fırkası değildir. Yani kelam fırkaları gibi ilk olarak itikatlarını asıllara dayandırma ve sonra o asıların yansımalarını zikretme gibi bir çaba içerisine girmemişlerdir. Çünkü Hariciler itikadî değil siyasi olan bir fırkadır. Doğal olarak onların problemi itikadî olarak kendilerini ortaya koymaktan ziyade toplumda var olan münkerlere karşı gelmek olmuş. Tabiri caizse kendilerini toplumun avukatı gibi görmüşlerdir. ‘Biz toplumdaki bütün hatalarda söz sahibi olmalıyız ve bunu düzeltmeliyiz.’ gibi bir anlayışa sahipler. Bu da Haricilerin itikatlarının bizim elimize net şekilde ulaşmamasına neden olmuştur.

Ondan dolayı İslam alimleri; tek görüş üzere mi yoksa farklı görüşler üzere midirler diye ihtilaf etmişler. Bizim buradaki tercihimiz ise, Haricilerin tek bir görüş üzere değil farklı görüşler üzere olmalarıdır.

Haricilerin inançlarını zikrederken, fırkalarıyla ele almak ve her fırkayı ayrı ayrı incelemek hem yorucu hem de akılda kalması noktasında fayda verecek bir iş değildir. Onun yerine Haricilerin kendisiyle ön plana çıktığı meseleleri ele alarak incelemek faydalı olur.  

Ehli Sünnet’in ortaya koyduğu asıl olan meseleler şunlardır;

– Telakki ve istidlal metodu

– Allah’ın isim ve sıfatları

– İmanın tanımı

– Kader inancı ve Allah’ın meşieti

– İmamet meselesi

Fırkalar genelde bu meseleler etrafında Ehli Sünnet’e muhalefet etmişler. Haricilerin itikatları anlatılırken, bu meseleler üzerinden anlatılması konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuş olur, inşallah.

Haricilerin telakki ve istidlal metodu

Bu başlıktan kasıt, Haricilerin dini anlarken referans kabul ettikleri kaynaklar ve bu referansları hangi anlayış üzere anlamalarıdır.

Haricilerin tek referansı Kur’an-ı Kerim’dir. Kaynak olarak sünneti kabul etmezler. Sünnet hakkında herhangi bilgileri yoktur. Bunun sebepleri ise;

– Sahabeyi tekfir etmeleri

– Müslümanların beldelerinden uzak yaşamaları

– Sürekli fitne dönemlerinde ortaya çıkmalarıdır. Bundan dolayı onlar tek kaynak olarak Kur’an-ı Kerim’i kabul ederler.

Hariciler, istidlal metodu olarak kendi örf ve anlayışlarını kabul ederler. Yani Kuran’ı anlarken yetiştikleri ortama ve kendi anlayışlarına göre anlarlar. Kısacası ayetleri nasıl anlamak istiyorlarsa o şekilde yorumlarlar. Çünkü kim sünneti ve sahabenin fehmini aradan çıkarırsa Kur’an onun hevasına kalmıştır. Kendi yetiştiği örf ve kendi anlayışı nasıl şekillenmişse kişi Kur’an’ı o şekilde yorumlar.

Hariciler, sünneti kabul etmedikleri için kitabın nasıl anlaşılacağında, asıl problemi yaşamışlardır. Çünkü kitabın açıklayıcısı olan sünnet olmadığında Kur’an, insanın hevasına kalır. Kitabı nasıl anlamak istiyorsa o şekilde anlayabilir. Haricileri, sorun çıkardıkları bütün konularda getirdikleri ayetleri, kendi bedeviliklerine göre anlayarak delil almışlardır. Buna örnekler verecek olursak;

“Ey müminler en yakınınızdaki kafirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir.” (9/Tevbe, 123)

Sünnet olmadan bu ayeti anlamak tamamen insanın örfüne kalmış olur. Yani yaşamış olduğu ortama göre ayetteki ‘Gılza’ -sertlik- kelimesinin içeriği de değişecektir. Hayatı boyunca kavga etmemiş, sakin olan bir ortamda yaşamış olan birinin ayetteki sertlikten anladığı ile bedevi olan; günde on tane adamı kesen kişinin anlayacağı sertlik kesinlikle bir olamaz. Birine kafirle savaş denilirse savaşır ama kafiri yakaladığında elini sıkı bağlamak olarak anlar. Haricilerin sertlikten anladıkları ise hamile kadının karnındaki çocuğu bıçakla deşip çıkarmaktır. Abdullah bin Eret’in radıyallahu anh karısına yaptıkları gibi. Hariciler bunu “Kafirlere karşı sert olun.” ayetiyle yaptılar.

Başka bir örnek ise;

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (2/Bakara, 190)

Ayette geçen ‘haddi aşmak’ kavramı aynı şekilde insanların örfüne göre farklılık arz edebilir. Şer’i olan savaş kuralına göre, Müslüman yakaladığı kafire elini, kolunu keserek işkence edemez. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müsle(işkence) yapılmasını yasaklamıştır. Müslümanın içi kin ile dolsa bile bunu yapamaz. Şer’i zabıtlarla savaşmak zorundadır. Fakat Harici, sünneti aradan çıkardığı zaman haddi aşma onun hayaline/aklına nasıl geliyorsa o şekilde yapar. Bunun pratik örneği Haricilerin kendilerinden olmayanların çocuklarını öldürmeleridir. Çocuklara babalarına yaptıkları muameleyi yaparlar. Bu yapılan onlara göre haddi aşmama kısmına dahildir.

Hariciler zahiri midirler? Yoksa tevilci/akılcı mıdırlar?

Buradan kastedilen Hariciler, Kur’an’ı anlarken ayetleri zahiri üzere mi alırlar? Yoksa ayetleri delil alırken akla başvurarak tevil mi ederler?

Haricilerin telakki ve istidlal metodlarını izah ederken şunu söyledik; sünneti ve sahabe anlayışını aradan çıkararak Kur’an’ı kendi hevalarına göre anlarlar. Bunu söylediğimizde akılcılığı Mutezile’den önce Haricilere nispet etmek zorundayız. Çünkü bu metod, akıl ile Kur’an’ı anlamaktır. Fakat Haricilerin uygulamalarına bakıldığında kimi yerde akıl ile kimi yerde nassların zahiri ile amel etmişler. Bu sebepten dolayı alimler farklı görüşler zikretmişler;

İmam Eş’ari rahimehullah diyor ki: ‘Onlar sınıf sınıftır. Kimisi cumud/zahiri ehli, kimisi ise tevile gider.’

İbn Kayyım rahimehullah Nuniyye kitabında, onların sapık tevil ile İslam dinin dışına çıktığını söylüyor.

Şehristani ise, fırkalar arasında en çok kıyasa başvuranların Hariciler olduğunu söylüyor. Yani kıyas ancak akıl ile yapılabildiği için onların akılcılığını ifade ediyor.

‘Mezhepler Tarihi’ kitabın yazarı Ebu Zehra, onların zahiri olduğunu söylüyor.

Allah en doğrusunu bilmekle beraber bu sözlerin arasını birleştirmede en isabetli yol şudur; ‘Tevil edilmesi gereken bir ayetin zahirine yapışmak batıl tevil olduğu gibi, tevil edilmemesi gereken bir ayetin zahirinden sapmak da sapıklıktır.’

Alimlerin farklı görüşler zikretmelerinin nedeni Haricilerin her iki yola düşmelerinden kaynaklanıyor. Bundan dolayı onları kimisi zahiri, kimisi de muevvile diye isimlendirmiş. Bu ihtilafın aslı, Haricilerin gerçekten zahiri veya tevilci olmalarından kaynaklanmıyor. Hariciler kelam fırkaları gibi yaptıklarını asıllara dayandırma ihtiyacı duymadıklarından dolayı ayetlere istedikleri gibi yaklaşmışlardır. Çünkü Hariciler kelamî değil, siyasi bir fırkadır.

Tahsin ve takbih meselesi

Nasları akla göre anlamada en önemli meselelerden bir tanesi, tahsin ve takbihtir. Tahsin ve takbih meselesinin aslı şudur; Allah, şeriat göndermeden önce bir şeylerin çirkin ya da güzel olması akıl ile sabit midir? Yoksa akıl ile sabit değil midir? Yani Peygamber gelmeden önce ipek giymenin, içki içmenin ve benzeri konuların hükmünü bilebilir miyiz? Burada bu soruya verilecek olan cevap tahsin ve takbih meselesi olmuş olur.

Tahsin ve takbih konusunda üç ayrı görüş vardır;

1. Mutezile’nin görüşü: Allah; Peygamber ve şeriat göndermeden önce de eşyanın iyi-güzel ve çirkin-kötü olduğu fıtrat ve akılla sabittir. Ve Allah bunun karşılığını da insana verecektir. Yani insan bununla sorumlu olacaktır.

Örneğin; Peygamber ve şeriat olmadığı halde biri yalan söyledi. Birinci görüşe göre, bunun söylediği yalan çirkindir. Kıyamet gününde de Allah’ın bu adama yalancı muamelesi yapması gerekir. Çünkü fıtrat yalanın çirkin olduğunu bilir. Ve akıl tek başına doğru ile yanlışı ayırt edebilir. Akılcılık da bu demektir.

2. Maturidi ve Şeyhu’l İslam’ın görüşü: Ayrıca hadis ehlinden birçoğunun görüşü de bu şekildedir. Eşyanın çirkin ve güzel olduğu şeriat gelmeden önce de akıl ve fıtrat ile bilinir. Fakat Allah, onun gereğini şeriat göndermeden yapmaz.

Mesela, bir adam zina yaptı. Zinanın kötü bir şey olduğu fıtratla sabittir. İnsanın rastgele, heva ve hevesine göre başkalarıyla birlikte olması kötüdür. Fıtratta bunun kötü olmasının delili şudur; bir insan kendi annesine ve bacısına bunun yapılmasını istemez. Çünkü insan, şeriat olsa da olmasa da böyle bir fiilin kendi ailesine yapılmasını istemez. Aynı şekilde bunu kendi ailesine istemeyen biri, başkasına da bunu yapamaz. O zaman zinanın kötü olduğu fıtratla bilinen bir şeydir.

Bir adam zina yaptı ve henüz şeriat yok. Bu adamın durumu ne olur?

Birinci görüşe göre, Allah kıyamet gününde bu adama zani muamelesi yapmalı ve ateşe atmalıdır. İkinci görüşe göre ise, yaptığı çirkin bir fiil olmasıyla birlikte Allah şeriat göndererek onun hükmünü beyan etmediğinden dolayı ona azap etmez.

3. Eş’arilerin görüşü: Allah şeriat göndermediği müddetçe bir şeyin ne zatında ne de hükmünde iyi-kötü ve ya güzel-çirkin olduğu akıl ile bilinemez.

Mesela: Küfür ve şirk gibi en önemli meselelerde dahi onlara göre Allah; Peygamber göndermediği müddetçe bir şeyin küfür ve şirk olduğu bilinemez.

Bu konuda Hariciler genel itibariyle birinci görüşü seçmişler. Demişler ki, Allah; şeriat ve Peygamber göndermeden önce de kötü ve çirkin bilinir ve Allah bununla insanlara muamele eder.

Bu görüş içerisinde racih olan ikinci görüştür. Çünkü Allah, eşyanın güzel-çirkin olması ile hükmünü birbirinden ayırmıştır. Bu dair birkaç delil verecek olursak;

Allah subhanehu ve teâlâ diyor ki:

“Hani Rabbin, Musa’ya: ‘Zalimler topluluğuna git! Başlarına geleceklerden hâlâ korkmuyorlar mı?’ diye seslenmişti.” (26/Şuara, 10)

Musa aleyhisselam daha o kavme gelmeden Allah onların fiillerini zülüm olarak isimlendirdi. Demek ki Peygamber gelmeden önce de zulmün, zulüm olduğu fıtratla sabittir. Zulmün fıtratla sabit olmasının delili ise; hiç kimse başkasının; kendi sırtına vurarak zorla bir işte çalıştırmasını istemez. Bunu başkası için de yapamaz.

Allah bir kavme Rasûl gönderdiğinde onlar için diyor ki:

“Allah’a ibadet edin. Sizin Allah’tan başka ilahınız yoktur. Siz ancak iftira eden insanlarsınız.” (11/Hud, 50)

Fıtrat bu fiilin çirkin olduğunu kabul ettiğinden dolayı Allah Rasûl göndermeden bu kavmi iftiracı olarak isimlendirdi. Bunun fıtrattaki delili ise, insan kendisini hiç görmeyen ve tanımayan birinin kendisi hakkında konuşmasından hoşnut olmaz. İnsan bunu nefsi için istemezken âlemlerin Rabbi olan Allah için nasıl ister? Bu kavim de yanlarında burhan olmadan Allah adına konuşarak iftira atmışlardı.

Yine Allah subhanehu ve teâlâ Sebe kraliçesi Belkıs için diyor ki:

“Daha önce Allah’tan başka ibadet ettikleri ona engel olmuştu. Çünkü o kafir olan bir kavimden idi.” (27/Neml, 43)

Süleyman aleyhisselam bu melikeye kendisine gelmesi için bir mektup yazıyor. Melike daha Süleyman’a gelmeden Allah, onu ve kavmini kafir diye isimlendiriyor.

Bu delillerden anlaşılmaktadır ki; şeriat gelmeden önce de şirk, zulüm, iftira gibi çirkin olan işlere verilen isimlerin hepsi sabittir.

Peki, kişi Peygamber gelmeden isminin hükümlerini alır mı? Yani şirk işlediğinden dolayı kendisine azap edilir mi? Hayır. Hükümlerin uygulanması için Peygamberin gelmesi gerekir.

Allah subhanehu ve teâlâ buyuruyor:

“Biz, bir Peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (17/İsra, 15)

Sonuç olarak, Ehli Sünnet’in yanında bunların çirkinliği akıl ve fıtrat ile sabittir. Bu çirkinlikleri yapanlara gereğince azap edilmesi ise Râsullerin gelmesine bağlıdır.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver