Ferid Aydın ile Tasavvuf Üzerine Röportaj

 

Feriduddin/Ferid Aydın Kimdir?

Feriduddin Aydın, kuşaklar boyu Nakşibendi Tarikatı’nın liderliğini yapmış olan bir ailenin çocuğu olarak 1945’de Muş’ta dünyaya geldi. Güneydoğu’da Şeyhu’l Hazin (Hazinoğulları) adıyla ünlü bir şeyh ailesinden gelen ve ‘beşik şeyhi’ sayılan Ferid Hoca, yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra aile geleneğine uyarak 1968 yılında özel tasavvuf terbiyesi aldı ve şeyhlik makamına getirildi.

Gerek klasik medrese eğitimi yanında, gördüğü modern öğrenim, gerekse yaptığı ilmî çalışmalar ve uzun yıllara mâl olan iş gezileriyle bilgi ve deneyim elde etti. Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca gibi yabancı dillere olan aşinalığı ve ailesinin kültür birikimi üzerinde yaptığı incelemeler sayesinde çok yönlü ilmî çalışmalar yaptı.

Özellikle tasavvuf hakkında yaptığı araştırmalar sırasında mistisizmin İslâm inancı üzerinde yaptığı yıkıcı etkileri fark etti. Bunun sonucu olarak 1975’te tasavvuf ve tarikatlara ilişkin kanaatleri değişti ve çok geçmeden şeyhlik makamından çekilerek Nakşibendi Tarikatıyla ilişkisini tamamen kesti. Gerek Hasan’ın radıyallahu anh soyundan geldiği için ‘şerif’ unvanına sahip bulunan hanedanının, gerekse tüm şeyh ve seyyidlerin çevresinde gördüğü gerçekleri İslâm’ın ölçüleriyle sorgulama ihtiyacını duydu. Buna bağlı olarak, İslâm tarihinde son sekiz yüz yıldır yaşanan çöküşün nedenleri arasında tasavvuf ve tarikatların önemli rolü bulunduğunu tahmin eden Hoca, bu doğrultuda giriştiği araştırmalarını uzun yıllar sürdürdü. Bu çalışmalarının bir ürünü olarak 1996 yılında ‘Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik’ adı altında bir eser yayımladı. Onun diğer eserleri özetle şunlardır:

Türkçe Yazdığı Eserler

• Tercüme Sanatının Gerçekleri

1984 yılında Trablusgarp’ta yazılan ve İstanbul’da yayınlanan bu kitapta yazar, Türkiye’de çeviri alanında gördüğü karmaşaya karşı duyduğu tepkiyi dile getirdi. Kitabın kısa süre içinde nüshaları tükendi.

• İslâm’da İnanç Sistemi

Türkiye’de son yıllarda yaşanan din ve inanç anarşisi karşısında kaygılanan yazar, İslâm’ın temel değerlerine ve özellikle iman kurumuna yönelik yıkıcı faaliyetlere karşı bu eseriyle bilinçlendirici bir akaid çalışması yaptı. Kitap, 1995 yılında yayımlandı.

Arapça Hazırladığı Çalışmalar

• Et-Tariqatu’n Nakşebendiyye Beyne Madıyha wa Hadıriha/Geçmişle Günümüz Arasında Nakşibendi Tarikatı

Yazarın, yukarıdaki isim altında Arapça kaleme aldığı bu kapsamlı eser, adı geçen örgütü, çok yönlü olarak irdelemekte, bilim adamları ve araştırmacılar için önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Kitap tamamlanmış olmasına rağmen imkansızlıklar nedeniyle henüz yayımlanamamıştır.

• Mawqif’u İbni Abidin el-Faqih Mine’s Sûfiyye wa’t Tasawwuf

19. yüzyılın en ünlü Nakşibendi Şeyhi Halidi Bağdadi’yi, muhaliflerine karşı savunan son dönem fıkıh bilgini Şamlı İbni Abidin’e ait ‘Sell’ul Hisâm el-Hindi’ adlı risalesine eleştiri olarak Arapça kaleme alınmıştır. Bu çalışma da aynı sebepten dolayı henüz basılmamıştır.

• Et-Tarjama’tu bi Muhtelifi Jawanibi’ha fi’l Alaqati’t Turkiyyeti’l Arabiyya

Son yıllarda Arap ülkelerinin Türk işgücüne tanıdığı imkânlar üzerine bu ülkelerde faaliyet gösteren Türk firmaları ile muhatapları arasında ortaya çıkan tercüme ve dil sorunlarını yazar bu eserinde daha çok sosyolojik yönleriyle irdelemiştir. Bu eser de henüz yayımlanmamıştır.

• El-Ezminetu fi’l Lugati’l Arabiyya

Yazar bu eserinde, (medreselerde yüzyıllardır -mazi, hâl ve istikbal diye- üç tane olduğu ileri sürülen) zaman kalıplarının on beş tane olduğunu ortaya koyarak, Arap dil tarihinde eksikliği hissedilen bir boşluğu doldurmuştur. Bu eser de henüz yayımlanmamıştır.

Ferid Aydın Hoca, bu çalışmaların yanı sıra, ayrıca Türkiye’nin tarihsel arka planındaki deşilmemiş gerçekleri ele alarak, günümüzün sosyal, toplumsal sorunları hakkında çok yönlü bir inceleme gerçekleştirdi ve bunu Türkçe kaleme alarak, ‘Öteki Türkiye’den Manzaralar’ adı altında kitaplaştırdı. Yazarın bu eseri de henüz yayımlanmamıştır.

Ferid Aydın Hoca, 1986 yılında yurda yaptığı kesin dönüşten sonra yüksek öğrenim gören gençlere, özel olarak ‘Direct Action’ sistemi ile Arap Dili ve Edebiyatı yanında tefsir, hadis, akaid ve fıkıh gibi İslâmi ilimlerde dersler de verdi. Bir kitap olarak düzenlenen, İslâm Konferansı Teşkilatı Yüksek Fıkıh Konseyi’ne ait ‘Karar ve Tavsiyeler’i Türkçe’ye çevirerek ödüllendirildi.

Yazarın çeviri alanında da çalışmaları vardır. Tarihçi Mahmut Şakir’in İslâm Tarihi adlı eserini sekiz cilt hâlinde Türkçe’ye kazandırmıştır. Bu eser 1994 yılında yayımlanmıştır.

Yazarın asıl adı Feriduddin Aydın’dır. Muhitinde Ferid Aydın olarak tanınmaktadır.

•           •          •

— Es-Selâmu aleykum Hocam nasılsınız, afiyettesinizdir inşallah?

— Hamd olsun iyiyim. Sizler de umuyorum afiyettesinizdir.

— Teşekkür ederiz Hocam, hamd olsun iyiyiz.

Hocam, hiç şüphe yok ki Tasavvuf araştırmacıları arasında bugün önemli bir yere sahipsiniz. Bu alanda en donanımlı ve en birikimli şahsiyetlerden birisiniz. Gerek vaktiyle özel surette eğitimini aldığınız ve önemli görevler üstlendiğiniz tarikatın kültürüne sahip bulunuyor olmanız, gerekse tecrübelerinize ve elinizdeki belgelere dayanarak -bildiğiniz çeşitli dillerle- yaptığınız açıklamalar, toplumda büyük yankı uyandırdı. Bu netameli alanda elini taşın altına ilk koyanın da siz olduğunuzu biliyoruz. Dolayısıyla sizin teorik ve pratik açıdan uzmanlık alanınız olması hasebiyle Tasavvuf üzerine sizinle bir söyleşi yapmak istedik. Bizi kırmayıp evinize kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İzin verirseniz hazırladığımız sorulara geçelim.

— Tabi buyurun…

— Hocam, tasavvufun menşei hakkında üç farklı görüş var. İki görüş tasavvuf karşıtlarına, bir diğer görüş ise tasavvuf yandaşlarına aittir. Tasavvuf karşıtı olan bir görüş ‘Tasavvuf tamamen İslâm dışıdır. Budizm, Hristiyan ruhbanlığı, Yahudilik vb. İslâm dışı unsurların sentezidir’ diyor. İbni Teymiyye ve İbni Cevzi gibi alimler de ‘Tasavvufun aslı İslâm’dandır fakat sonradan bozulmuştur’ demişlerdir. Tasavvuf ehli ise bu ilmin Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem döneminde var olduğunu, mağaralarda Ebubekir ve Ali radıyallahu anhuma gibi sahabelere öğretildiğini iddia ediyorlar. Bazıları ise tasavvufun, İslâm’ın ahlaki değerlerini disipline eden bir ilim dalı olduğunu savunuyorlar. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

— Tasavvufun İslâm’la uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Bu konuda çok güçlü kanıtlarımız var.

Bunların birincisi ve en önemlisi; tasavvuf kelimesinin ne Kitap’da ne de Sünnet’te, bir kez bile geçmiyor olmasıdır. En büyük kanıtımız budur. Tasavvuf kelimesinin esasen kökü ve kaynağı, Yunanca’dan Latince’ye geçen ‘Theosophy’dir. Tıpkı felsefe kelimesinin kökü ve kaynağı olan ‘Philosophy’ gibi. Her iki kelime de Yunan kaynaklı ve Yunan kökenlidir. Büyük bir talihsizlik eseri olarak ilk büyük fitnenin tesiriyle İslâm ümmetinin bocaladığı dönemde Ebu Haşim es-Sufi adındaki İranlı bir meczup tarafından orijinal telaffuzu değiştirilerek İslâm’a mâl edilmiştir.

Tasavvuf, mistisizm ve Sufizm (Sufilik) kavramları, ilim erbabı ve araştırmacılar tarafından aşağı yukarı aynı anlamlarda kullanılmışlardır. Tasavvuf ‘Theosophy’ ya da Mistisizm ‘Mysticisme’ kelimeleri, aslında Yunanca ‘mystikos’ kavramıyla ilişkilidir. Bu kavram; sırlı, gizemli düşünce demektir. Bu kelimenin kökeni -bazı araştırmalara göre- Yunanca’da dudak ve gözleri kapamak anlamına gelen ‘muein’ sözcüğü ile alakalıdır. İlk çıkışı Neoplatonculuk olan bu gizemci inanış ve yaşam tarzı, sözde içsel aydınlığa yolculuk perdesi altında bir çeşit bitkisel hayatla yaşatılan; gerçekte ise Allah’ı inkar manevralarından başka bir şey değildir.

Eski Yunanlılardan başlamak üzere en az üç bin (3000) yıldan beridir karanlık labirentlerden geçen Mistisizm, Arap muhitlerinde yaklaşık bin üç yüz elli (1350) yıl önce Tasavvuf diye gevelenmeye başlamıştır. Yunanca’dan bozulma bu ilginç laftan yola çıkılarak, ne ilginçtir ki ‘tarikat’ adı altında yüzlerce damızlık din üretilmiştir. Üstelik ne idüğü belirsiz olan bu dinlerin tümü de insanlık tarihinin en berrak ve en aydın hayat nizamı olan İslâm’la maalesef ilişkilendirilmektedir. Ancak bu haksız ve yanlış ilişkilendirme hiçbir zaman aklın divanında ilim diliyle kanıtlanamayacaktır. Bununla birlikte hem tasavvuf hem de ondan türetilmiş olan tarikatların tümü, daima pespaye kalabalıkların varoş kültürü olarak kalacak, bu karanlık düşünce ve kurumları, tevhid mücahidlerinin direnişi karşısında -çoğu hapçı, uyuşturucu bağımlısı, derviş, meczup ve sübyancı sürüler tarafından- ‘tekke’ adı altındaki inlerde ancak yaşatılabilecektir. Evet, tasavvuf hippilere mahsus, kepaze bir yaşam tarzı olarak belki devam edecektir, fakat hiçbir zaman medeni bir toplumun felsefesi hâline gelemeyecek, bu şerefe asla nail olamayacaktır!

İkinci kanıtımız şudur: Tasavvuf kelimesini, iştikak (yani kelime türetme disiplini) yönünden ele aldığımızda bu sözcüğün Arap dil gramerine uymayan bir takım çarpık ve tutarsız sigalarla düzenlendiğini görüyoruz. Bu da bizim için ikinci ve güçlü bir kanıttır.

Mesela, tasavvuf kelimesi tefe’uul/تفعّل babından bina edilmiştir. ‘Yünlendi’ manasına gelmek üzere Tasavvuf kelimesi, Tefe’uul/تفعّل sigasıyla Araplar tarafından ne cahiliye döneminde ne asr-ı saadette ne Hulafa-i Raşidin döneminde ne de günümüze kadar kullanılmıştır. Yün elbise anlamında ‘Suf’ kökünden türediği yaygın kanaatine bakacak olursak bir Arap, koyununun yünlendiğini ifade edecek olsa ‘Tasavvefeti’ş Şâtu’ demez. ‘Koyun yünlendi’ ifadesi için ‘Tesavvefe’ demez. Arap dil literatürüne baktığımızda bu şekilde bir kullanıma rastlamıyoruz.

‘Tasavvuf erbabı zühd, takva ve alçak gönüllülük alameti olarak yünden yapılmış elbise giyiyorlar’ bahanesiyle bunu İslâm’a mâl etmeye çalışıyorlarsa böyle bir çaba temelden yoksundur. Çünkü yünlü elbise hiç de değersiz değildir. Hiçbir dönemde de değersiz kabul edilmemiştir. Dolayısıyla alçak gönüllülük sembolü olamaz.

‘Asr-ı saadette pamuk, yünden daha kıymetli sayılırdı’ iddiası doğru değildir. Yün her zaman daha kıymetlidir. Nitekim ‘Sizin vasıtanızla bir kişinin hidayet bulması yeryüzündeki develerin yününden daha hayırlıdır’ gibi hadis olmasa bile kelâm-ı kibar olarak kanaatimizi teyit eder mahiyettedir. Arap milletinin hayatı için önemli maddelerden bir tanesi de yündür. Çadır, elbise vb. gereçlerini bundan yaparlar. Dolayısıyla yün hiçbir zamanda önemini kaybetmiş değildir. Tasavvufun böylece yünle ilişkilendirilmiş olması çok abartılı bir iddiadır.

Bazıları, tasavvufa birer ilham kaynağı olarak Ashab-ı Suffe, Ben-i Suffe kabilesi, es-Saffu’l Evvel/İlk Saf gibi argümanları gösteriyorlar. Bütün bunlar tutarsızdır. Bunların tasavvuf için kat’iyen bir delil teşkil edeceğine inanmıyoruz. Bunların ilmî bir değeri olmayıp kaynakların tamamı oldukça temelsizdir. Bundan dolayı vurgulayarak belirtmeliyim ki tasavvufun uzaktan yakından İslâm’la alakası yoktur.

Merhum İbni Teymiyye’nin tasavvufu, İslâmi ve gayri İslâmi olarak ikiye ayırmış olması ise tam bir skandaldır. Eğer İbni Teymiyye, geniş ilmine yakışır bir mazhariyetle aynı zamanda Yunanca bilmiş olsaydı bu mantıksızlığa düşmeyecekti. Nitekim İslâm alimlerinin öteden beri işledikleri kusurlardan biri de kafirleri daima küçümsemek ve onlara ait olan (meşru ve saygın şeyler de dahil) bütün değerleri dışlamak olmuştur.

Lugat açısından tasavvufu çok detaylı bir şekilde inceledim. Bu kelime ve terkiplerin hiç birisinden türetilmiş değildir. Tasavvufun bunlardan türetildiğini söylemek çok tutarsız ve afakî bir iddia olur. Çok tarafsız ilmî bir heyete sunulacak olsa bu iddiaların hiçbirini kabul etmezler.

Türkiye’de şartlanmış, dinî düşüncesini tasavvuf kaidesi üzerinde inşa etmiş bir toplum var. Bunun da bin seneden fazla bir mazisi vardır. Bu toplum bundan vazgeçmiyor olabilir. Bunun bir önemi yok. Böyle olması tasavvufun ilmîliğini ispat eden bir kanıt oluşturamaz. Türkiye halkları tasavvufa bundan sonra da yapışabilirler. Bunun üzerinde ısrar edebilirler. Bunun İslâmiliğini müdafaa edebilirler fakat hiçbir zaman tasavvufun İslâm’la alakasını ilmen kuramazlar. Bunu kanıtlayamazlar. Çünkü buna asla imkan yoktur. Tasavvuf kelimesinin Arapça olduğunu iddia edenler bu konuda iddialarını ispat edemezler. Tasavvufun menşei ile ilgili söyleyeceğimiz şeylerin özeti bundan ibarettir. Ancak bütün bu bilgilere ek olarak ben size akademik çalışmalarımdan bir kesit sunmak istiyorum. Vaktiyle ‘Tasavvuf ve Tarikat’ adı altında hazırlamış olduğum, -henüz yayınlanmamış- bir çalışmam var. Oradan alıntıladığım bir kesiti bu röportaj kapsamında okuyucularınıza sunabilirsiniz. Bu bölümdeki bilimsel tespitlerim şöyledir:

‘Tasavvuf sözcüğünün nereden geldiği hakkında ileri sürülen görüşler genel olarak iki gruptur. Birinci gruba göre bu kelimenin esin kaynağı, İslâm’a ait bazı kurum ve kavramlardır. Bu kurum ve kavramların hepsi de Arapça olduğu için hem tasavvuf kelimesinin hem de bu kurum ve kavramların gramer bakımından kökleri arasında bir yakınlık bulunup bulunmadığını önce araştırmak gerekir. Çünkü Arapça çok köklü ve bilimsel kurallara dayanan zengin bir dildir. Tarih boyunca bu dile ait matematiksel gramer kurallarından yola çıkılarak bilim alanında birçok soruna çözüm bulunmuştur.

Tasavvuf sözcüğünün, ilişkili olduğu ileri sürülen kurum ve kavramlar şimdiye kadar beşi geçmemiştir. Bunlar; Sûf, safâ, Ashab-ı Suffa, Saff-ı Evvel ve Benû Suffa kelime ve tabirleridir. Tasavvuf sözcüğünün etimolojik kökü ile, bu kelime ve tabirlerin etimolojik kökü arasında hiçbir bağ bulunmamaktadır. Biraz sonra sunulacak analizler bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Şimdi de bunların her birini kök bakımından tasavvuf kelimesiyle karşılaştıralım:

1. Arapça’da yün anlamına gelen sûf kelimesi ile (vaktiyle uydurulmuş) Tasavvuf kelimesinin sözde kökü sawafe (صوف)’dir. Yani Sûf ile Tasavvuf kelimelerinin kökü aynıdır. Şüphesiz bu, sadece bir iddiadır. Tasavvufçular işte bunu önemli bir fırsatmış gibi görerek sûf sözcüğüne tutunup tasavvuf denen mistik düşünce akımını daima ve ısrarla İslâm’a yapıştırma çabasını göstermişlerdir. Oysa hem mantıksal hem de gramatik çıkarsamalardan hareket ederek bu kelimeyi ele aldığımız zaman, tasavvufun, -ne etimolojik olarak, ne de kavram olarak- sûf’tan asla türemediği açıkça ortaya çıkacaktır.

Nedir bu çıkarsamalar? Evet, önce bunları tespit etmek gerekir:

Bilindiği üzere Türkçe yün anlamına gelen Arapça’daki ‘sûf’ kelimesi, koyunun tüyüne verilen addır. Kırkılmış koyun tüyüdür, diye de tanımlanmıştır. Sözde; ‘Renksiz kaba yünden yapılmış elbise giymek o devirlerde günahlardan pişmanlık duymak için bir alâmet idi.’ (Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Vakfı yy. 4. Baskı, s. 53. İstanbul-1994) Zâhidler, yani dünyadan el-etek çekip sûfilik yapan insanlar da bu ilgi ile sırtlarına yünden yapılmış geniş bir abâ giydiklerinden onların düşünce ve yaşam biçimlerine Tasavvuf denildi.

Bu tez her bakımdan tutarsızdır. Özellikle bu konuda iki önemli gerçek vardır ki sûf ile tasavvuf kelimeleri arasında hiçbir bağ bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Bunlardan birincisi etimolojik gerçektir. Buna göre sûf kelimesinin her ne kadar Arap sözlüklerinde kökfiili ‘Sawife’ (صوف) olarak gösterilmiş ise de esasen ‘Sûf’ sözcüğü ‘Câmid’dir. Yani donuktur. Salt bir isimden ibarettir. Hiçbir türevi yoktur. Son dönem Arap lugatçıları her ne kadar ‘sawife-yeswafu’ ‘(صوف-يصوف) şeklinde ona bir mazi ve muzari’ kip yakıştırmaya çalışmış iseler de bunun hiçbir açıklaması yoktur. Bu, olsa olsa; bazı Arapların alışkanlıkla hemen her kelimeye kök bulma çabası diye sıra dışı bir örnek olarak değerlendirilebilir. Hele bir Arabın, sözde ‘koyun yünlendi’ anlamında ‘sawife’tiş-şât’u (صوفت الشّاة) diyebileceğini ileri sürmek çok abartılı ve asılsız bir iddia olur. Nitekim ikibin yıllık geçmişe sahip zengin Arap literatüründe böyle bir cümleye rastlamak adeta mucizedir!

Eğer biri çıkıp, örneğin; ‘Teşemmese’ (تشمّس) ve ‘Tehaccere’ ( تحجّر) (yani; güneşlendi ve taşlaştı) gibi fiillerin de esasen (güneş ve taş gibi) donuk isimlerden türetildiğini, dolayısıyla ‘tasawwefe’ (تصوّف) deyiminin de bu şekilde türetilebileceğini iddia edecek olursa bunu Arap dil literatüründe bir tek örnekle de olsa kanıtlayamayacağını söylemek bir mübalağa değildir. Nitekim eğer Arap, koyunun sırtındaki yünün artık kırkılacak kadar uzamış bulunduğunu ifade etmek isterse: ‘leqad tâle sûf’uha’ (لقد طال صوفها) şeklinde ya da benzeri bir cümle kurarak bunu anlatır. Yani sûf kelimesini yine isim olarak kullanır. Sonuç olarak sûf kelimesinden Araplar ‘sawife’ şeklinde yalın bir geçmiş fiil kipi bile türetip kullanmadıklarına göre onların ‘tefe’uul’ (wفعّل) vezninde çok daha girift ve ağır bir mastarı ‘sûf’tan türetmiş olduklarına inanmak mümkün değildir. Bu gerçeği kanıtlayan en güçlü belgeler ise ilk Arap lugatlarıdır. Bunlardan örneğin İbni Manzur’un telif ettiği ünlü ‘Lisanu’l Arab’ (لسان العرب) adlı ansiklopedik lugatta ‘Tasawwuf’ kelimesi yoktur. İbni Manzur, 1232/1311 m. – 630/711 h. yılları arasında yaşamıştır. Bu da demek oluyor ki; Tasawwuf kelimesi hicretten en az altı yüz (600) yıl kadar sonra bile Arap lugatlarına girmemiştir. Bu çok önemli ve çok güçlü bir kanıttır. Çünkü Kuşeyri ve emsalleri gibi Arap kökenli eski tasavvufçu yazarlar her ne kadar tasavvuf kelimesini erken dönemde kullanmışlarsa da bu sözcüğü Arap dil grameri açısından tahlil etmeye yanaşmamışlardır.

İkinci gerçek ise mantıksaldır. Buna göre de özellikle yün elbise giymek, eğer eskiden sırf bir alçak gönüllülük belirtisi olarak kabul ediliyor idiyse, her fırsatta mü’minlerin sevecen, mütevazı ve cana yakın olmalarını öğütleyen Hz. Peygamber, neden onlara daima yün elbise giymelerini tavsiye etmedi? Mü’minlerin alçak gönüllü olmaları için bunu mutlaka belli bir sembolle dışa vurmaları mı gerekir? Böyle davranmak riyakârlık değil midir? Yünlü elbise belli bir zaman dilimi içinde ve belli bir toplumda alçak gönüllük belirtisi iken günümüzde ipekten sonra en pahalı elbiseler yünlü kumaşlardan yapılmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber eğer yünlü elbiseyi değersiz, ucuz, kalitesiz ve hatta pamuktan sonra ikinci sınıf bir giysi olarak değerlendirse idi bu, bütün düşünceleri, öğretisi ve tavsiyeleri evrensel olan ‘Kâinat Peygamberi’ni bir bakıma yalanlamış olmaz mıydı? Alçak gönüllülük ile yünlü giysi arasında nasıl bir ilgi kurulabilir? Bu sorular çoğaltılabilir.

Dolayısıyla bütün bu belgesel ve mantıksal açıklamalar ışığında diyebiliriz ki sûf ile tasavvuf kelimeleri arasında hiçbir ilgi yoktur.

2. Arapça’da arı, pür ve katıksız anlamlarına gelen safâ kelimesi ile (vaktiyle uydurulmuş) tasavvuf kelimesinin kökleri arasında bir ilgi bulunup bulunmadığına bakalım.

Etimolojik bakımdan bu iki kelimenin kökleri arasında hiçbir bağ bulunmamaktadır. Çünkü Arapça safâ kelimesinin kökü ‘safewe’ (صفو), tasavvuf kelimesinin ise (uydurulmuş şekline uygun olarak) kökünün, -yukarıda da işaret edildiği gibi- ‘sawife’ (صوف) olduğunu bir an için kabul edelim. Tasavvuf sözcüğü (daha sonra genişçe açıklanacağı üzere) Yunan kaynaklı olduğu için onun Arap sözlüğünde kökünü aramak zaten mantık dışıdır. Dolayısıyla tasavvuf kelimesi için ‘safewe’yi (صفو) kök olarak görmek ve hele bunu etimolojik analiz yolu ile ona mâl etmeye çalışmak akademik kurallara son derece aykırıdır ve bilime saygısızlıktır!

Bütün bu karşılaştırmalı açıklamalar, tasavvufun Arapça safâ kelimesiyle hiçbir mantıksal ilgisi bulunmadığını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak tasavvuf kelimesinin safâ kökünden türediğini ya da onu çağrıştırdığını ileri sürmek tamamen mantık dışıdır.

3. İlk İslâm Devleti kurulduktan sonra, Hz. Peygambere sığınan yoksul ve kimsesiz bir mü’min gruba, Ashab-ı Suffa (sofa yoksulları) denildiği için, bu tabirden yola çıkılarak tasavvuf kelimesinin kullanıldığına ilişkin teze bakalım.

Yukarıdaki tabirden esinlenilerek tasavvuf sözcüğünün kullanıldığını ileri sürenler, bunu hiçbir zaman bilimsel ve mantıksal olarak kanıtlayamazlar. Bu gerçeği açık şekilde ortaya koyabilmek için önce yukarıdaki kalıbı oluşturan suffa kesitinin tasavvuf kelimesiyle etimolojik bakımdan ne kadar ilişkili olduğunu inceleyelim.

Arapça suffa sözcüğünün lugatta bir fiil kökü yoktur. ‘Suffa’ (صفّة) kelimesi camiddir, donuktur. Türevleri yoktur. Oysa yukarıda da açıklandığı üzere (vaktiyle uydurulmuş olan) Tasavvuf kelimesinin -sözde- kökü ise sawife’dir yani aynı değildir, farklıdır. Bu kısa etimolojik analiz, yukarıdaki iki sözcüğün aynı kökten gelmediklerini bilimsel olarak ortaya koymaktadır.

Bu konudaki mantıksal açıklamalara gelince:

Ashab-ı suffa, yoksul ve kimsesiz bir grup oldukları ve Hz. Peygamberin himayesinde yaşadıkları için sözde Tasavvufçular onları örnek alarak yoksulca bir yaşam biçimini seçmişlerdir. Bu iki ilgiyle (yani hem suffa sözcüğünden esinlenilerek hem de bu grubun yaşam biçimini tercih ederek) tasavvuf kelimesinin ve bu isim altındaki akımın başladığını ileri sürenler çok büyük mantık hatalarına düşmektedirler.

Çünkü:

1. Her şeyden önce bu gruba mensup sahabilerin hiç biri, hayatı boyunca tasavvuf ve tarikat kelimelerini bir kez bile telaffuz etmemiştir.

2. Onların yoksulluğu, dünyadan el-etek çektikleri nedenine asla dayanmıyordu. Hepsi de Hz. Peygamberin himayesinde son derece dünyevi bir hayat geçiriyorlardı. Bazen de onun emriyle görevler alıyorlardı. Yoksullukları, onları mistik bir yaşam içine asla itmemiştir. Yani Ashab-ı suffa’dan hiçbiri, tasavvufçular gibi asla raksetmemiş, (semâ, khatm-i khuwâcegân, rabıta ve devran gibi) ayinler yapmamış, tespih çekmemiş, hu çekmemiş, mürit olmamış, mürit edinmemiştir; daha doğrusu bunların hiçbiri onların zamanında yoktu. Şuna kesin olarak inanmak gerekir ki, eğer o çağda biri çıkıp bu ayin ve sembollerden birini yapma cesaretini göstermiş olsaydı mutlak surette ‘mürted’ olarak ölüm cezasına çarptırılırdı! Çünkü bunların hepsi, başka dinlerden alınmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamberin ve ondan sonra devlet başkanlığı makamına gelmiş olan halifelerin, İslâm düzen ve anlayışını tehdit eden bu tür tehlikeli davranışlara tanık olmaları mümkün değildir.

3. Tasavvuf kelimesinin, hem söz hem de anlam olarak Saff-ı Evvel deyiminden doğduğu yolunda bir tez daha vardır. Buna göre sûfîler, sözde Allah’ın hoşnutluğunu kazandıkları için kıyamette, ön safta yer alacakları varsayımından yola çıkılarak, bu topluluğa, ‘ilk saf’ anlamına gelen Arapça Saff-ı Evvel adı verilmiştir.

Aslında bu tezin de her bakımdan ne kadar tutarsız olduğu ortadadır. Bununla ilgili etimolojik ve mantıksal analizleri yaptıktan sonra bu gerçek çok daha net olarak ortaya çıkacaktır.

Önce Arapça Saff-ı Evvel tabirini ele alalım. Bir sıfat tamlamasından ibaret olan bu bileşik tabir içindeki ‘saff’ kelimesini esasen yeniden analiz etmeye lüzum yoktur. Ancak küçük bir tekrar belki faydalı olur diye ifade etmek gerekir ki, ‘saff’ kelimesinin fiil kökü safefe’dir. Oysa (vaktiyle uydurulmuş) tasavvuf kelimesinin sözde kökü sawife’dir. Dolayısıyla Saff-ı Evvel tabirindeki ‘saff’ kelimesinin etimolojik bakımdan tasavvuf kelimesiyle hiçbir alakası yoktur.

Bu tezin mantıksal çarpıklığına gelince, sûfîlerin ahirette ön safta yer alan –tabir-i caizse- ‘torpilli’ bir zümre oldukları, acaba hangi gerekçeye dayandırılabilir? Belki bazı kimseler örneğin diyeceklerdir ki: ‘Dört zümrenin cennete gireceği bizzat Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmiştir. Bunlar Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerdir. İste sûfiler de bu salih grubun başka bir adıdır.’ Bunu ileri sürmek elbette ki çok kolaydır. Siz isterseniz Bahaîler, Kadıyanîler, Masonlar, Laikler ve kökten putçu Kemalistler gibi İslâm’ın azılı birer düşmanı olan grupları da bu zümrenin içinde gösterebilir, onları da cennetlikler listesine ekleyebilirsiniz! Bu sizi ilgilendirir. Ama siz Allah adına hüküm vererek onların kıyamette ön safta yer alacaklarını ve cennete gideceklerini nasıl kanıtlayabilirsiniz? İşte siz bu sorunun yanıtını asla bulamazsınız. Sonuç olarak bu tez de böylece çökmüş ve çürümüş olur. Çünkü üstünlük tasavvufta değil, tam tersine ve bizzat Kur’an’ın ifadesiyle takvâ sahiplerinindir.

4. Tasavvufun, etimolojik bakımdan kaynağını oluşturduğu ileri sürülen bir tabir daha vardır. O da bir Arap kabilesi olan Benî Suffa (yani Suffa Oğulları) adından esinlenilerek tasavvuf kelimesinin zamanla kullanıldığı iddiasıdır.

Önce ifade etmek lazımdır ki Benî Suffa tabirindeki ‘Suffa’ sözcüğü ile tasasavvuf sözcüğü biraz önce karşılaştırılmış ve aralarında hiçbir ilişki bulunmadığı açık şekilde kanıtlanmıştır.

Ayrıca sözde; ‘Bu kabilenin İslâm’dan önce ve sonra Kabe’ye hizmet ettiği ilgisiyle adından esinlenilerek tasavvuf kelimesi kullanılmıştır’ denilmektedir. Görüldüğü üzere bu tez de son derece tutarsız ve çürüktür. Çünkü bu kabilenin, ne vaktiyle Kâbe’ye hizmet ettiği kanıtlanabilmiştir ne de -gerçek bile olsa- adı geçen kabilenin bu yüzden cennetlik bir zümrenin peydahlanmasına kaynaklık edebileceği kanıtlanabilir.

Bütün bu bilimsel analizlerden sonra ifade etmek gerekir ki, tasavvuf kelimesinin söz ve anlam olarak kesin kaynağı eski Yunan dil ve düşüncesidir. Bu ise belgesel bir gerçektir. Açıklamasını kısaca ve herkesin anlayabileceği bir dille şöyle yapmak mümkündür:

İslâm hariç, bütün din ve felsefeler, inançlar ve kültürler birçok nedenlerle birbirlerinden etkilenirler. Tarih boyunca İslâm toplumunun daima çoğunluğunu oluşturmuş bulunan ‘Müslüman’ kalabalıklar şu veya bu dinden İslâm’ın alanına birçok yabancı inanç ve düşünce taşımışlardır. Bu yabancı kaynakların en etkinlerinden biri de Yunan kültürüdür. Yunan felsefesi Abbasi Halifesi el-Me’mun (h. 198-218) döneminde Arapça’ya çevrildi. Bu gelişme İslâm toplumunda çeşitli düşüncelerin türemesine yol açtı. Ancak bu dönemden çok önce hatta Muaviye zamanında bile Bizanslılarla olan sıkı temaslar nedeniyle İslâm toplumunun en azından terminolojisinde bazı değişiklikler meydana gelmişti.

Bu ilgiyle Yunan kaynaklı iki önemli terimin erken dönemde Arapçalaştırıldığına burada özellikle işaret etmek gerekir. Bunlardan biri ‘Philasophy’dir; öbürü ise ‘Theosophy’dir. Telaffuz zorluğundan olsa gerek, bu iki kelime Arapça’ya geçtikten sonra yazılış ve okunuş biçimleri oldukça değişmiştir. Birincisi, yani ‘Philasophy’, ‘Felsefe’ olmuş; ‘Theosophy’ de ‘Tasavvuf’ olmuştur. İlginç olan; ‘Philasophy’ kelimesinin ‘Felsefe’ biçiminde Arapçalaşmasından sonra herkesin, bu iki kelimedeki anlamdaşlık konusunda aynı görüşü paylaşmasına karşın, hemen hiç kimsenin ‘Theosophy’ ile ‘Tasavvuf’un anlamdaş oldukları konusunda herhangi bir görüş ortaya koymamasıdır! İşte bütün karışıklık bundan kaynaklanmaktadır. Evet, ‘Philasophy’ ile ‘Felsefe’ kelimelerinin aynı anlama geldiklerini bütün ilim ve akademi çevreleri çok iyi bilmektedirler. ‘Theosophy’ ile ‘Tasavvuf’ kelimelerinin de aynı anlama geldiklerini yine ilim ve akademi çevreleri bilmektedir. Bunlara ilahiyatçılar da dahildir. Fakat ‘Tasavvuf’un ‘Theosophy’ kelimesiyle olan ilişkisi konusunda özellikle Türk ilahiyatçıları bilinçli olarak susmaktadırlar. İşte esasen bunun nedeni ya da nedenleri üzerinde durmak çok büyük önem taşımaktadır.’

— Size göre bunun nedenleri nelerdir?

— İslâm ile Müslümanlık kavramları arasındaki fark o kadar hassas bir konudur ki tarih boyunca hiçbir Türk hocası bunun üzerinde durmak istememiştir. Çünkü bu konunun tartışmaya açılması, adeta kıyametin kopması demektir. Onun içindir ki istediğiniz kadar kaynakları karıştırınız, istediğiniz kadar araştırmalarınızı derinleştiriniz, bu iki kavram arasındaki fark hakkında kayda değer bir açıklama bulamazsınız. Örneğin, hiç Türkçe bilmeyen ve Türkiye’de uzun zaman kalmamış ve halkla pek temas kuramamış İslâm’a mensup bir Nijeryalıya, bir Malezyalıya, bir Endonezyalıya, bir Arap’a ya da bir Afrikalıya; Müslümanlığın ne olduğunu sorunuz, gözünüzün içine nasıl boş boş bakıp sonra da ‘I don’t know’ dediğini görecek ve şaşıracaksınız. İslâm’a mensup bir Avrupalı’ya dinini sorunuz size hemen ‘I’m muslim don’t panic!’ diye çok ilginç bir cevap verecektir. Ama ondan asla ‘I’m Müslüman’ diye bir cevap beklemeyiniz. Çünkü aslında böyle bir din yoktur.

Peki bu kelime nasıl uyduruldu ve İslâm’a niçin ve nasıl yapıştırıldı? Bu sorunun cevabı buraya sığmaz. Türkler, Kürtler ve İranlılar için bu o kadar tehlikeli bir sorudur ki şimdiye kadar hemen hiç kimse böyle bir soruyu aklının ucundan bile geçirmek istememiştir. Çünkü aslında ‘Müslümanlık’, İslâm’a alternatif bir din olarak üretilmiştir. Ama neden?

Bir insan düşünün ki eğer ‘Ben Müslimim ya da Müslimeyim’ derse Arap’la karıştırılacağı için yüreğinde dünyanın en derin acısını hissedecektir; bu kimse hayatında böyle bir kelimeyi bir kez bile olsa telaffuz etmeyi göze alabilir mi?

Sanırım, sorunuza şimdilik bu kısa cevap yetecektir. Daha fazla bilgi istiyorsanız, 707’lerden itibaren günümüze kadar acem topluluklarda dinin evrim süreçlerini muteber kaynaklardan dikkatle izlemeniz gerekir. Ama ben yine de bu münasebetle zihninizi birkaç ayet-i kerime ile hareketlendirmek istiyorum:

إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الإسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلاَّ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَنْ يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللّهِ فَإِنَّ اللّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ. فَإِنْ حَاجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِيَ للّهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِ وَقُلْ لِلَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ فَإِنْ أَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْا، وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلاَغُ وَاللهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ

(“Allah nezdinde hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur. Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: ‘Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.’ Ehli kitaba ve ümmilere: ‘Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?’ de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca açıklamak/duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.” (3/Âl-i İmran, 19-20))

وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْإِسْلَامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ. كَيْفَ يَهْدِي اللّهُ قَوْمًا كَفَرُوا بَعْدَ إِيمَانِهِمْ وَشَهِدُوا أَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ. أُولَٓئِكَ جَزَاؤُهُمْ أَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللّهِ وَالْمَلاَئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ. خَالِدِينَ فِيهَا لاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنْظَرُونَ. إِلاَّ الَّذِينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُوا فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

(“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. İman etmelerinden, Rasûl’ün hak olduğuna şehadet getirmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkârcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. İşte onların cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lânetine uğramalarıdır. Bu lânete ebedî gömülüp gidecekler. Onların azapları hafifletilmez; yüzlerine de bakılmaz. Ancak, bundan sonra tevbe edip yola gelenler başka. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” (3/Âl-i İmran, 85-89))

— Allah subhanehu ve teâlâ tarafından yaratılan insanın madde ve ruh/manevi olmak üzere iki boyutu vardır. Gerek İslâm aleminde Raşid Hilafet’ten sonraki bozulmalar, gerekse modernizmin insana maddeyi vaat edip onu bunalıma sürüklemesi sebebiyle beşeriyet aleminde yoğun bir maneviyat arayışı başladı. Bu arayışta neden yollar sürekli tasavvufa çıkıyor? Sizin geniş kültürünüze ve bilgi birikiminize güvenerek soruyorum, burada kasıtlı bir yönlendirme olabilir mi? Birileri insanları bunaltıp daha sonra bu bunalımın sözde kurtuluş reçetesi olarak onları özellikle tasavvufa yönlendiriyor olabilir mi? Size göre bunun nedeni tam olarak nedir?

İnsanoğlunun kendi iç dünyasını tatmin etme arayışı eskiden beri vardır. Bu, insanoğlunun fıtratında var. İnsanoğlu hayatın sıkıntılarından, bunalımlarından her zaman kurtulmak istemiş ve çeşitli çarelere başvurmuştur. Bunun yollarından bir tanesi de ibadettir, ruhani hayattır. İslâm’da yeteri kadar bu hayatın zemini ve alanları vardır. Yani İslâm tamamen ruhaniyetten yoksun bir din değildir. Allah subhanehu ve teâlâ insan psikolojisini rahata kavuşturmak, ona kendini iyi hissettirmek için bir takım ibadetler vaaz etmiştir. Elçileri vasıtasıyla bunu bir formül hâline de getirmiş ve uygulanmıştır.

Mesela, namazların vakitleri ve rekatları Kur’an-ı Kerim’de çok net değildir, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunları formülize etmiştir. Kendi hayatında sınırlarını çizmiştir. Bu ibadetlerin kuralları İslâm fıkhı tarafından açık bir şekilde ümmete yansıtılmıştır. Dolayısıyla İslâm’da namaz/oruç/hac/zekat gibi ibadetler bu açığı kapatmaktadır. Bir mü’minin ruhi rahatlama ihtiyacını karşılayacak ölçülerdedir bunlar. Bunun dışında bir mü’minin ruhen rahata kavuşması için başka bir arayış içerisine girmesi, İslâm’la yetinmeyip İslâm dışı bir arayış içine girmesi demektir ki bu nokta bize tasavvufu hatırlatıyor. Bu tarz arayışlar Allah Rasûlü döneminde ortaya çıkmıştır. Rasûlullah bu arayışın rahmani olmayıp, şeytanın aldatması olduğunun farkına varmış ve ashabını kesin bir dille uyarmıştır.

Enes ibni Malik’in radıyallahu anh rivayet ettiği bir vakıayı aktarmak istiyorum:

Peygamber Efendimizin nafile ibadetlerini öğrenmek üzere, üç kişilik bir grup, Peygamber Efendimizin hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve; ‘Allah’ın Rasûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır’ dediler. İçlerinden biri: ‘Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım’ dedi. Bir diğeri: ‘Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim’ dedi. Üçüncü kişi de: ‘Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim’ diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamber Efendimiz onlarla karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi: “Biraz önce şöyle şöyle diyen sizler misiniz?” Onlar: ‘Evet ey Allah’ın Rasûlü’ dediler. Rasûlullah:

“Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve ona en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutar, bazen tutmam. Geceleri hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.” (Buhari) buyurdu.

— Tasavvufun İslâm toplumunda ortaya çıkması ve yayılmasının nedenleri nelerdir?

— İslâm tarihinde bir takım kırılma noktaları vardır. Bin beş yüz (1500) yıllık İslâm tarihi boyunca çok önemli olaylar yaşanmıştır. Bunların etkisiyle ümmet büyük travmalar geçirmiştir. Bu yüzden toplumun psikolojisi bozulmuş, huzuru kaçmıştır. Tabi bu sebeplerle ruhsal tatmin arayışları daha çok hız kazanmıştır.

Bu kırılma noktalarının ilki; ilk fitne olan Ali ile Muaviye arasında cereyan eden savaşlardır. Bu hâdisenin getirdiği bir bunalım var İslâm toplumunda. Bu bunalım uzun süre sert ve yoğun bir şekilde devam etmiş, insanları etkilemiş, yormuş, üzmüş, onları kamplara ayırmıştır. Kimisi seccadesini almış çöllere gitmiş; kimisi evine kapanıp toplumu terk etmiş. Yaşanan acı hâdiselerden uzaklaşmak ve geçmiş günlerdeki huzuru yakalama isteği insanları bir arayışa itmiş. Bu boşluktan yararlanan tasavvuf, insanlara vadettiği yanlız hayat/uzlet, kendi nefsiyle meşgul olma ve iç huzur söylemleriyle insanların ilgisini çekmiş ve maalesef kabul görmüştür.

Bu kırılma noktalarından ikincisi; İslâm akidesini diyalektik usulle anlatarak toplumu zorlamaktır. İslâm akidesini Kur’an’ın o ilahi üslubu dışına çıkarak diyalektik/kelâmi yollarla anlatma yöntemi başlayınca İslâm toplumundaki insanlar bu üsluba yabancı kalmışlardır. Kelâmi mezheplerin ortaya çıktığı yıllarda İslâm ümmeti ruhi bir bunalım geçirmiştir. Mutezili ileri gelenlerinin İslâm akidesini izah tarzları ve onlara cevap vermek için oluşan karşıt kamplar, İslâm toplumunu sıkıntıya sokmuştur. Bir bunalım dönemi başlamıştır. Bunun karşılığında insanlar uyanmıştır. Nitekim selefi bir grup ortaya çıkmış ve tepki göstermiştir. Yani Mutezililiğe, Cehmiliğe, Mürcieye, Hariciliğe ve mistik akımlara karşı İslâm uleması bu tepkiyi göstermiştir. Niçin tepki göstermişler? Çünkü bu nevzuhur yorumcular, İslâm toplumunu bunaltmışlardır. Getirdikleri yeni kelâmi anlatım tarzlarının sonucu olarak toplumun anlayamayacağı farklı, çetrefil akideler ve inanışlar ortaya çıkmıştır. Bunun yol açtığı bunalım da o günün şartlarında İslâm toplumunu tasavvufa yöneltmiştir. Anlaşılmaz İslâm inancının oluşturduğu iç sıkıntıyı, tasavvufun vadettiği iç huzurla kapatmaya çalışmışlardır.

— Bunu ikinci kırılma noktası kabul ediyoruz.

— Evet, bu ikinci kırılma noktasıdır.

Üçüncü kırılma noktası da sınıf farklarının ortaya çıkmasıdır. Zengin ile fakir arasında büyük uçurumların ortaya çıkmasıdır. Bu uçurum da yine İslâm toplumunu ruhi bir bunalıma sürüklemiştir. Karmatilik ve İsmaililik olayları bunu kanıtlıyor. Yani bir asırdan daha fazla bir zaman kesiti boyunca Karmatiler Abbasi yönetimini meşgul etmişlerdir. Devlet meşgul edilmiş. Abbasi yönetimi Karmatilerle niçin uğraşmış? Çünkü tarihte bir zenci isyanına şahit oluyoruz. O zenci isyanının sebebi nedir? Tıpkı son iki yüzyıl önce Amerikalıların gelip Afrika’dan zencileri götürerek çiftliklerde kamçı altında çalıştırmaları, onları sömürmeleri ve onları katletmeleri gibi İslâm toplumunda da buna benzer zulüm dönemleri maalesef yaşanmıştır. Hatta neredeyse Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem daha kokusunun ortada olduğu erken dönemde bu olaylar yaşanmıştır. Abbasi devletinin ilk döneminde bu yaşanmış. Zenci isyanı çok meşhurdur. Basra’da, Kufe’de Afrika’dan getirilip çalıştırılan zencilerin canına tak demiş. Tıpkı çağımızdaki Kapitalizm’in bir türü ortaya çıkmış. Biz bugün onlara protokapitalistler diyebiliriz. İslâm toplumunun protokapitalistleri bu zenci topluluk üzerinde uyguladıkları baskılar dolayısıyla toplum bir bunalım yaşamıştır. Bu bunalımdan kaçanlar ruhi bir rahatlık duyabilmek için yine tasavvufa yönelmişlerdir. Bu da üçüncü bir kırılma noktası sayılabilir.

Bu yüzden tasavvuf gittikçe bir muhit kazanmış ve maalesef zamanla kemikleşerek bugünkü yerini bulmuştur.

Tabi şimdi bu tarihlere geri döndüğümüz zaman o günden bugüne bin üç yüz yıllık bir süreden bahsediyoruz. Ta bin üç yüz yıldan beri benimsenmiş, kabul görmüş, İslâm’dan adeta bağımsız bir din niteliğini kazanmış olan tasavvuf ile mücadele etmek elbette ki çok zordur. Çünkü nesiller boyu bir alt yapı/zemin bulmuştur. Geçmiş dönemde -günümüzdeki kadar- şiddetli bir tepkiyle karşılaşmamıştır. Bu da tasavvuf için bir fırsat olmuştur. Dolayısıyla tasavvuf, çok serbest bir şekilde İslâm’ın organik bir parçasıymış gibi varlığını sürdürmüş ve günümüze kadar gelmiştir. Ama ne zaman ki kültür yaygınlaşmış, hız ve iletişim sayesinde insanlar yoğun bir fikir alış-verişi içerisine girmişler; yüzyıllar önce kütüphanelerin tozlu raflarına terk edilmiş olan kaynaklar tercüme edilmiş; aklını kullanan, İslâm’la başka dinleri karşılaştırmaya çalışan kültürlü/bilgili insanlar konuya tarafsızlıkla yaklaşarak bu karmaşayı görmüş, böyle bir problemle karşılaşmışlardır. İslâm’ı tahrip etmiş olan bu yabancı akıma karşı susmayı iman için büyük bir tehlike olarak görmüş ve seslerini yükseltmişlerdir. Tasavvufa karşı doğan bugünkü tepkinin kısaca izahı budur.

Mesela, bunlardan biri benim. Bana günün birinde ilim ehlinden biri ‘Muhterem sen yanlış bir yoldasın. Sen neye dayanarak tasavvufa bu kadar gönül verdin de bir merci makamı olarak Nakşibendi Tarikatının seccadesine oturdun, senin delilin nedir?’ dememiştir. Böyle bir uyarıya muhatap olmadım. Fakat vaktiyle, zayıf da olsa bazı tepkilerle karşılaştım. Bu da beni uyarmaya yetti. Ayrıca tarikat olarak uyguladığımız ritüeller hakkında zihnimi kurcalayan bazı şüpheler vardı. O uyarı sayesinde ben elimde bulunan halkalardan her birini geriye doğru izleyerek ilerlediğimde, çok müthiş şeylerle (İslâm’ın hakikaten yabancısı olduğu engellerle) karşılaştım. O zaman anladım ki İslâm’ın tasavvufla, tarikatla suret-i kat’iyyede hiçbir ilişkisi yoktur. Yani tasavvufun bir macerası/sergüzeşti vardır. Bu sergüzeştin özeti sizin yönelttiğiniz sorunun karşılığı olarak bundan ibarettir.

— Sizi tasavvuf ve tarikatı araştırmaya sevk eden uyarıcılar nelerdir?

— Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımı, demekten başka bir cevabı uygun görmüyorum. Çünkü yıllar boyu yığınlarca kitap okumuştuk. Arap dil kuralları ve mantık dışında öbür derslerimizin tümü bize Allah’ın kitabını ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetini öğretiyordu. Buna rağmen biz adeta kafamızı kuma gömmüştük. Türbeler, sandukalar, kutsallaştırılmış ölüler, rabıtalar, türlü türlü hurafeler aklımızı çelmiş, bizi büyülemişti. Fakat bir zaman geldi, rabıta yaptığımız için günün birinde Allah’ın bir kulu bizi müşrik olmakla suçladı. İşte o gün bizim için bir dönüm noktası oldu. Bu hikaye epeyce uzundur. Ancak bizi o günlerde müşrik diye suçlayan ve hidayeti bulmamıza vesile olan Siirtli merhum terzi Şefik Erkoyuncu’yu huzurunuzda rahmetle anıyorum.

— Bu kırılma noktalarının dışında tasavvufun İslâm toplumunda yer etmesine sebep olan başka bir kırılma noktası var mıdır?

— Evet, var. İslâm toplumu çökme trendine girdiği andan -ki bu neredeyse tebe-i tabiin kuşağının ömrünü tükettiği günden- itibaren kırılma noktaları başlıyor. İslâm toplumunda siyasi, ekonomik, kültürel ve dinsel kırılma noktaları yaşanıyor. Bunların hepsi birbirine bağlıdır ve hepsi birbirini üretmiştir. Siyasi bunalımlar insanları ürkütmüş, yormuş, üzmüş, birbirine küstürmüş ve İslâm toplumunu kamplara ayırmıştır. Tabi bu çözülme bilhassa Allah’ın subhanehu ve teâlâ dikkatimizi üzerine çektiği birliğimizi bozmuştur. Cenab-ı Hak ne buyuruyor:

“İşte bu sizin tek bir ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim öyleyse bana ibadet edin.” (21/Enbiya, 92)

Bu ayet-i kerimenin bize ilham ettiği birlik ve beraberlik bozulmuştur. Tebe-i tabiin (üçüncü kuşağın) tarihsel dönemini sona erdirdiği dönemden itibaren bu kırılma noktaları ve bunalımlar yaşanmaya başlanmıştır. Tabi bu, ümmetin çöküş trendine girdiği anlamına gelmektedir. Ümmet bu tarihten itibaren çökmüş olabilir mi? Evet, cesaretle bunu söyleyelim. Çünkü biz hakikatleri cesaretle haykırmazsak, yanlışlarımızı bulamazsak, tarihimizle yüzleşemezsek asr-ı saadete dönemeyiz. Bu özlemi yaşıyor olabiliriz ama asr-ı saadete dönebilme direncini gösteremeyiz. Bu konuda kabiliyet ve çaba da gösteremeyiz. Dolayısıyla eğer bizim asr-ı saadete dönme özlemimiz varsa -ki vardır elhamdulillah- bugün çökmüş olsak bile bu ümmetin çocukları asrımızda uyandılar. Bunu tespit ettim. Şu anda Hindistan yarımadasından Atlas Okyanusu kıyılarına kadar doğudan batıya, Yemen, Muskat, Umman, Hint denizi kıyılarından Bosna Hersek’e kadar güneyden kuzeye İslâm coğrafyasında bizim şu anda tartıştığımız konular tartışılıyor. Bu ne demek? Bu, İslâm ümmetinin uyandığını, hiçbir şey yapamıyorsa bile feryat ettiğini, elemini ve acısını dile getirdiğini ifade ediyor. Bunu inkar edemeyiz. Bundan dolayı da mutluyuz. Biz her şeyin bugünden yarına biteceğine ihtimal vermiyoruz. Ama biz umutluyuz, uyandık. Bakın bugün en azından tasavvufu tartışıyoruz. Tasavvufun ne kadar büyük bir yara, ne kadar büyük bir problem olduğunu teşhis ettik, onun üzerinde konuşuyoruz. Ümmet bunun gibi daha birçok sorunu bulmuş. Onun üzerinde tartışıyor. Bunlar olgunlaşacaktır. Umudumuz odur ki Allah’ın izniyle -biz göremeyebiliriz- bizim torunlarımız belki görecektir. Onlar bu uyanış sayesinde inşallah hayırlı sonuçlara ulaşacaklardır. Tasavvufun boğuntulu şirk ortamından kurtulacak, tevhidin meşalesini dünyanın her yerine taşıyacaklardır. Bundan dolayı çok umutluyuz ve mutluyuz.

— Bunların dışında bazı araştırmacılar Tatar/Moğol istilasının, keza Haçlı seferlerinin de tasavvufun İslâm âleminde yer etmesinde ciddi etki yaptığını söylüyorlar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

— Bunun içerisine bütün siyasi bunalımlar, krizler, Emevi-Abbasi kavgaları, 1258’deki Moğol işgali, beylikler döneminde ümmetin birbirini hırpalaması, Endülüs’ün çöküşü vs. olaylar, elbetteki tasavvufun yayılmasını tetiklemiştir. Zaten tasavvuf mevcuttu o sıralarda. Çünkü Hallac, Cüneydi Bağdadi gibi ilk sufiler, Moğol istilasından çok önce yaşamışlardır.

Mesela, bakınız Cüneydi Bağdadi hakkında bir şey okuyalım buradan. Cüneydi Bağdadi çok eski bir sufidir. Kutu’l Kulub adlı kaynaktan naklediyorum, diyor ki: ‘Yeni başlayan müride kalbini üç şeyle meşgul etmemesini öneririm. Aksi hâlde hâlinde değişiklik olur. Çalışmamak, hadis okumamak ve evlenmemek.’ Yine diyor ki: ‘Sufinin okuyup yazmamasını tercih ederim. Çünkü okuma-yazma canlılığı öldürür.’ (1/443)

Tasavvufun oluşturmaya çalıştığı insan tipi budur. Bu özelliğe sahip insanların olduğu bir toplum çökmeye mahkumdur.

— Bunları tasavvufun İslâm toplumunda yayılma sebepleri olarak zikrettiniz. O zaman dördüncü bir başlık olarak iç ve dış savaşları ekleyebiliriz.

— Evet.

— İhsan İlahi Zahir adında bir araştırmacı var. Bu zatın Şia ile ilgili yazmış olduğu çok ciddi çalışmalar bulunmaktadır. Şia ile ilgili bu çalışmalarını bitirdikten sonra İslâm tasavvufu denilen şeye bakıyor. Aslında Şia ile Sünni tasavvuf arasında hiçbir fark olmadığı kanaatine varıyor. Bu kanaatten hareketle et-Tasavvuf Menşe’ ve Mesadir diye bir kitap kaleme alıyor. Burada belli fikirleri zikrediyor. Kendi görüşü olarak; Şia’nın tasavvufu Yahudilikten aldığını, onlar vasıtasıyla da Sünni dünyaya taşındığını söylüyor. Siz iki kültürü de çok iyi biliyorsunuz. Farsça’yı da biliyorsunuz. Yani Şia ve tasavvuf kültürüne baktığınız zaman sizce bu tespit, yerinde bir tespit midir?

— Bu tespitin doğru yönleri vardır tabi. Bunu asli bir açıklama olarak değil bir yan açıklama olarak kabul edebiliriz. Tasavvufun Şiilikle ilişkisi çok kesindir. Ona inanıyorum. Şöyle ki;

İslâm fatihleri tarafından ilk fethedilen toprak İran topraklarıdır. İranlılar ülkelerinin İslâm topraklarına katılmasına çok üzülmüşler, dünyada İslâm’ı kabul eden diğer milletlerden çok daha fazla içerlenmişlerdir. İran’ın fethiyle beraber İran halkı özelde ashaba genelde de Araplara karşı büyük bir kin beslemeye başlamıştır. Dolayısıyla İran hâlen Zerdüşt’tür. İran halkı bütün o aldatıcı görüntüye -sakala, cübbeye, sarığa, Ayetullah ünvanlarına- rağmen bir İslâm toplumu değildir. Bilakis İran hâlen çok koyu bir Zerdüşt toplumdur. Burada Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün ‘Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar’ adlı kitabından bir pasajı okutacağım size:

‘İranilik, Hz. Hüseyin evladını Sasanilerin vâris takipçisi sayarak ehlibeytin hukukunu müdafaa perdesi altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini Zerdüşt akidelerini İslâm kisvesi altında sokmak suretiyle açıkça gösterdi.’ (Syf. 15)

Müthiş bir tespittir bu. Burada oturup saatlerce konuşsak İran hakkında bu net bilgiyi vermeye muvaffak olamayız.

— Bu kitapta Türklerle ilgili özel bir bölüm de var hocam. Belki röportajın sonuna doğru soracaktım ama yeri gelmişken onunla ilgili özel bir sorum var. Sizin de uzmanlık alanınız olan Nakşibendi Tarikatı Arap bölgelerinde değil, daha çok Türklerin ve Kürtlerin yoğunlukta olduğu yerlerde yayılmıştır. Bunun sebebi nedir acaba?

— Bunun sebebi gayet açıktır. Bir defa 1776 yılında dünyaya gelen ve 1826’da ölen Halidi Bağdadi Süleymaniyeli’dir ve Kürt kökenlidir. Bu şahıs 1810 tarihinde Hindistan’a gidip bir yıl kalarak 1811’de dönüyor. Nakşibendiliği oradan getiriyor. Nakşibendilik Osmanlı toplumunda yoktur. Osmanlı toplumunda yaygın birçok tarikat vardı. Gülşenilik, Ruşenilik, Cerrahilik, Esmerilik, Şazerilik, Kadirilik, Rufailik vs. çok çeşitli tarikatlar var. Bunların bir kısmı Araplara aittir. Sabiiliğin tesiri altında oluşmuş Rufai ve Kadiri tarikatı vardır. Öbürleri de Kuzey Afrika’dan gelen Esmeri, Şazeli tarikatlardır. Diğerleri de Türkler’in kurdukları tarikatlardır. Nakşibendilik yoktu. Bir defa Kanuni döneminde Abdullahi İlahi adında biri gelmiş. Ubeydullah Ahrar’ın halifesidir. Gelip Eyüp Sultan’da çöreklenmiş ve orada bir şeyler yapmaya çalışmış ama muvaffak olamamış. Nakşibendiliği yayamamış. Tahmin ediyorum, kendisi veya bir halifesi Balkanlara gidiyor. Oralarda bir süre faaliyet gösteriyor, fakat Bektaşiliğin baskısı altında olan bu bölgede tutunamıyor. Kısa zamanda da sönüveriyor.

Şu gerçeği de bilmek gerekir: Nakşibendilik ile Bektaşilik süt kardeştirler. Yeseviliğin devamıdırlar. Yesevilik de Minhac-ı Hakikat adı altında bir yeraltı örgütünün devamıdır. Bu çok eski bir örgüttür. Minhac-ı Hakikat, Kuşanlar Beyliği tarafından kurulmuştur. İlk Futuhat döneminde Türkistan’a Kuteybe bin Müslim’in girdiği tarihlerde İslâm’ın orada yer etmemesi için mücadele veren bir beyliktir. Bunlar Budizm’in Mahayana mezhebine mensup idiler. Daha sonra Müslümanlarla haşır-neşir olarak -kimsenin kulağını tırmalamasın diye- Arapça bir isim taşıyan böyle bir örgüt kurdular. Bu örgütün perdesi altında çok büyük mücadeleler verdiler. Faaliyetlerine asırlarca devam etmişler ama daha sonra Yesevilik şeklinde yer üstüne çıkmış, toplum nazarında meşruluk kazanmışlardır.

Yesevilik iki tane çocuk doğurmuş. Bunlardan biri Nakşibendilik diğeri ise Bektaşiliktir. Fakat bunlar felsefe/inanış olarak birbirine o kadar aykırı bir şekilde gelişmişlerdir ki nihayet asrımızda bugün Nakşibendiler Bektaşilere ‘dinsiz, kafir’ diyor. Nitekim Bektaşiler içki içerler, inançlarında Allah mefhumu pek yoktur. Ama Nakşibendilik dış görünüşü itibarıyla bir Ehli Sünnet grubu gibi kendini sunmaktadır, fakat iç yüzü bakımından çok şaibeli olan bir tarikattır.

Yesevilik de dış görünüş olarak İslâm’ı kullanmış bir Budist mistik hareketidir. Mahayanacıdır. Dolayısıyla Nakşibendiler de Mahayana mezhebine mensupturlar. Onlar da netice itibariyle Budisttirler.

Nakşibendiliğin yayılış tarihi Osmanlı toplumunda Halidi Bağdadi ile beraber 1811’den itibarendir. Halidi Bağdadi hakikaten araştırılmaya değer bir kişiliktir. Çok önemli bir figürdür. Halidi Bağdadi’nin kişiliği hakkında henüz tarafsız bir araştırma bulamadım. Çünkü etrafını o kadar gölgeleyip etkilemiş ki hiç kimse ona karşı çıkmamıştır. Bağdadi’nin, Buğyetu’l Vacid adlı kitapta birçok mektubu var. Onun yeğeni bunları toplamış. Çok önemli bir kaynaktır. Halidi Bağdadi’yi en iyi tanıtan bu kitaptır. Nitekim ne gibi bir mefkûreye sahip olduğuna dair bilgiler bu kitapta onu ele veriyor. Onun iki tane mektubu çok önemlidir. İki mektubu şöyle özetleyeyim:

Birinci mektubunu İstanbul’da, o zamanlar Reis-i Encümeni Maarif yani bugünkü Milli Eğitim Bakanı statüsünde olan müridi Muhammed Esad Efendi’ye gönderiyor. Bu mektubun özü şu:

Vaktiyle tarikatını yaymak için İstanbul’a gönderdiği bir şahsiyet var. Bunun adı Abdulvahhab es-Susi. Onun arkadaşıdır. Abdulvahhab es-Susi de esasen onun şeyhi olan Abdullah ed-Dehlevi’nin mezunudur. Yani ikisi aynı şeyhin halifeleridir. Nakşibendilerin bir terminolojisi var, ‘halife’ diye bir statü ihdas etmişler. Şeyhin yerine geçecek olan kişi için kullanıyorlar. Başka tarikatlarda bu terim yoktur. Öbür tarikatlarda daha çok ‘postnişin’ tabirini kullanırlar. Nakşilikte ise şeyh, kendi yerine geçecek birini seçince ona ‘halife’ diyorlar. İşte bu Halidi Bağdadi, Abdullah ed-Dehlevi’nin halifesidir. Halidi Bağdadi 1811’de Süleymaniye’ye dönünce arkadaşı Abdulvahhab es-Susi’yi tarikatını yaymak üzere İstanbul’a gönderiyor. Hakikaten belağat sahibi bir adammış bu es-Susi. İstanbul’da büyük etki uyandırıyor ve burada birçok mürit ediniyor. Saraya da nüfuz ediyor. Öyle ki II. Mahmud’un kızı Adile Sultan bile bunun tarikatına intisap ediyor. Çarpıcı bir görüntüsü, belağatlı anlatım üslubuyla büyülüyor insanları. Bu adam ‘bir hata işliyor’ Halidi Bağdadi’ye göre. Bağdadi bunu mektubunda anlatıyor; Abdulvahhab, tarikata bağladığı müritleri kendine rabıta ettiriyor. Nakşilikte bu yasaktır. Şeyh hayattayken, halife müritleri kendine rabıta ettiremez.

Nitekim bakın ben Nakşibendi şeyhi olarak üç ilk’e imza attım; birincisi, kırk yaşına varmadan Nakşibendi şeyhi seccadesinde oturdum. Bu mümkün değil. İkincisi, şeyhim bana hayatında ve onun sağlığında ‘müritleri kendine rabıta ettirebilirsin’ diye bir yetki verdi. Üçüncüsü de, yağdan kıl çeker gibi bu tarikatın içinden çıktım. Nakşibendi tarihinde böyle bir örnek yoktur.

Kavgalar, bu saydığım şeylerin bir tanesi üzerine cereyan etmiştir. İşte bu Abdulvahhab es-Susi ne zaman ki Halidi Bağdadi’nin gölgesini üzerinde hissetmemeye başlıyor, (Çünkü kendisi İstanbul’da, şeyhi ise Bağdat’tadır) bağımsız hareket ediyor. Müritlerine: ‘Bana rabıta (Rabıta: Mürit ters teverrük oturuşu ile oturur, gözlerini yumar, burnundan nefes alır, ağzından verir. Dili damağına yapışıktır. Gözlerini yumar. Şeyhinin suretini gözünün önüne getirir. Şeyhinin iki kaşının arasından bir nur şelalesinin kendi kalbine aktığını tasavvur eder. Bunu on beş-yirmi dakika kadar devam ettirir ve bitirir.) edeceksiniz’ diyor.

Müridler, rabıta sırasında şeyh olarak Abdulvahhab es-Susi’yi zihninde tasavvur ediyorlar. Bunu Halidi Bağdadi haber alıyor. Haber alır almaz -biraz önce sözünü ettiğimiz- Reis-i Encümeni Maarif olan Muhammed Esad Efendi’ye bir mektup yazıyor. Diyor ki: ‘Abdulvahhab es-Susi böyle bir suç işledi. Ben Hz. Ebubekir Sıddık’tan tutun, benim şeyhim Abdullah ed-Dehlevi’ye varıncaya kadar bütün sadâta danıştım/onlara şikayet ettim. Ve onların da onayını aldım. Bu adamı tard ettim; onu tarikattan kovdum.’

Bu tiyatro üzerine -bir mü’min olarak- şöyle ciddiyetle ve derinden bir düşünün; Bağdadi’nin bu sözlerinin ne korkunç yalanlardan ibaret olduğunu hemen anlayacaksınız. Bir adam çıkacak diyecek ki; ben şöyle gözümü yumdum, daldım. Benim mezun olduğum Abdullah ed-Dehlevi, onu mezun eden Şeyh Şemseddin Canıcanan, onu mezun eden Nur Muhammed Bedevani, Seyfeddin Nurani, Masum Faruki, İmamı Rabbani vs. otuz tane şahsiyetle meclis kurup oturdum. Ben onlara dedim ki: ‘Abdulvahhab es-Susi bizim bu tarikatımıza muhalefet ediyor. Böyle bir suç işliyor ne diyorsunuz?’ ‘Attık onu tarikattan’ dediler. Ben de onların onayını aldım sana haber veriyorum onu derhal oradan çıkarın!

Yaklaşık iki yüz yıldır, bu coğrafyada hemen her gün propagandası yapılarak meşhur edilmiş, ‘Mevlana Halid Zülcenahayn’ (yani; Mevlamız iki kanatlı Halid) unvanı ile adeta ilahlaştırılmış olan bu adam, işte böylesi laflar etme cüretini kendinde bulmuştur.

Hakikaten Sultan II. Mahmud fermanıyla Abdulvahhab es-Susi ve ona tâbi olan birkaç kişi, bir gece apar-topar Kartal rıhtımından bindirilerek sürgüne gönderiliyorlar. Daha sonra onları dağıtarak kimisini Sivas’a gönderiyorlar, kimisini Anadolu’nun bazı kasabalarında mecburi ikametle cezalandırıyorlar, Abdulvahhab es-Susi’yi de Musul’a sürüyorlar. Düşünebiliyor musunuz, bu, II. Mahmud’un fermanıyla oluyor. Yani bir Nakşibendi şeyhi neler yapabiliyor.

Bu adamın kişiliği hakkında insanlar çok şey bilmiyor. Bu büyük yalan hakkında iki yüz yıldır hemen hiç kimse bir şey öğrenememiş. Yoksa bu olay, o adamın ismini, -aklını başına alabilen- milyonların zihninden -Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımıyla- bir anda silebilir. Bu mektuplar, hatta bu kitap tercüme edilmeli ve aklı başında olan kişilere dağıtılmalıdır. Halidi Bağdadi böyle bir kişiliğe sahiptir, bu kadar büyük yalan uydurabilmiş ve insanları uyutabilmiştir diye açıklama yapılsa, insanlar da zihinlerini çalıştırarak bu yalanı böylece belgesel olarak kaynağı ile beraber görürlerse büyük ihtimalle yüzbinlerce insan aklını başına toplayacak ve tövbe edecektir. Bu tarikattan ayrılacaktır. Bu suretle de Nakşibendilik çökme trendine girecektir.

— O zaman burada konuştuklarımızın özü şu hocam: Bu şahıs, çok ilginç bir kişiliğe sahip, üzerinde ciddi araştırmalar yapılması gerekiyor. Bir Osmanlı padişahını dahi harekete geçirecek kadar nüfuz sahibi bir adam, çok da rahat yalan söyleyebiliyor.

— Evet, çok rahat yalan söyleyebiliyor. Bağdat valilerinden Davud ve İbrahim Paşaların idamına sebep olabiliyor. Sultan Mahmud’u ürkütüyor ilk başta. Ünlü devlet adamlarından ona yakın bir şahsiyet var; Rikabi Humayun Kethüdası Haled Efendi. Bu zat II. Mahmud’u uyarıyor. Kendisi bir zaman Paris Büyükelçiliği de yapmıştır. Çok kabiliyetli biri. Fransızca bilmediği hâlde Paris Büyükelçiliğini yapmış. Diyor ki: ‘Bu fitnebaz bir adam olabilir. Başımıza iş açabilir.’ Sultan Mahmud araştırıyor. Fakat Halidi Bağdadi çok kurnaz bir adam. Ajanlarını, müritlerini ve nüfuzunu kullanarak nihayet Sultan Mahmud’u etkileyebiliyor. İnsan psikolojisini yönlendirmede çok tesirli bir araç olan Hint Budizmi’nin sırlı yöntemleriyle büyük kitleleri büyülüyor. Özellikle Kürt nüfusun tamamını çok kısa zamanda kendine bağlayarak -günümüzün Fethullah Gülen örneğinde görüldüğü üzere- büyük bir güç elde ediyor. Böylece Osmanlı yönetimi ile pazarlığa oturacak hâle geliyor; Haled Efendi aleyhinde bir propaganda savaşına giriyor. Bunun üzerine Sultan II. Mahmud, Haled Efendi’den şüphelenerek onu Adana valiliğine tayin ediyor ve bir kulp bulup nihayet onu idam ediyor.

Bunun ilk fitnesini ve yalanlarını anlayabilen/kavrayabilen şahsiyetlerden biri de Şeyh Ma’ruf el-Berzenci’dir. Şeyh Ma’ruf el-Berzenci, bu şahıs hakkında çok ilginç şeyler yazmış ve Bağdat Valisi’ne ihbarda bulunmuştur. Ancak tehdit edildiği için korkusundan pişmanlık duymuş ve maalesef geri adım atmıştır.

Aslında Sultan Mahmud, Bağdadi’ye boyun eğecek biri değildi. Onun ne mal olduğunu biliyordu, fakat o günlerde peş peşe savaşlar ve krizler içinde bocalayan Osmanlı yönetimine bir rahatlık kazandıracağına inandığı için bu adamın dizginini gevşetiyordu. Ona katiyen dokunmuyor, özellikle onu Vahhabilerin üzerine kışkırtmak suretiyle kullanıyordu. Nitekim müritleri arasında müthiş bir Vahhabi düşmanlığı yayılmıştı. Hatta müritlerinden bir kısmının İbrahim Paşa’nın oğlu Tosun Paşa’nın ordusuna katılarak Arap Yarımadası’nda Vahhabilere karşı gönüllü savaşmaya gidenler olduğu bile söylenmektedir.

Böyle bir kişiliği var. Ama bunun araştırılması lazım. Çünkü onun muasırı ve onun hasmı olan Şeyh Ma’ruf el-Berzenci’nin ifadeleri var. Diyor ki; ‘O, Hindistan’a gitti, sihirbaz yogacılardan ders aldı ve İngiliz Hristiyanlardan bir din öğrendi…’ ‘Yogilik’ kelimesini Arapçalaştırılmış olarak ‘Cukiyye’ diye ifade ediyor. Şimdi Şeyh Ma’ruf el-Berzenci adında bir tarikat şeyhi ‘Cukilik’ deyip ‘Yoga’dan bahsediyorsa buna çok önem vermek lazım. Hakikaten Bağdadi’nin rabıta uygulamalarını görüyoruz. Göz yumma, dili damağa yapıştırma, burundan nefes alma gibi uygulamalar, Budist rahip Patanjali’nin Sutralarında bizzat figüre ettiği meditasyonun/yoganın aynısıdır. Ma’ruf el-Berzenci demek ki böyle bir kültüre de sahip. Yoksa bir medrese mollası, bir tarikat şeyhi bunu bulamaz, kültürsüzdür. Medreselerdeki bu kültürsüzlük hâli günümüze kadar devam etmiştir.

Yani Halidi Bağdadi’nin getirdiği Nakşibendiliğin macerasının özü budur. Tabi Nakşibendilik bir Türk tarikatı olduğu için aşağı-yukarı 1650’lerde başladığı ve o tarihten itibaren zamanın akışı içerisinde yavaş yavaş yapılandığı için dönem dönem isim, ritüel değiştirmiştir. Ama hep bir Türk tarikatı olarak Türk muhitlerinde yaşamış, uygulanmıştır. Türkler de buna dört elle sarılmışlardır. Çünkü onlardan biri olan Muhammed Bahaeddin Buhari bu tarikatı icat etmiş. Ninesinin gördüğü bir rüyadan hareketle bu işe başlamış. Ninesi ona: ‘Ben rüyada senin Türk şeyhlerinden istifade ediyor olduğunu gördüm.’ diyor. Bu çok önemli bir ilham kaynağı Muhammed Buhari için. Demek ki çocuk yaştayken ninesinin gördüğü bu rüya ona bir ilham kaynağı olmuş. Ve hep bununla yaşamıştır. Nitekim Halil Ata adında bir prensin cellatlığını yaptığı günlerde bile bu hayalle yaşamıştır. Şimdi bazı mutasavvıflar onun cellatlık mesleğini icra edişini meşrulaştırmak için diyorlar ki; ‘Sa’d ibni Ebi Vakkas da insan kesmiştir. Bu zat bir sahabi idi. Şeriat ne diyorsa onu yapmıştır. ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz.’ O da şeriatın emirlerini yerine getirmiştir.’ Hayır, öyle değildir. Prens Halil Ata orada şeriatı uygulamıyordu. Prens Halil Ata bir Türk prensidir. Eski atalarının oradaki kadim siyasetini uyguluyordu. Bunların örfünde idamların çoğu siyasidir, şer’i değildir. Nitekim Osmanlılarda bile bu tür uygulamalar vardır.

Orada bir keramet görmüş. Kafası kesilmek üzere getirilen Emir Kulal adında birisinin infazını gerçekleştirmeye çalışırken kılıç kesmemiştir. Daha sonra Emir Kulal ile kurduğu bir irtibat neticesinde tasavvuf yoluna girmiş ve ondan istifade etmiştir. Nitekim Emir Kulal’ın halifesidir o da. Böyle bir uydurma efsane var.

Bu halkaları birbirine yapıştıra yapıştıra bugüne kadar getiriyorlar. Nakşibendi tarikatının Türk bölgelerinde yaygınlık kazanmasının çok küçük bir özeti bundan ibarettir.

Şunu da önemle ifade etmek gerekir ki; Bizzat Halidi Bağdadi’nin ve ona bağlı bir sürü mollanın yazıp çizdiği birçok mektup ve risaleler vardır. Bunların hemen tamamı Arapça’dır. Günümüzün Nakşibendileri bu belgelerin Türkçe’ye çevrilmesinden çok korkuyorlar. Tevhid ehli alimlerin bu kitapçıkları tercüme ederek onlara ait hakikatleri bizzat kendi belgelerinden çıkarıp ifşa etmesi şarttır. Hiç değilse aydın ve mantıklı insanlar bu belgelerdeki gerçekleri okuyarak bu tehlikeli örgütü yakından tanıma imkanını elde edeceklerdir. Nurculuk ve Gülencilik nasıl deşifre edildiyse Nakşibendiliğin gizli yönleri de böylece gün yüzüne çıkacaktır.

— Yeri gelmişken Hocam, Türklerin Müslümanlığı kabul ettikleri günden bu yana tasavvufla bu kadar yakından alakadar olmalarının sebebi nedir?

— Türklerin İslâm’la tanışması olayı çok önemli bir hâdisedir aslında. Neden önemlidir, çünkü bu konudaki gerçekler bugüne kadar saklanabilmiştir. Şu var ki; teknolojinin kaydetmiş olduğu baş döndürücü ilerlemeyle birlikte dijital haberleşme ve bilişimin sağladığı olağanüstü imkânlar sayesinde geçmişe dair gizli kalmış hakikatler artık teker teker gün yüzüne çıkmaya başladı. Türkiye’de çeşitli inanç grupları arasında çıkar mücadeleleri, ateşli atışmalar ve tartışmalar sürüp gitmektedir. Bu amaçla çeşitli belgeler ortaya atılmakta, tezler ileri sürülmektedir. Bu gidişat bir yandan bilgi kirliliğine neden oluyorsa da öbür yandan birçok gerçeğin meydana çıkmasına da yardım ediyor. İnternet ortamında uçuşan milyonlarca belge, tez, iddia ve itiraflar biz ehli tevhidin işine de çok yaramaktadır. Bizim bu ortamdan azami derecede istifade etmemiz gerekir. Kürt ırkçıları, Türk ırkçıları, tarikatçılar, Kemalistler, sağcılar, solcular, fanatik Hanefist-Sünniler, Aleviler ve daha nice ideolojik gruplar şu anda birbirleriyle kıyasıya mücadele hâlindedirler. Bu kamplar, istihbarat örgütlerinin pompaladığı propagandaların etkisi altında zaman zaman ‘birlik ve beraberlik’ sloganları atarlar. Bu manzara o kadar önemli değil. Allah subhanehu ve teâlâ bu arabesk manzara hakkında bizi bilgilendirmiştir.

تَحْسَبُهُمْ جَميعاً وَقُلُوبُهُمْ شَتّٰى

(“Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (59/Haşr, 14))

Unutmayalım! Bu manzara bizim çok faydalanabileceğimiz bir alan oluşturuyor. Bundan azami derecede yararlanmalıyız. Örneğin, Irkçılar dinsizliği savunup İslâm’ın bir Arap dini olduğunu, Peygamberin (hâşâ) bu dini bir şekilde uydurduğunu iddia ederlerken, Sünni Türkler bundan rahatsız oluyorlar ve savunmaya geçiyorlar. Tabiatıyla bu gibi kavgalarda verdikleri emeklerle bizim bir çeşit yükümüzü taşıyorlar. Dolayısıyla yersiz ve seviyesiz kavgaların dışında kalarak fazla enerji kaybetmemiş oluyoruz. Böyle fırsatlar bizim için stratejik avantajlar sayılır. Tarikatçılar zaman zaman hasımlarına karşılık vermek için cevap yetiştirmeye çalışırlarken, gösterdikleri tepkilerde açık da veriyorlar. O açıktan da biz ehli tevhid istifade ediyoruz.

Bir defa Türklerin İslâm’la nasıl tanıştıklarını merak etmemize sebep oluyorlar. Çünkü Türklerin İslâm’la barış içerisinde tanıştıklarını, kat’iyyen İslâm’a kılıç çekmediklerini, İslâm fatihlerini neredeyse çiçeklerle karşıladıklarını ifade ediyorlar. Bu, tamamen gerçek dışıdır. Meşhur Emevi komutanı Türkistan fatihi Kuteybe bin Muslim hicri 700’lerden itibaren Buhara, Semerkant, Baykent, Şaş, Fergana, Kiş, Nesef, Numuşkes ve Ramisene şehirlerinin olduğu bölgeye giriyor. Buraları fethediyor. Buraların halkı, genelde Türkçe konuşurlardı. Bunun yanında Farsça da konuşabiliyorlardı. Buralarda Deylemiler, Soğdlar, Sakalibe, Farslar ve Türk kabileleri yaşardı. Bu konuda geniş bilgi için muteber ve mufassal İslâm tarih kaynaklarını ve seyahatnameleri (özellikle İbni Fadlan Seyahatnamesini) okumanızı öneririm.

Kuteybe ibni Muslim’in babasının adı Muslim’dir. Bu çok çarpıcı bir kelime olduğu için bunu unutmayın. Kuteybe ibni Muslim’in ‘soyadı’ Türkler arasında çok büyük bir ürküntüye sebep oluyor. Çünkü Kuteybe Türklerin İslâm’la tanıştıkları o günlerde Türklere göre, Türk yurdunu işgal etmiş bir cani idi. Türk ırkçılarının iddiasına göre Kuteybe çok insan katletmiş. Tabiatıyla bu mümkündür. Bir savaş ortamı var ve bu bir fetih ordusudur. İslâm fetih ordusunun girdiği yerde mukabil direnişlerle muhakkak karşılaşmıştır. Kuteybe ibni Muslim bu alana girdiği zaman Türklerin belki çok cüz’i kısmı gönüllü iman etmiş olabilir. Buna ihtimal veriyoruz. Fakat büyük bir kısmı direnmiştir. O da bu direnişi kırabilmek için iki yola başvuruyor. İlk olarak insanların gönüllerini fethetmek ve onları aklen ikna etme yoluna gidiyor. Orada bulunan topluluklardan kim neye tapıyorsa ellerindeki putları toplatıyor. Fildişinden, altından, gümüşten, ahşaptan yapılmış ne kadar put varsa Buhara ve Semerkant kentlerinin meydanlarına yığıyor ve halkı da çağırıyor. Diyor ki: ‘Bakın sizin taptığınız bunlardır. Şimdi gözlerinizle ne olacaklarını göreceksiniz.’ Put yığınlarının üzerine zeytinyağı döküyor ve ateşe veriyor. Bunlar kül, külçe hâline geldikten sonra bu insanların korkudan dizlerinin bağı çözülüyor. Diyor ki: ‘Bakın gözlerinizle görün, siz daha önce birçok olayda bunlardan medet bekliyordunuz. Ama hiçbir şey yapmadılar. Bunlar kendilerini korumaktan bile aciz kalan sahte ilahlardır. Bunlar zarar gördü ama siz zarar görmediniz.’ Onları böyle gözleri ile görebilecekleri belgesel bir şekilde ikna etmeye çalışıyor. Bunun çok büyük bir önemi var. Bu olay üzerine hakikaten birçok Türk, Budizm’den Zerdüşizm’den ve Maniheizm’den ayrılıyor, İslâm’a giriyorlar. Allah’a hamd olsun. İkinci yol olarak da ikna olmayan, bununla birlikte İslâm cihad faaliyetlerine karşı direnen topluluklara karşı kılıç kullanıyor elbet…

Türklerin İslâm’ı kabul ediş serüvenlerinde mutlaka üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise dil sorunudur. Türkçe ile Arapça birbirine yabancı ve ayrı iki dildir. Bu, Türkler için çok büyük bir şanssızlık. Mesela, bugüne kadar hiçbir Türk benim ismimi bile kolayca telaffuz edememiştir. ‘Feriduddin’ diyememiştir. Ben resmi dairelere gittiğimde karşımdaki sekreter bana ya ‘Ferudittin’ diyor veya ‘Feridun’ diyor. Feriduddin diyemeyen bir insan, rahatça ‘Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Rasûlullah’ diyebilir mi, diyemez. Bunu elli yılda ancak halledebilmişlerdir.

Türklerin İslâm’ı kabul ettikleri dönemdeki kültürel durumları da çok önemlidir. Dikkat ederseniz o dönemi yazan bir Türk tarihçi yoktur.

Bunu Türk tarihçileri de tespit etmişlerdir. Bunlardan biri de Prof. Dr. Zekeriyya Kitapçı’dır. Zekeriyya Kitapçı’nın Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler kitabını mutlaka baştan sona kadar okuyunuz. Bu kitap çok büyük bir başarıdır. Ama Zekeriyya Kitapçı burada yazdıklarından dolayı verdiği ipuçlarının neler getireceğini bilseydi bu kitabı yazmazdı. Çünkü Zekeriyya Kitapçı bu kitabı beş-on tane kaynağa dayanarak yazmış. Bunların neredeyse tamamı Araplara aittir. Bu demektir ki Zekeriyya Kitapçı kendi ırkından, milletinden kendi tarihini yazmış bir tek şahsiyet bulamamıştır. Bu, son derece önemli bir gerçektir. Bu demektir ki; Türkler -hükümdarları da dahil- o tarihlerde okuma-yazma bilmiyorlardı. Bilmedikleri için de kendi tarihlerini yazamamışlardır. O günün tarihi olaylarını Taberi, Mes’udi, İbnu’l Nedim gibi Arap tarihçileri yazmışlardır.

Ondan sonra bu sefer Alman kökenli bir Rus Türkoloğu olan Friedrich Wilhelm Radlof (1837-1918) (Meydan Larousse 10/423) Türk tarihini araştırmıştır. Bunlardan biri de Aleksandr N. Samoyleviç’tir. Bu ilim adamlarının saptadığı gerçekler sayesinde bugün Türkler kendi tarihlerini öğrenebiliyorlar. Özellikle Frederick Wilhelm Radloff ve öğrencileri Türkiye’ye gelerek Türklere çok yardım etmişlerdir. Türklerin tarihini yazmışlardır. Türkler şu anda Arap tarihlerine ve Frederick Wilhelm Radloff’a ait kaynaklara dayanarak tarihlerini ispat etmeye çalışıyorlar.

Türkler tarafından edebi mahiyette yazılan ilk kitap; -Bir Türk olan Yusuf Has Hacib tarafından Arap harfleriyle (1069-1070 yılları arasında) yazılan- ‘Kutadgu Bilig’ adlı eserdir. Günümüzde birkaç uzman dışında hemen hiçbir Türk tarafından bu kitabın orijinal metni ne okunabilmekte ne de anlaşılabilmektedir. Üstelik ne bu kitap, ne de ondan iki-üç yıl sonra Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divan-u Lûgati’t Türk bugün hiçbir okumuş Türk’ün dikkatini bile çekmemekte, edebî ve ilmî forumlarda içeriklerinden pek söz edilmemektedir.

Bu iki kitabın yazıldığı 1070’li yıllara gelininceye kadar Arap ve Araplaşmış bilginler tarafından (gramer, fıkıh, tefsir, hadis, akaid, kelâm, felsefe, tıp, matematik, astronomi, tarih, coğrafya ve daha birçok bilim dallarında) binlerce kitap yazılmıştır. Örneğin, Kutadgu Bilig’in yazarı ile çağdaş olan (1058-1111 yılları arasında yaşamış olan) İmam Gazali’nin yalnızca iki yüz yirmi sekiz (228) eser verdiği söylenmektedir. Bu eserlerin üçü farsça, geriye kalanların tamamı Arapça yazılmıştır. Bunların yarısının ancak kendisine ait olduğunu kabul etsek bile sayı çok büyüktür. Bu tarihlerde hiçbir Türk’ün dört-beş eser bile vermediği açık bir gerçektir. Bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki İmam Gazali İranlıdır (Farstır), yani Türk değildir. Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı, böyle bir karşılaştırmayı Cumhuriyet tarihi boyunca göze alamamış, bu tür bir mukayesenin, okul kitaplarına sızmasını bilinçli olarak önlemiştir!

Divan-u Lugati’t Türk’ün neredeyse hepsi Arapça’dır. Onun önsözünde müellif, Abbasi Halifesini o kadar çok övüyor ki, o önsözü okumamak için hiçbir Türk bu kitabı araştırmıyor. Neden? Çünkü bu kitabı araştıran her Türk şu hakikate ulaşacaktır: Selçuklu İmparatorluğu denilen o azametli devlet, Abbasi Devletine bağlı bir sultanlıktır. Bağımsız bir devlet değildir. Türk insanının bu hakikate ulaşmaması için Türk Milli Eğitimi bu gerçeği kitaplara koymamıştır. Hiçbir Türk de şuan bunu bilmiyor, bilmek de istemiyor.

Gelelim Kuteybe ibni Muslim’e. Kuteybe ibni Muslim’in taşıdığı o ‘Muslim’ soyadı her Türk’ü ürkütmüştür. O tarihten günümüze kadar hiçbir Türk ‘Ben Muslim’im’ demez, aynen İranlılar gibi ‘Ben Müslüman’ım’ der. İslâm dinine de Türkler ‘Müslümanlık’ diye bir isim vermişlerdir. Böylece daha ilk günden itibaren Araplardan yollarını ayırmışlardır. Bugün neredeyse her Anadolu Türkü’nün kimlik kartında İslâm kelimesi bulunuyor olmasına rağmen, ona göre mensubu olduğu din Müslümanlıktır. Bu oldukça dikkat çekicidir. Diyanet İşleri Başkanlığı bu büyük yanlışlığı düzeltmek için bugüne kadar hiçbir girişimde bulunmamıştır.

Üç alâkasız bileşenden oluşan ‘Müslümanlık’ kelimesinin ayrıntılı analizi ise şöyledir:

• Birincisi:’Müslüm’ kesitidir. Bu sözcük, Arapça مسلم kelimesinin fahiş bir şekilde tahrif edilmiş/çarpıtılmış biçimidir; ilk hecesindeki ‘ü’ sesi Arapça değildir. Aksine, Miladi 1389 yılında gerçekleşen I. Kosova zaferinden sonra Balkanların Osmanlı topraklarına katılmasıyla Sırpça, Boşnakça ve Arnavutça’nın Türkçe üzerinde meydana getirdiği etkinin kesin sonuçlarındandır. Esasen Arapça’da da Türkçe’de de ‘ü’ sesi yoktur. Nitekim Anadolu’da uğurlama sırasında kullanılan ‘gule gule’ tabiri bile bu gerçeğin en açık delilidir.

‘Müslümanlık’ kelimesinin ikinci hecesindeki ‘ü’ sesi ise, Türkçe’de 1932 yılından sonra -dil çalışmaları kapsamında ‘ses uyumu’ bahanesinin sonucu olarak- ortaya çıkan ikinci bir çarpıtmanın izidir. Çarpıtılmadan önceki (son harekesiz) doğru telaffuz şekli ise ‘muslim (مسلم)’dir. ‘Müslüm’ kelimesi ise Kur’an-ı Kerim’de kesinlikle bulunmamaktadır.

• İkinci kesit:’ân’ hecesidir. Bir aidiyet eki olan bu hece Farsça’dan alınmadır. Nitekim günümüze kadar İranlılar ‘Müslüman’ kelimesini ‘Moselman’ şeklinde telaffuz ederler. Bu kelime zamanın akışı içinde Türkler tarafından çarpıtılarak ‘Müslüman’ kalıbında sabitleştirilmiştir. Bu kelime Kur’an-ı Kerim’de de hiçbir hadiste de yoktur.

• Üçüncü kesit:’lık’ hecesidir. Bu hece, Türk dil bilgisinde (yapım eklerinden), isimden isim türetme ekidir. Arapça ile hiçbir ilişkisi bulunmadığı gibi Kur’an-ı Kerim’de Türkçe hiçbir kelime de yoktur. (

وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ

” ‘Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor’ dediklerini hakikaten biliyoruz. (Komplo niyetiyle) Muhammed’e Kur’an’ı biri öğretiyor dedikleri kişinin dili yabancıdır. Oysa bu Kur’ân açık seçik bir Arapça’dır.” (16/Nahl, 103)

نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ . عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِرِينَ . بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ.

“Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık bir Arapça olarak indirdi.” (26/Şuara, 193-195))

İşte ‘Müslüm-an-lık’ kelimesi bu üç bileşenden meydana gelen çok tutarsız ve temelsiz bir sözcüktür. Hemen hemen her insan bu tutarsızlığı sezinleyebilir. Bu üç ayrı dilden bir araya getirilmiş üç parçadan ibaret hurda tabir, hiçbir zaman yüce İslâm dinine ad olmaz! Konu bu kadar açık.

Peki bu nasıl gerçekleştirildi? Türkler bu acem uydurmasını neden yüce İslâm dinine yakıştırdılar? Neden hiçbir Türk ‘Ben Muslim’im’ demez. Halbuki Arap’a ‘Dinin nedir?’ diye sorduğunuzda ‘Ben Muslim’im’ der. Arapların dışındaki İslâmi toplumlarda da böyledir.

Mesela, bugün Nijerya’ya, Endonezya’ya, Malezya’ya, Filipinler’e, Afrika ülkelerine gidin -ki bunların hiçbirisi Arap değildir-. Burada halka ‘Müslümanlık nedir?’ diye sorun, hiçbir cevap alamazsınız. Bu çok güçlü bir kanıttır. Demek ki, Türklere has bir tesmiyedir bu. Türklerin icat ettiği ve İslâm’a yapıştırdığı bir isimdir. Dolayısıyla bu ismin hiçbir hükmü yoktur. Bu isim İslâm’a yakıştırılamaz. Eğer İslâm’a alternatif bir din olarak üretilmişse o zaten çok tehlikelidir. Nitekim bu şu anlama gelir: Türk daha ilk adımda yolunu Arap’tan ayırmış, ‘İslâm, Arap’ın dini; Müslümanlık, benim dinimdir’ demiştir. Kendine göre bir din icat edip mevlid, kandil, evliyacılık, türbecilik gibi tapınma sembolleriyle bir tertip yapmış; bunlara, Somuncu Baba, Helvacı Baba, Zuhurat Baba, Zembilli Efendi, Merkez Efendi, Aziz Mahmud Hüdai, Eyüp Sultan ve Anıtkabir gibi çeşitli kutsallar ilave etmiştir. Mustafa Kemal ve Anıtkabir, Turgut Özal’ın ve Menderes’in türbeleri de dahil bütün bunlar Müslümanlığı ifade ediyor. Kuşku uyandırmasın diye Müslümanlık, dıştan namaz, oruç, hac, zekat ve kurban gibi İslâm’a ait ibadetlerle adeta ambalajlanmıştır. Bunların tamamı bize ispat ediyor ki ‘Müslümanlık’ asla İslâm’ın adı değildir. Türkler tarafından bin sene önceden icat edilmiştir. Arapça’dan alınan bir kelimenin yarısı tahrif edilmiş, Farsça’dan bir ek alınmış, sonra Türkçe’den de bir takı eklenmiş, böylece yapay, tutarsız, asla dünya mü’minleri tarafından benimsenmemiş ve kabul görmemiş bir din oluşturulmuştur.

Arap ulemasının şimdiye kadar neden ‘Müslümanlık’ kelimesini ele alıp eleştirmediklerine şaşıyorum. Dört yüz sene birlikte yaşamalarına rağmen belli ki Araplar Türkçe’yi hiçbir zaman hesaba katmamışlardır. Yani Arap muhitlerinde Türkçe öğrenme merakı hemen hemen hiç yoktur. Muhtemelen içli-dışlı olamadıkları için tarih boyunca bu ismin de farkında olamamışlardır. Aynı zamanda Türkler ‘Müslüman’ derken ilk iki hecesi ‘Muslim’ kelimesini çağrıştırdığı için Araplar bundan bir ürküntü duymamışlar. Dolayısıyla itiraz konusu da olmamıştır. Bütün bunların Arap alimleri de davet edilerek bir sempozyumda uzunca tartışılması gerekiyor. Bu isim büyük bir tehlikedir. İslâm’a böyle bir isim takılamaz. Çünkü İslâm kelimesi tevkifidir. Hiç kimsenin bu kelime üzerinde tasarruf hakkı yoktur. O kelime ki Allah subhanehu ve teâlâ “Allah katında geçerli din yalnızca İslâm’dır” diyerek bu dini isimlendirmiştir. Dolayısıyla aklı başında her mü’minin yalnız Türkiye değil, dünyanın her yerinde bu tehlikeye işaret etmesi ve bu tehlikeye karşı mücadele vermesi lazımdır. Kim ki bilinçli olarak İslâm dinine ‘Müslümanlık’ derse onun imanından şüphe edilebilir.

— Peki Hocam, Türklerin ‘Müslümanlık’ kelimesini ilk olarak ne zaman kullandıklarını biliyor muyuz? Bunu İslâm’la ilk tanıştıklarından itibaren mi kullanıyorlar?

— Çok eski olduğu için bunu tespit etmek çok zordur. Bu bilinmiyor. Bunu tespit etmek için literatürü takip etmek lazım. Yani bugün mesela, Arap tarihlerine bakarsak muhtemelen rastlayamayız oralarda. Çünkü Arap merak etmemiş. Türkler İslâm’ı Araplardan öğrenmemişlerdir. Bu neyi gösterir, bir defa, İslâm’ı kabul eden ilk Türk’ün kim olduğu belli değil. Bunu hiç unutmamak lazım. Onların İslâm’la tanışan ilk kuşağına bu dini kim telkin etti? Bu şahısların kim olduğu bilinmemektedir.

İslâm’ı onlara tebliğ eden şahısların ya da tercümanların Arapça ve Türkçe’yi aynı düzeyde bildiklerini bilmiyoruz. Bütün bunlar çok karanlık bir dönemin yaşandığını ortaya koyuyor ki burada bu kelimenin nasıl teşekkül ettiğini, İslâm’a nasıl böyle bir isim yakıştırıldığını bilmemize imkan vermiyor. Ama şu kadarını söyleyebilirim; Arap tarihlerinde ‘Müslümanlık’ kelimesini bulmak mümkün değildir. Buna inanıyorum. Türkler de kendi tarihlerini işlerken ‘Türkler şu tarihten itibaren İslâm’la tanışmış’ diyerek kitap kaleme almış Türk ırkından kim varsa, bu şahsiyetlere ait kaynakları ortaya koyup bunları günlerce araştırmak gerekiyor ki bu çok büyük bir efor ister. Bu bir kişinin işi değil bir ekip işidir. Kelime-i şehadet getirip namaz kılan her Türk’ün bu konuda mesuliyet duyması lazım. Ne yapıp-edip bu toplumun bir konsey teşkil etmesi lazım. İlmî bir heyet oluşturup bu konuyu araştırmaları lazım. Müslümanlık kelimesi hangi tarihten itibaren, kimler tarafından bu dine isim olarak verildi? Bu ismi neye dayanarak buldular? Tabi büyük ölçüde İran tesiri var burada. İranlı da ‘Men Moselmânem’ der, bu tabir Farsça bir dizede şöyle geçiyor:

چگونه من مسلمانم عبادت نیست در کارم

تجارت میکنم اما صداقت نیست در کارم

عبادت می کنم اما ارادت نیست در کارم

به احکام خداوندی اطاعت نیست در کارم

(Ben nasıl bir Müslümanım işimde ibadet yok

Ticaret yaparım ama işimde sadakat yok

İbadet yaparım ama işimde irade yok

Allah’ın hükümlerinde işimde itaat yok)

Veya İranlı; ‘Men Moselman hestem’ diyor. Bunun da içinde geçtiği Farsça bir söylem şöyledir:

من یک مسلمان هستم

اسلام کامل است، اما من نیستم

اگر اشتباهی از من سر زد، این عیب من است

این عیب را به من نسبت دهید، نه به دینم.

(Ben bir Müslümanım

İslâm kamildir ama ben değilim

Eğer yanlış yaparsam bu benim ayıbımdır

Bu ayıbı bana nispet edin dinime değil)

Gerçi Müslümanlık kelimesi İran’da da yoktur. Çünkü Farsça müsait değildir buna. Orada da ‘Dinî İslâm’ denilir. ‘bedini İslâm mensub hestem’ der. İslâm kelimesini sıkça telaffuz ederler. Hatta devletin adında da ‘Moselmâni’ yoktur. Devletin adı ‘Cumhuriyi İslâmiyi İran’dır.

— Şimdi başa dönecek olursak Hocam, dedik ki: Türklerde tasavvufun ilk günden yaygın olmasının sebeplerinden birincisi, Kuteybe ibni Muslim’in Türkistan’ı fethetmesinden sonra halkın ürküp gönüllü bir şekilde İslâm’ı kabul etmemiş olmasıdır. İkinci bir sebep var mı peki?

— Var tabi, ikinci sebep de, onların Arap mühitlerinden uzak olmalarıdır. Türkler İslâm’la tanıştıktan sonra Anadolu’ya doğru ilerlemeden önce asırlarca İran’da kalmış, İranlılarla haşir neşir olmuşlardır. Hatta Anadolu’ya geldikten sonra bile Türklerin devlet dili Farsça idi. Bu gerçeği günümüze kadar gizlemeye devam etmektedirler. Öyle belli ki ‘Arab’ın dinini ve Fars’ın dilini kendilerine yediremiyorlar!’

Araplar, Şii Buveyhi ailesinden çekindikleri için (Abbasilerin orta döneminde) Sünni Türkleri imdada çağırdılar. Bu olaydan sonra Selçukluların Irak’a doğru akmasıyla birlikte Sünnilik ortak bağıyla Araplarla kaynaştılar. Ancak ‘Müslümanlık’tan bir türlü vazgeçemediler.

İslâm’ı kabul ettikten sonra…

Selçuklulardan önce Gazneliler de İslâm’a mensup idiler. Cumhur hâlinde İslâm’a girenler Efrasiyapoğullarıdır. Bunlara Karahanlılar diye bir isim vermişler. Bu isim altında bir devlet yoktur. İslâm’ı ilk kabul edenlerin bunlar olduğu söyleniyor. Bu devletin hükümdarı olan Satuk Buğra Han’ın ‘Abdulkerim’ adını alarak bir Türk prensi vasıtasıyla İslâm’ı kabul ettiği söyleniyor. Onun İslâm’ı kabul etmesiyle birlikte onun tebaasıdan iki bin çadır halkının üç ay içerisinde İslâm’a girdiği söyleniyor. İki bin çadır halkının bugünkü hesapla iki milyon insan ettiği farz edilirse üç ay içerisinde iki milyon insanın İslâm’a girmesi çok büyük bir probleme sebep olur.

Bu problemi şöyle izah etmek lazım; bu iki milyon insanın İslâm’a göre eğitilmesi çok zordur. Eski dinlerinden vazgeçerek, bir çeşit hükümdarı taklit ederek İslâm’a giren bu topluluklar tamamen duygusal nedenlerle din değiştirmişlerdir. Kelime-i şehadetin anlamını bile pek kavrayamadan uzun yıllar namaz kılmayı ve oruç tutmayı becerememiştir. O gün işlenen yanlışlıklar bugüne kadar sarkmış olabilir.

— O zaman siz Fuat Köprülü’nün ‘Türkler İslâmiyet’in birçok usulünü doğrudan doğruya Araplardan değil acemler vasıtasıyla aldılar. İslâm medeniyeti Türklere İran kültürünün merkezi olan Horasan yoluyla Maveraünnehir’den geçerek geliyor’ sözüne katılıyorsunuz. Sizin ikinci olarak anlattığınızın özeti şu: Türkler İslâm’ı direkt Araplardan değil yaklaşık beş yüz yıl vakit kaybederek -bozuk bir İslâm’a sahip olan İran milletinden- acemlerden aldılar.

— Bunu çok muhtemel görüyorum. Sadece bozuk değil hınçlı bir İran milleti var. İslâm’a karşı ön yargılıdır. Evde Zerdüşt’tür dışarıda ‘Moselman’dır; asla Muslim değildir.

Üçüncü bir sebep daha vardır; ilk fitnenin izleri olarak Ali’ye yandaşlık mefkuresinden yola çıkarak bütün İslâm toplumu arasında Şiiliğe benzeyen bir düşünce vardı. Çok yaygındı, hatta Sünniler arasında bile vardı. Ali radıyallahu anh hep haklı çıkarılmıştır. Ama Ali radıyallahu anh ve onun soyunun başına gelenler dramatize edilerek işlenmiş ve İslâm’ın boşluğu onun hikayeleriyle doldurulmuştur. Ali radıyallahu anh Hayber kalesinin fatihidir. Günümüzde belki de elli kişinin kaldıramayacağı çok ağır olan kale kapısını tek başına kaldırmıştır. Bu konuda birçok İslâm dışı ve akıl dışı hikayeler ve efsaneler tertiplenmiştir. Bütün bunlar İslâm adına, din olarak yayılmıştır. Vaktiyle Kutluk Devleti tarafından paramparça edilen Hunlar’dan kalma rahipler vardı. Arap tarihinde Ruhbanu’l Hayatile diye geçer. Bunlar çok cahil insanlar idiler ve çok da ürküntü veren tipleri vardı. Saçlarını, sakal ve bıyıklarını, hatta kaşlarını da kazıtıyorlardı. Üzerlerinde uzun bir entari ve sırtlarında bir keşkül, ellerinde bir asa. Bunlar, öldürülmüş olan Hunlar’ın bekayası/kalanıdır. Sırf Kutluk Devleti’nin İslâm’a girmiş olan tebaası tarafından öldürülmemek için kabile kabile gezip dileniyor ve Ali’nin radıyallahu anh cenklerini anlatıyorlardı. Zaten İslâm’ın bulunmadığı bu alanda İslâm adına menkıbe kültürünü yayıyorlar. Bu menkıbe kültürü de tasavvufun zeminini oluşturuyordu.

Tasavvuf bu alt yapı üzerine kuruluyor. Ondan daha sonraları da tarikatlar vasıtası ile ritüellerle formüller hâline getirilen bir tasavvufi hayat yaşanmaya başladı. Bu mistik yaşam tarzı zamanla müesseseleşti. Tekkeler kurulup çeşitli tarikatlar ortaya çıktı. Ondan sonra bir şeyhlik makamı ihdas edildi. Şeyhlik-müritlik ilişkileri düzenlendi. Bunlar tabir-i caizse derneklerin tüzükleri/yönetmelikleri gibi çeşitli kitapçıklar yazıyorlar. Bu şekilde işte Nakşibendilik, Rufailik, Kadirilik yavaş yavaş teşekkül ediyor.

— ‘Türkler İslâm’la tanışmadan önce onlarda var olan Şaman uygulamalarının tasavvuftaki uygulamalarla birebir örtüştüğünden dolayı aslında Şamanizm’deki o uygulamalarına tasavvufi isimler vererek yerine getiriyorlar’ görüşüne katılıyor musunuz?

— Bu çok muhtemeldir. En büyük delillerden bir tanesi de şüphesiz budur. Çünkü şirk dönemindeyken aşılandığı inancını İslâmi döneme de taşımış ve onunla sentezlemiştir. Hatta İslâm’ın açık bir şekilde kitabi hâle geldiği dönemde bile bu göze alınabilmiş Türkler tarafından. Mesela, Nakşibendilik bugün Hanefilikle sentezlenerek, Hanefist Nakşibendilik diye bir inanç grubu vardır Türkler arasında. Bunlar son zamanlarda da cemaatleşmişlerdir. Bu yapılar artık kemikleşmiştir. Müesseseleşmiştir. Mesela, Osmanlı’da Sultan Abdulhamid döneminde ve Vahdettin zamanına kadar ne Süleymancılık ne Mahmutçuluk ne Menzilcilik ne de Nurculuk vardı. Düşünebiliyor musunuz bunlar bugün neredeyse bağımsız birer din durumundadırlar. Üstelik İslâm’ı alet ederek faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bugün bakın Gülencilik bir devlet hâline geldi. Devletin kılcal damarlarına kadar girdi ve bir yanlışlık yapmasalardı neredeyse Gülenizm diye bir mefkure ortaya çıkacaktı. Bağımsız bir din hâline gelecekti. Veya Hz. Fethullah Gülen dini diye bir din çıkacaktı ortaya. Belki de ‘Müslümanlığın’ bir versiyonu olarak yerleşecekti. Nitekim Karmatilik, İsmaililik, Dürzülük, Nusayrilik, Kadıyanilik, Babilik ve Bahailik böyle oluşmuştur. Nihayetinde bugün Nakşibendiliğin versiyonları olan cemaatlere bakın. Süleymancılar, Menzilciler, Mahmutçular Nakşibendi’dir. Türkiye’deki tarikatların tamamı Nakşibendi’dir, adları değişiktir. Belli sembol ve figürlerin gölgesi altında kurumsallaşmışlardır. Bunların her biri vakıflaşmıştır. Fakat bu vakıflar aynı zamanda mafyalaşmıştır. Nasıl mafyalaşmıştır? Bir defa cemaat adı altında legale çıkmıştır. Aslında hepsi illegaldir. Çünkü Mustafa Kemal’in koyduğu tekkeler ve zaviyeler kanununa göre hepsi şu an illegaldir. Hiçbir Nakşibendi hâlâ mahkeme önünde ‘Ben Nakşibendi’yim’ diyemez.

Nitekim bakınız Nakşibendi şeyhlerinden Ömer Öngüt bütün Nakşibendilere kızdı ve bazı kitaplar çıkardı. Bu kitaplar şu ilginç isimleri taşıyor:

‘Refah dinine mensup Mahmut Efendi Mollalarına Cevap’ Bakın burada Refah dini diyor. Refah partisini bir din olarak görüyor. Ona oy veren Pontuslu bir Tarikatçı liderinin bağlılarını da bu dine mensup olarak görüyor. Dolayısıyla bu tekkeye bağlı topluluğun tümünü İslâm’ın dışında kafir bir grup olarak görüyor. Bu bir Nakşibendi şeyhidir.

‘Küfrü Hoş Gören Narcıların İç Yüzü’ Nurculara ‘Narcılar/Ateşçiler’ diyor. Yani kafir ve müşrik deyip onları böyle suçluyor.

Ömer Öngüt’ün yine kendisi, Süleymancılar hakkında ‘Dinleri Süleymancılık, İmanları Para, Has Huyları Gasp, Meslekleri de Dilencilik Olan Süleymancıların İç Yüzü’ diye bir kitap yazıyor. Böyle bir kitap ismi olur mu? Bir müellif böyle bir ismi kitabının üzerine koymayı kolay kolay göze alamaz. Ama bir Nakşibendi şeyhi başka bir Nakşibendi gruba o kadar ateş püskürüyor ki onlar hakkında bu isimde bir kitap yazıyor.

Bunun üzerine Süleymancılar bu adamı mahkemeye veriyorlar. Ben mahkeme zabıtlarını okudum. Orada hakim soruyor, Süleymancılara diyor ki: ‘Bu adam Süleymancılara hakaret ediyor, peki siz Süleymancı mısınız?’ Süleymancılar susuyorlar. Çünkü ‘Süleymancıyız’ derlerse bu nasıl bir örgüt anlatın bakayım diye bu sefer hakim ifadelerini alacak ve gizli bir örgüt oldukları ortaya çıkacaktır. Bunun akabinde tekke ve zaviye kanununu çalıştıracak. Onların hepsini hapse atacaktır. Süleymancılar davalarını geri çekiyorlar. Çünkü tarikatçılık hâlen yasaktır.

Yani Nakşibendilerin yaşadıkları bu çelişkilere dikkat ederseniz görürsünüz ki aralarında çok büyük anlaşmazlıklar, çetin savaşlar var. Bu mistik-politeist yapıların İslâm’la uzaktan yakından hiçbir ilişiği yoktur.

— Tasavvufta çok ilginç bir Allah tasavvuru var. Müsaadeniz olursa bazı örnekler okumak istiyorum.

— Buyurun.

— ‘Sultan Veled’den nakledilmiştir. Bir gün ileri gelen sufiler babam Hudavendigar’a ‘Ebu Yezid, ben ilahımı daha sakalı bitmemiş bir genç biçiminde gördüm’ buyuruyor. ‘Bu nasıl olur?’ diye sordular. Dedi ki: ‘Bunda iki hüküm vardır: Beyazıd Bestami, Allah’ı sakalı bitmemiş genç suretinde görmüş ya da Beyazıd’ın isteğinden dolayı Allah onun gözüne sakalı bitmemiş genç çocuk biçiminde görünmüştür.’ (Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, Sayfa 484)

Aynı kitapta şöyle bir örnek geçiyor:

‘Şems-i Tebrizi’nin Kimya adında bir hanımı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağlarına taraf gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaret ederek ‘Haydi gidin! Kimya Hatun’u buraya getirin; Mevlana Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır’ buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlanırken Mevlana da Şems’in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatun ile konuşup oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu (Kimya) aramaya hazırlanan dostlarının karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına engel olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra ‘İçeri gel’ diye bağırdı Şems. Mevlana içeri girdiğinde Şems’ten başkasını göremedi. Bunun sırrını sordu ve ‘Kimya nereye gitti?’ dedi. ‘Yüce Allah beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi.’ buyurdu Şems. İşte Beyazıd’ın hâli de böyleydi. Tanrı ona sakalı bitmemiş bir genç suretinde göründü.’

Benim sorum bu değil. Bunlar bu şahısların kitaplarında sabit fakat bütün kendini İslâm’a nispet edenlerin arasında ‘Allah’ kırmızı çizgiyken bu adamlar hangi cesaretle bu örnekleri kitaplarına aldılar. Kitapları Türkçe’ye tercüme ederken bu tarz bölümleri çıkarma gereği bile duymuyorlar. Mesela Şia, Ali Şeriati’nin veya Humeyni’nin kitaplarını Türkçe’ye çevirdiğinde Sünnilerde infiale sebep olacak yerleri çıkarmışlardır. Ama tasavvufçular Allah’tan korkmayıp insanlardan da utanmadan bunu yazmışlar. Bunlar bu cesareti nereden buluyorlar?

— Bazıları inançsızlıklarına kılıf arar ve durumunu gizlemek için bu kılıfı kullanır. Çünkü eğer bu kılıfı kullanmazsa çok tepki çeker ve toplum arasında yaşama imkânını kaybeder. Bunlar da Allah demişlerdir ancak kılıfın içerisinde bir Allah’sızlık var.

— Bunlar Allah’ın varlığına inanmıyor mu?

Muhiddin-i Arabi’den tutun Mevlana’ya, ondan günümüze kadar gelmiş geçmiş bütün panteistler aslında Allah’a iman etmeyi içlerine sindirememişlerdir. Örneğin, Celaleddin-i Rumi, Şems’le tanıştıktan sonra Allah’a olan inancını tamamen yitirmiştir. Onda kat’iyen Allah mefhumu yoktur. Herkes onu otuz beş yaşlarına kadar bir İslâm alimi olarak görmüş. Otuz beş yaşından sonra Şems ile tanışıyor. Şems kimdir? Şems bir İsmaili dâîsi/davetçisidir. İsmaililik’te Allah mefhumu yoktur. Onların on tane kuralı var. Müsait gördükleri şakirti alıyorlar, ona bu kuralları yavaş yavaş hazmettiriyorlar. En son seviyede Allah’ın yok olduğu söyleniyor ve ikna ediliyor. Şems de İsmaili’dir. Dolayısıyla Şems, Mevlana’nın aklına kaç ay ne damlattıysa demek ki sindirtebildi ona. Onu da İsmaili yaptı. İsmaililer Allah’a kesinlikle inanmıyorlar. Allah’a inanmadıkları için inanmış bir toplum içerisinde inanmış gibi gözükeceklerdir. Hatta öyle laflar edeceklerdir ki insanlar onlara evliya, Allah dostu bile diyeceklerdir! Nitekim, büyük ihtimalle Allah’a inanmayan Celaleddin-i Rumi’yi Hazreti Mevlana diye anıyorlar. Üstelik oğlu Alauddin’i ve Nasreddin Hoca’yı öldürtmüş ve bütün ısrarlara rağmen oğlunun cenaze namazına da katılmamıştır. İşte bu Mevlana, günümüzün Türkiye’sinde kutsal bir şahsiyet sayılıyor. Bu korkunç bir kafa karışıklığıdır. İşte toplumu bu hâle getiren Tasavvuf ve tarikatlardır.

— O zaman Hocam şöyle mi diyeceğiz: Bunlar Allah’a inanmamış insanlar lakin Allah’a inanan bir toplumda oldukları için ara-sıra böyle Allah’tan bahsetmişler ama bahsettikleri şey onların Allah’a inanmadıklarının en açık kanıtı.

— Evet. Dillerinin döndüğü kadar esnek yorumlar yaparak Allah’tan bahsetmişler tabi. Hatta o yorumlarında Allah’tan o şekilde bahsetmişler ki kendilerini de insanların gözünde büyülemişler. ‘Bak Hazret Allah’ı böyle anlatıyor. Bu sırra biz eremeyiz. Demek ki Allah böyle bir şeydir’ dedirtmişler. Nitekim Cumhuriyet döneminin 1920 ile 1950 yılları arasında sosyete çocukları arasında bir Allah tasavvuru var. Bu canlandırmada Allah subhanehu ve teâlâ (haşa!) kavuklu, cübbeli, sarıklı ve sakallıdır. Böyle bir Allah tasavvuru olduğu araştırmacılar tarafından tespit edilmiş. Bu tasavvur hâlen vardır tarikat mensupları arasında… Muhtemelen Nakşibendiler arasında Allah’ın (hâşâ) sakallı, sarıklı, cübbeli bir imam gibi tasavvur eden tarikatçılar vardır.

— Hocam araştırma sırasında bir şey dikkatimi çekti. Tasavvuf öncülerinin birçoğunda müthiş bir gizlilik var. Mesela, Cüneydi Bağdadi, Şibli’ye diyor ki; ‘Biz bu ilmi muhkemleştirdik. Sonra da onu mağaralara gizledik. Sen ise geldin onu insanlara anlatıyorsun.’ Şibli de diyor ki: ‘Konuşan ben, duyan benim. Bu âlemde benden başkası mı vardır?’ Ya da ‘Ünsiyet ehli dua ve münacatlarında öyle sözler söylerler ki avamdan bir kişi işitse onu küfür zanneder.’ Bunu da Gazali İhya-ı Ulumi’d Din’de Cüneydi Bağdadi’den aktarıyor. Yine Gazali aktarıyor: Selh ibni Abdullah et-Tüsteri’den: ‘Alimin üç ilmi vardır. Herkese anlattığı zahir ilimler, sadece ehline anlattığı batın ilimler, sadece onunla Allah arasında olan ve kimseye anlatamadığı özel ilimler’.

— İşte buradaki özel ilim Allah’sızlıktır. Allah’a inanmıyor aslında. İnanmıyorlar ama sözleri konjonktüre ve muhite göre değişiyor. Bir de kabiliyetli insanlar bunlar. Akılları büyüleyici yorumlar yapıyorlar. Bu da avama çok cazip geliyor. Bizim ulaşamayacağımız şeylerdir, deyip kendilerini küçük görüyorlar. İnsanların bu teveccühü onların nefislerini okşuyor ve gidip halvetlerinde daha başka şeyler üretip söylüyorlar. Bazıları ortamı müsait görünce konuşuyor. Bunlardan Ali bin Süleyman et-Tilimsani adında biri var. Bu şahıs, Sadreddin Konevi’yi bizzat gördü ondan istifade etti veya ondan gelen rivayetlere dayanarak konuşuyor. Ama onunla Muhuddin-i Arabi arasında Sadreddini Konevi var. Ali bin Süleyman et-Tilimsani, Salih el-Mukli adında Yemenli bir âlim tarafından duyuluyor. Bu zat, Tilimsani’nin pervasız ve sınırsız konuştuğunu haber alıyor. Bir de ben göreyim diyor ve Yemen’den kalkıp Cezair’e geliyor. Müritlerine sohbet verdiği yere varıyor. Bakıyor ki Tilimsani, Fususu’l Hikem’i açmış ondan nakiller yapıyor ve üzerine yorumlarda bulunuyor. Ama Allah’a iman etmiş insanı çileden çıkaracak şeyler söylüyor. Bu sefer Salih el-Mukli ona şöyle bir soru yöneltiyor, diyor ki: ‘Sizin şu anda Fususu’l Hikem’den naklettiğiniz şeylerin Kur’an’a aykırı olduğunu görüyorum ve rahatsız oluyorum. Bu nasıl olur?’ Tilimsani: ‘Kur’an’ın hepsi şirktir, esasen tevhid bu söylediğimizdir’ diye cevap veriyor.

Şimdi bu sıra dışı diyalog üzerinde biraz düşünelim; eğer Kur’an’ın hepsi şirk ise bu adama göre ‘Allah yok’ demektir. Salih el-Mukli bunun arkasını araştırıyor; ‘Kur’an’ın hepsi şirk diyorsunuz, peki bir sorum daha var’ diyor ve ekliyor: ‘Bir kimse annesi veya kız kardeşiyle cinsel ilişkide bulunabilir mi?’ Tilimsani şu cevabı veriyor: ‘Sizin gibi kalbine perde çekilmiş kalbi mühürlenmiş insanlar, ‘bu bize haramdır’ dediler. Biz de ‘size haramdır’ diyoruz.’ Bu cevap karşısında dona kalan Yemenli âlim artık diyalogu kesip oradan ayrılıyor. Çünkü eğer bir kimse anne ve kız kardeşle cinsel ilişki kurmada engel görmüyorsa artık onunla konuşulacak başka bir şey kalmaz. Tasavvufçuların ‘Şathiyat’ını biraz inceleyeniz, onların Allah’a inanmadıklarını daha açık şekilde görürsünüz.

— Tasavvuf ve tarikat arasındaki fark nedir Hocam?

— Önce tasavvuf ile tarikatı birbirinden ayırmak lazım. Tasavvuf bir felsefedir. Tarikat, tasavvuf felsefesi üzerine kurulmuş bir örgüttür. Benim tespitime göre üç yüz elli yedi (357) tane tarikat kurulmuştur. Bunların hepsinin alt yapısı tasavvuftur.

Tasavvufa gelecek olursak az önce de belirttiğimiz gibi bir felsefedir. Nasıl bir felsefedir? Şimdiye kadar insanlık tarihinde dört çeşit felsefe tespit ettim. Tasavvuf bunlardan hiçbiri değildir.

Birincisi, Helenistlik/antik dönem felsefesidir. Bu felsefe Aristo’nun, Sokrat’ın dallandırdığı, her birinin yorumu ile ortaya çıkan, akıl ve mantığı öne alan felsefedir. Bu felsefe niçin ortaya çıkmıştır? Bu felsefe arkaik döneme ait Yunan mitolojisine/hurafesine tepki olarak doğmuştur. O zaman bunun temelinde mantıksal bir arayış var. Dolayısıyla bu felsefe bir arayış felsefesidir.

İkincisi, Helenistlik dönemden Rönesans’a kadar neredeyse bu felsefe hüküm sürmüş. Avrupa’yı ciddi anlamda etkilemiş. Sadece İsa’nın aleyhisselam miraç hâdisesinden sonra hemen yayılmaya başlamış olan Hristiyanlık, Helenistlik dönem felsefesinin yolunu kesmiş. Roma döneminde putperestliğe dönüş yapılmıştır. Hristiyanlık döneminde ilk Hristiyanlar putperestliğe karşı çıkmışlar. Bir mücadele var orada fakat Hristiyanlık putperestliğin etkisi altında sönmüş, başkalaşmış, yozlaşmış ve bugünkü hâle gelmiştir. Helenistlik dönem felsefesi çökmüş. Ancak Rönesans felsefesiyle beraber insanoğlu yeniden Helenistlik felsefeye bir çeşit dönüş yapmış ve onu daha ileriye taşımış. Yeniden insan merkezli, estetiği de insan mefkûresine katan idealist bir felsefe başlatmış. Dolayısıyla yeniden bir arayış başlamış. İnsan nasıl müreffeh olur, gerçekleri nasıl bulabilir, nereden geldik, nereye varacağız, kim bizi yarattı gibi arayışlarla ortaya çıkıyor ama daha çok sanat, müzik ve mimaride yoğun bir yöneliş kaydediliyor. Yoğun bir sanatsal hareket ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Rönesans felsefesi insan merkezli bir arayış felsefesidir.

Bundan sonra ezilmiş kitleler felsefesi ortaya çıkıyor. Bundan yüz yıl önce Marks ve Engels ezilmiş işçi sınıfının mücadelesini konu edinen bir felsefe üretiyorlar. Bu felsefe şu sorulara cevaplar arıyor: Sömürüden nasıl kurtulacağız, hakkımıza nasıl erişeceğiz? Bu gibi birçok soruya cevap olmak üzere Sosyalizm’i ve Komünizm’i buluyorlar. Bu da bir arayış felsefesidir.

Ondan sonra kıyamet felsefesi ya da uzay çağı felsefesi ortaya çıkıyor. Bütün dünyaya hakim olan yaklaşık beş bin kişinin 8 milyar insanı sömürmek ve köleleştirmek için ürettiği felsefe… İnsanlık tarihinin en vahşi felsefesidir bu. Savaşları bu adamlar projelendiriyor ve finanse ediyor. Bununla yaşamaya çalışıyor. Bu da bir arayış felsefesidir.

Bunların hepsinin ortak noktası arayıştır; Arayış… Tasavvuf ise bunların tamamına aykırı olarak gerçeklerden kaçış felsefesidir. Çünkü tasavvufa kendini veren insan, bunlardan muzdariptir. O daha ziyade dış dünyanın buhranından kaçıp iç dünyasını tatmin etme ve rahatlatma peşindedir. Zikrettiğimiz felsefe türlerinden hiçbirisi onun idealini gerçekleştirememiştir.

Tasavvuf böyle bir noktadan hareket ediyor ama tarikatlar onu yontuyor. Tasavvuf temelde, tamamen ibahiyeci/her şeyi mubah gören inkarcı bir düşüncedir. Ne akla ne ilme ne insanlığa ne namusa hiçbir şeye inanmaz. Az önce zikrettiğim Ali bin Süleyman et-Tilimsani ve Salih el Mukli arasında geçen ilginç diyalog bu söylediğimizi destekliyor. et-Tilimsani tasavvufçular arasında önemli bir yere sahiptir ve öbür tasavvufçular gibi lafı ağzında gevelemeden, büyük bir cüretle konuşmuş, ‘ünlü bir veli, keşif keramet sahibi, ulu bir zat’ olarak ün kazanmıştır! Üzerine büyük bir türbe inşa edilmiştir. Tarikatçılar tarafından günümüze kadar ziyaret edilmektedir.

Gerçek tasavvufun iki ana özelliği var: Birincisi, sınırsız sevgidir. Diğeri ise sınırsız hoşgörüdür. ‘Senin karın, onun karısı; onun namusu, senin namusun.’ Hiç önemli değildir onlara göre. Yolda iki kişinin zina yaptığını mı gördün, üzerine bir çul ört, geç. Tasavvufa göre bu zina değildir. Zaten tasavvuf terminolojisinde zina diye bir şey yoktur. Çünkü -öfkelenmediği, kırıp dökmediği sürece- kişinin sorumluluğu yoktur. İnsan böyle yaratılmıştır, yarın öbür gün de yok olup gidecek. Fakat sınırsız sevgiyi yaşar ve yaygınlaştırırsan artık bu dört felsefenin getirdiği çıkar kavgaları sona erecek, insanlar kalıcı mutluluğu yakalayacaklardır. Çünkü artık ‘benim malım senin malın, benim namusum senin namusun’ diye bir kavga konusu bulunmayacaktır. İşte tasavvufun içyüzü bundan ibarettir. (Tasavvufun her şeyi mubah gören anlayışı için kitabın ‘Tasavvuf ve Ahlak Tasavvuru’ bölümünde çok sayıda örnek zikredilmiştir.)

— Hocam malum, İslâm tarihinde zındıkların faaliyetleri var. Örneğin, hadis uydurmak gibi. Şimdi genelde araştırmacılar zındıklık hareketini ele alırken hep hadis uydurmacılığını ön planda tutuyorlar. Tasavvufun İslâm’a aykırı yönleri göz önünde bulundurulduğunda, tasavvufun zındıklık olarak isimlendirilmesi doğru mudur?

— Benim elimde zendekanın tarihi ve izahıyla alakalı çalışmalar var. Bunun hem Arapçasını hem Türkçesini yazdım. Akide üzerine çalışan İslâm alimleri zendekayı daha esnek tutmuşlar. Benim açıklamalarımda ise efradını cami, ağyarını mani tarifler vardır.

Şimdi, ben küfrü bir üst küme olarak tespit ettim. Küfür, Allah’a karşı işlenen en büyük suçtur. Küfrün beş farklı versiyonu vardır. Bunlar; şirk, zendeka, nifak, ilhad ve irtidad/riddet. Bunların her birinin tarifi ve hükmü ayrıdır.

Şirk suçunu işleyene müşrik, nifak suçunu işleyene münafık, ilhad suçunu işleyene mülhid, zendeka suçunu işleyene zındık, riddet suçunu işleyene de mürted denir. Bunların tamamı kafirdirler.

Bunların hepsinin tarifi ve örnekleri vardır. Mesela, zendekanın kısa tarifi şudur: Kur’an ve Sünnet’te olmayan bir şeyi dine eklemek veya ondan kırpmaktır.

Örneğin, bir mescitte öğlen namazının farzını beş rekat olarak kılan birini gördünüz ve kendisini uyardınız. Adam size ‘Ben eksik kılmadım ki fazla kıldım. Zaten tüm namazlarımı bir rekat fazla kılıyorum’ derse ve bunu bilerek ve isteyerek yaptığını söylerse bu kişi zındıktır. Bu adamın kestiği yenmez, nikahı boştur, kız alıp verilmez vs. Dolayısı ile tarikatçıların bir çoğu zındıktır. (Tasavvuf ve zendaka arasındaki ilişki için Müellifin ‘İslâm’da İnanç Sistemi’ kitabında geniş açıklamalar yer almaktadır.)

— O hâlde tarikatçılar dine bir şeyler ekleyip çıkardıklarından dolayı zındıklık tarifine uyuyorlar.

— Aynen öyledir ve hatta tarikatçılar zındıklık tarifine girmemek için de epey uğraş ve fetva arayışındadırlar. Mesela, rabıtaya fetva bulmak için Halil Gönenç’e gittiler. Halil Gönenç’e: ‘Rabıta bir ibadet mi?’ diyorlar. O da geveleyip, ‘Hayır, bu ibadet değil ama bunda bir mahzur da yoktur.’ diyor. Oysa hakikat böyle değildir. Rabıta yapan kişi ibadet niyetiyle bu işi yapıyor. Onlara ‘Siz rabıtayı sevap kazanmak için mi yoksa hayal görmek için mi yapıyorsunuz?’ diye sormak lazım. ‘Vallahi sevap için yapıyorum’ diyecektir. Peki sevap nasıl kazanılır? Sevap işlemek tevkifidir. Kitap ve Sünnet’te bunun çerçevesi belirlenmiştir. Bu çerçevenin dışına çıkmak elbette ki zındıklıktır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasını kazanmak için O’nun çizdiği çerçeve içinde dua ve ibadet etmek gerekir. Her önüne gelen bir dua ve ibadet biçimi icat etmeye kalkışırsa ne din kalır, ne iman kalır, ne de İslâm kalır. Onun için sevap işlemek istediğiniz kitabi amellere bir şey ilave edemezsiniz. Dolayısıyla rabıtayı sevap işlemek için yaptığını söyleyen kişi kafir olur.

— Hocam, çok faydalı bir oturum oldu. Allah subhanehu ve teâlâ ilminizi ve amelinizi arttırsın. Sizi sevip razı olduğu kullarından eylesin. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

— Elbette vardır. Siz değerli Tevhid topluluğuna önemli tavsiyelerim olacaktır. Sizi seviyorum, size güveniyorum. Allah’ın rızasına nail olmanızı ve cihadınızda başarıya ulaşmanızı yüce Rabbimizden diliyorum.

Her şeyden önce kendinizi iyi tanımanızı ve tanımlamanızı çok önemsiyorum. Evvela bu konuda size yardım etmek istiyorum.

Sizler; Allah’ın birliğine inanan, onu kâinat üstü -ulaşılmaz güce ve sınırsız egemenliğe sahip-; eşsiz, benzersiz, rakipsiz, eksiksiz, başlangıçsız, sonsuz, ölümsüz ve tüm evreni ilmi ve kudretiyle kuşatmış yüceler yücesi bir Zât-i Ecell-i A’lâ olarak tanıyan, Rabbimizi bütün noksanlıklardan tenzih eden, şaibesiz, tertemiz akideye sahip mübarek bir topluluksunuz. Tercih ettiğiniz nezih yaşam tarzınızdan, sahip olduğunuz faziletlerden sizi anlamaya çalışıyorum ve umuyorum ki samimi birer mü’minsiniz. Sayı olarak çok küçük bir topluluksunuz. Lakin vakarınızla, sükûnetinizle, güzel ahlakınızla ve İslâm’a bağlılığınızla göz kamaştırıyorsunuz.

Değerli mü’min, muvahhid kardeşlerim;

İnsan ne kadar bilgili ve tecrübeli olursa olsun, mutlaka öğreneceği daha birçok şey vardır. Öğrenmenin ise ne sınırı vardır, ne de yaşı. Onun için sizin, -özellikle ehli Tevhid olarak- gerek normal hayatınızda, gerek cihadınızda daha isabetli adımlar atabilmeniz için dikkat etmeniz gereken önemli bazı hususlara değinmek istiyorum. Birikiminize katkıda bulunmaya çalışacağım. Açıklamalarımı ve tavsiyelerimi -yararlı olur umuduyla- maddeler hâlinde özetleyeceğim.

Her şeyden önce; donanımlı, dikkatli, tedbirli, şeffaf, sakin ve cesur olmalısınız.

1. Donanımlı olmalısınız; çünkü başarı büyük ölçüde kaliteli bilgi, beceri ve tecrübe gerektirir. Güçlü iman ve tevekkülle birlikte bu meziyetler -Allah’ın yardımıyla- basiretin açılmasına yardım eder.

Yaşamakta olduğunuz ülkede bilgi ve beceri kazanmak çok zordur, büyük ölçüde imkânsızdır. Çünkü hakların hiçbiri bu ülkede adaletle dağıtılmamaktadır. Bilgi de önemli bir haktır. Fakat ne yazık ki bilginin dağıtımında çok fahiş adaletsizlikler yapılmaktadır. Yakın geçmişte ‘Fethullahçı Terör Örgütü’nün çaldığı sınav sorularıyla yüzbinlerce öğrenci mezun edildi ve devletin kılcal damarlarına yerleştirildi.

Kaliteli bir İslâmi bilgiyi zaten Türkiye’de aramamalısınız. Kaliteli dünyevi bilgiye gelince onu da ‘düzen’ yalnızca elit zümrenin çocuklarına vermektedir. Onun için bu konuda başınızın çaresine bakacaksınız. Her şeyden önce kendi aranızda yardımlaşmalısınız. İçinizde ilim sahibi olanlar, öbür kardeşlerini büyük bir fedakârlıkla yetiştirmelidir.

Kaliteli bilgiyle donanmak için modern ve bilimsel eğitim yöntemlerine önem veriniz. Tarikatçıların izlediği o üfürükçü kitaplarına benzeyen modası geçmiş bereketsiz betikleri artık terk ediniz. Onların köhne medreselerinde okutulan: Emsile, Bina, İzzi, Avamil, Zuruf, Terkib, İzhar, Kâfiye, Şerhu’l Muğni, Hallu’l Maaqid, Sa’dullah Gewra, Netaic, Molla Cami gibi asırlar önce tertiplenmiş kitaplardan Arapça öğrenemezsiniz. Uzun zaman almayan, mükemmel bir Arapça dil eğitimi vermek için günümüzde çok daha faydalı kitaplar vardır. Bunları araştırınız, bulunuz ve karşılaştırınız; sonra oturup istişarelerle isabetli sistemler bulunuz.

Yabancı dil eğitimine ve dijital teknoloji kullanımına çok önem veriniz. Genç mü’minlere mutlak surette İngilizce, Fransızca ve Farsça dil eğitimi veriniz. Bilgisayar kullanmalarını sağlayınız. Başarılı filologlar, sosyologlar ve tarih araştırmacıları yetiştiriniz. Türkiye’de yabancı dil bilen sosyolog ve tarihçi bulunmadığı için bilgi kirliliği, din ve düşünce anarşisi her tarafı sardı. Bu yüzden Türkiye’nin her köşesinde cehalet fırtınaları esiyor. Bu topluma yol gösterecek donanımlı, birikimli ilim ehli bulunmadığı için Müslümanlık, tarikatçılık, sağcılık, solculuk, dincilik, Kemalizm, ırkçılık, terör, mafya, uyuşturucu ticareti, darbeler ve türlü türlü fitneler ortalığı toza dumana boğmuş durumdadır. İşte bu karanlık ortamda önünüzü görebilmeniz için mutlak surette kaliteli bilgilerle, çeşitli ilimlerde mükemmel birer uzmanlıkla, çok yönlü birer kişilikle yarınlara hazırlanmalısınız. ‘Hikmet mü’minin yitiğidir, onu nerede bulursa hak olarak öncelik ona aittir.’ (الحكمة ضالّة المؤمن، فحيث وجدها فهو أحق بها. أخرجه الترمذي) Bu münasebetle vurgulayalım ki hikmet, yani bilgi ‘Müslüman’ın değil, mü’minin yitiğidir. Onun hakkıdır!

2. Dikkatli ve titiz olmalısınız; Arapça’da bir kelâm-ı kibar olarak nakledilir: ‘Allahu Teala’nın, yaptığınız işten hoşlanmasını istiyorsanız o işi en iyi şekilde yapınız.’ (إن اللّه يحب إذا عمل أحدكم عملا أن يتقنه) Dolayısıyla işiniz ne ise, branşınız ne ise, uzmanlık alanınız ne ise onun üzerine odaklanınız. O konuda kendinizi en iyi şekilde yetiştiriniz. Müslümanlardan ve tarikatçılardan ibret alınız. Onların bugün içine düştüğü çöküntü, her işe bulaşmaktan ve hiç birinde başarı gösterememekten kaynaklanmaktadır. Unutmayınız; bu yüzden Müslümanların çoğu kifayetsiz, muhteris tiplerdir.

Ayrıca etrafınızda olup bitenleri dikkatle izleyiniz. Hiç unutmayınız; mercek altındasınız! Çünkü doğru yoldasınız, bid’atçi değilsiniz, hurafeci değilsiniz, putlara tapmıyorsunuz, acımasız değilsiniz… Nazik, kibar, görgülü, doyumlu, sabırlısınız… Sahip olduğunuz faziletler Müslümanları kıskandırıyor, tarikatçıları çılgına çeviriyor. Müslümanlığın, İslâm’dan başka bir din olduğunu bile bin yıl sonra ancak sizden öğreniyorlar. Onun için sizi gördüklerinde kırmızı görmüş İspanyol boğasına dönüyorlar, öfkeden çatlıyorlar.

( قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْ اِنَّ اللّٰهَ عَليمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ)

“De ki: ‘Öfkenizden ölün!’ ” (3/Âl-i İmran, 119)

İçeride ve dışarıda cereyan eden olayları dikkatle izleyiniz. Bu suretle ancak sürprizlere karşı hazırlıklı olabilirsiniz. Dünyadan haberdar olursanız, değerlerinizi de korumayı öğrenirsiniz. Örneğin, son zamanlarda ‘İslâmofobi’ diye bir söylem üretildi. Bunu büyük ihtimalle Müslümanlar üretti. Sözde dış dünyanın ‘İslâm’a karşı duyduğu nefretin adı’ olarak servis edildi. İslâm nizamı dünyanın hiçbir yerinde uygulanmadığına göre küfür dünyasının İslâm’dan nefret edebilmesi için hiçbir sebep bulunmamaktadır. Küfür dünyasının aslında nefret ettiği din İslâm değil, tam tersine Müslümanlıktır. Onun için bu nefretin adı ‘Müslümanofobi’ olmalıdır. İşte eğer dünyadaki gelişmeleri geniş bir ufukla izlemeye koyulursanız, bu örnekte gördüğünüz gibi kurulan sinsi tuzaklara kolayca düşmezsiniz.

3. Tedbirli olmalısınız; Çünkü bahanelerin en büyük hedeflerindensiniz. Potansiyel suçlusunuz. İstihbarat örgütleri sizi adım adım izleyeceklerdir. Silahlı bir takım örgütlerle daima haksız yere ilişkilendirileceksiniz. Çünkü tağuta ve tağuti düzene daima ‘Hayır!’ dediniz. Müslümanların ve ajan tarikatçıların aksine siz daima ‘Hakimiyet Allah’ındır’ dediniz. Dolayısıyla hakaret ve iftiraya uğrayacak, sözlü ve fiili şiddet görecek, Rasûllerin kaderi olan eza ve cefaya maruz kalacaksınız. Birileri sizler aleyhine istedikleri gibi hareket edebilmek için şiddete başvurmanızı isteyecek sizleri buna zorlayacaklardır. “Rabbinin yoluna hikmetle çağır.” dusturunun dışına çıkmamalı, insanlığı İslam’a davet ederken şiddetle aranıza mesafe koymalı, İslam’ın pak ve nezih cihad anlayışıyla anarşiyi birbirinden kalın çizgilerle ayırmalısınız.

4. Şeffaf olmalısınız; Hiçbir zaman, mü’min-muvahhid bir ilim topluluğu olmanın dışında, herhangi bir kimliğe bürünmeye çalışmayınız. Mü’min bir bilgi topluluğu olma şerefi size yeter. Sizi Müslümanlardan ve tarikatçılardan kesin çizgilerle ayıran imanınız ve ilminizdir. Putlara tapmadığınız için asla bir mahcubiyet duymayınız. Bilakis şirkten sizi koruduğu için Allah’a daima hamd ediniz.

Kitap ve Sünnet çerçevesinde kalarak -Aynen Hz. Peygamber ve ashab gibi- ibadetlerinizi, zikrinizi ve dualarınızı çekinmeden yapınız. Müslümanlar gibi cevşencilik, bürdecilik, kandilcilik, mevlitçilik, rabıtacılık, ölücülük ve hatmecilik yapmadığınız için; bayrağa, türbeye, ölüye tapmadığınız için; daima size öfke dolu gözlerle dik dik bakacaklardır. Hiç aldırış etmeyiniz.

اتَّبِعْ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ

“Sen Rabbinden sana vahyedilene uy, ondan başka hiçbir ilah yoktur. Allah’a ortak koşanlardan yüz çevir.” (6/En’am, 106)  

5. Davranışlarınızda sakin ve cesur olunuz; Tarikatçı ajanların yalan ihbarları üzerine çağrılabilir ve haksız yere zorla sorguya çekilebilirsiniz. Önce Allah’ın takdirini rıza ile karşılayarak sabrediniz. Ondan yardım dileyiniz. O, sizi yalnız bırakmayacaktır veya sizi imtihan edecektir. Eğer çağrıldığınız mekânlarda haksız yere sert muamele görürseniz, asla boyun eğmeyiniz. Önce kendinizi büyük bir cesaretle ve soğukkanlılıkla savununuz, sükûnetinizi koruyunuz. Umulur ki sizi sorguya çeken şahıs aklını başına devşirir ve sizi birileriyle karıştırmaz. Yok eğer göstereceğiniz dürüstlük ve mertliğe rağmen hakarete maruz kalırsanız bunu asla kabul etmeyiniz. Size karşı sarf edilmiş olan hakareti, aynı sözlerle sahibine iade ediniz. Bu, Allah’ın emridir ve size verdiği bir haktır.

فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ

“Kim size saldırırsa, size saldırdığının aynısıyla siz de ona saldırınız. Fakat aşırılığa kaçmayınız. Allah’a karşı gelmekten sakınınız…” (2/Bakara, 194)

Hapislere atılabilirsiniz. Bundan dolayı moral kaybına asla uğramayınız. Bu hâllerde vakitlerinizin çoğunu Kur’an okuyarak, ibadetlerinizi zamanında eda ederek, bilgilerinizi geliştirmeye çalışarak ve mutlak surette spor yaparak değerlendiriniz. Tarikatçılarla aynı hücrelere konursanız, bu sizin için elbette büyük bir işkence olur. Çünkü bu güruhun çok pespaye ve ilkel inanışları ve acayip ibadet şekilleri vardır. Üstelik bunları İslâm adına yaptıkları için tevhid ehlini çok büyük sıkıntılara maruz bırakır. Fakat onları yine de büyük bir sabır ve maharetle tevhide davet etmek gerekir.

Allah subhanehu ve teâlâ cümlemizi müşriklerin şerrinden muhafaza buyursun, Âmin.

— Bize zaman ayırdığınız ve sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için Tevhid Dergisi adına size teşekkür ediyorum. Allah subhanehu ve teâlâ razı olsun.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver