“Bu, Senin Kendi Ellerinle Yaptığının Karşılığıdır. Allah Kullarına Zulmetmez.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla..

Allah’ın subhanehu ve teâlâ adıyla…

Tüm hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. Salât ve selam O’nun Nebisi’ne sallallahu aleyhi ve sellem, âline ve ashabının üzerine olsun.

Bir sayıyla daha bizleri bir araya getiren Allah’a hamd olsun. Şüphesiz Türkiye gündeminin ana maddesini AKP-Cemaat kavgası meşgul ediyor. AKP ve cemaat arasındaki ayrılıklara dair ‘Gündem Yazısı’ başlığı altında kanaatlerimizi paylaştık. Mavi Marmara, MİT krizi, Türkiye’nin dış politika tercihleri, Kürt sorunun çözümünde yöntem farkı, Gezi parkı olayları ve son olarak da 17 Aralık yolsuzluk operasyonu…

Bu olayların her biri Allah’ın subhanehu ve teâlâ şu ayetinin vakıada tefsiri gibiydi:

“Sen onları bir sanırsın, onların kalpleri paramparçadır.” (22/Hacc, 10)

Aradaki ihtilafın ayyuka çıktığı nokta MİT kriziydi. Savcı, Hakan Fidan’ı ifadeye çağırınca Başbakan bunu kendine yönelik bir saldırı olarak algıladı. Hakan Fidan’ı ifadeye göndermediği gibi açıkça olayın arkasında durdu. Bir taraf AKP’ye yönelik dosyalar hazırlamaya koyulurken, Hükümet de kurumlarda örgütlenmiş cemaatçilere karşı fişleme operasyonuna başladı.

Hükümete yakın kaynaklar; yapılacak operasyonların MİT takipleriyle bilindiğini, Hükümetin ilk hamleyi Gülen Cemaatinin yapmasını beklediğini belirtiyorlar. Böylece yapılacak tasfiyeye meşru zemin hazırlanacak, AKP saldıran taraf değil, yapılan saldırıyı bertaraf eden taraf olacaktı.

17 Aralık operasyonu ve sonrasında yaşananlar; Gülen Cemaatinin hükümeti hedef aldığını, darbe yapmak suretiyle siyaseti dizayn etmek istediklerini açığa çıkardı. Darbelerin meşhur kuralı onlar için de geçerliydi. Yapılan darbeler sonuca ulaşırsa sahipleri kahraman, netice alınmazsa vatan haini olurdu. Şuan Gülen Cemaatinin içine düştüğü durum da bundan ibarettir. Zahiren Hükümetin bu girişimi püskürttüğü ve yaptığı karşı atakla tasfiye sürecinin hızlanacağı anlaşılıyor.

Özellikle son günlerde casusluk meselesinin Hükümet yanlılarınca dillendirilmesi, sürecin nasıl işleyeceğinin izlerini barındırıyor içinde. Başbakanlık Teftiş Kurulu, dosyanın incelenmesini tamamlayıp savcılığa sundu. Başbakanın ofis ve evinin dinlenmesi devlete yönelik casusluk faaliyeti kapsamında yargıya intikal etti. Yani özellikle cemaat yapılanması, devletin birlik ve bütünlüğüne zarar veren örgütsel bir yapı olarak değerlendirilecek. Bundan sonra en masum faaliyetler dahi örgüt hiyerarşisi içinde ele alınacak. Gülen cemaatinin son on yılda Türkiye’de her kesimden camiaya yaptığı gibi…

Bir oluşuma örgüt manasıyla baktığınızda, örfümüzde saygının gereği olarak kullanılan ‘Abi’ kelimesi dahi alt-üst hiyerarşisine delil sayılabiliyor. ‘Abi’leri bol Gülen Cemaati için bu durum baş ağrıtacağa benziyor. Daha sonra cemaatin ekonomik kaynakları… Bunlar örgüte yapılan finansal destek olarak algılanacak… En masumane duygularla yapılan yardımlar/himmet ‘örgüte yardım’ kapsamında ele alınacak. Kendileri dışındaki camiaların mal varlığına el koyabilmek için yakın zamanda çıkartılan bir yasa, onları vuracağa benziyor. İlahi adalet…

Gülen Cemaatinin operasyonla atağa kalktığı, sonuç alamayınca mağdur ve mazlum edebiyatı yaptığı bu süreci maddeler halinde özetleyecek olursak;

1. Cemaat, kendi eliyle yaptıklarının karşılığını görüyor. Bu süreç ilahi adaletin tecellisi olarak algılanmalıdır. Kur’an’ın temel düsturlarından olan “…Bu, sizin kendi ellerinizle yaptıklarınızın karşılığıdır.” ayeti bu sürecin asıl unsurudur.

Gülen Cemaati, son on yılda İslamî camiaya kan kusturdu. Kendi dışında hiçbir oluşuma tahammül edemedi. AKP’nin de göz yummasıyla açıktan zulümler yaptı. Kontrolü elinde bulundurduğu Yargı-Emniyet ikilisiyle sahte dosyalar hazırladı. Çalışma yaptığı sahalarda kendine rakip gördüğü her yapıyı bu dosyalarla engellemeye çalıştı. Elindeki gücü İslam ahlakıyla kullanmak yerine, gücün ahlakı olan zulme teslim oldu.

Bu zulme maruz kalan kardeşlerimizden biri zulmü yapanlara: ‘Başkalarının omuzlarına basarak yükselenler, bir başkalarının ayakları altında ezilmeye mahkumdur’ dediğinde, zalim gülmüş ve ‘o iş öyle kolay değil’ diyerek içinde bulunduğu camianın kibir seviyesini de göstermişti.

2. Cemaat kendi eliyle kazdığı kuyuya düşmüştür. Ergenekon süreciyle beraber kamuoyu oluşturmak adına diziler çekildi. Bu dizilerde var olan devlete rağmen ikinci bir oluşumun her halükarda kötü olduğu, bazı eller tarafından rahatlıkla kullanılabileceği anlatıldı.

Bu karanlık yapıların tabanlarının kandırıldığına özel vurgular yapıldı. Gelinen noktada; kendi elleriyle çektikleri dizilerin kurbanı oldular. Seçilmiş yönetime rağmen ikinci bir karar mekanizması ‘paralel yapı’dır. Karanlık odalarda toplanır, şantaj yapar, masum insanları kandırır, ülkeyi kaosa sürükler, belli kesimlerin zengin olmasına katkı sağlar ve en önemlisi başka ülkelerin menfaat ve taleplerini milli menfaatlerin önünde tutarlar.

Şu an halk nezdinde Gülen Cemaati bu yargılarla mahkum edilmiştir. Ve bunda en büyük pay kendileri dışındaki camiaları karalamak için çektikleri dizilerdir.

3. Kendilerine yönelik başlayacak bir yargılama sürecinde;

• Terör örgütü olmak

• Anayasal düzeni değiştirmek

suçlarından yargılanacakları yüzlerce emsal karar vardır. Ve ilginç olanı da bu kararlar camia hakimleri tarafından verilmiş, camianın yargıtay ayağıyla da onaylanmıştır.

Zulmen verilmiş bu kararlardan birkaçı emsal kabul edildiğinde dahi cemaatin vatana ihanet eden bir örgüt olarak mahkum edilmesi kaçınılmazdır.

4. AKP aleyhine başlattıkları süreç, dünya kamuoyunda kendi aleyhlerine dönmüştür. AKP’nin El Kaide’ye destek verdiğini ispatlayıp dünya kamuoyunda zor durumda bırakmak istediler. Ancak kalkıştıkları operasyonda başarılı olamayınca kendilerini konuşulan duruma düşürmüş oldular. Elindeki imkanları kendi ülkesinin seçilmiş yönetimine karşı kullanan bir yapının, yabancı bir ülkeye neler yapabileceği konuşulmaya başlandı.

Hiçbir ülke siyasi yönetimi karşısına almak adına bir sosyal yapıyı desteklemez. Basit ekonomik çıkarlar dahi devletlerin sosyal yapıları tasfiyesi için yeterlidir. Ayrıca kendi ülkesi tarafından meşru kabul edilmeyen bir hareket, bulunduğu ülkelerde mülteci konumuna düşer. Buna örnek olarak Almanya’nın tavrı gösterilebilir. Tayip Erdoğan’ın Almanya ziyareti öncesi ülkenin ve dünyanın saygın dergilerinden ‘Der Spiegel’ Işığın Askerleri başlığıyla Gülen Cemaatini masaya yatıran bir dosya yayınladı. Cemaatin okulları, hiyerarşisi ve bunun Almanya açısından olabilecek tehlikelerine dikkat çektiler.

5. Yapılan operasyonun gerekçelerini açıkladıkça açığa düştüler. Açıkça Hükümetin İran politikasında ABD ve İsrail’in zıddına bir rota çizdiğini ve bunun ülkeye zarar verdiğini söylediler. Bilerek veya bilmeyerek bu operasyonlarda kimin adına hareket ettiklerini ifşa etmiş oldular.

Sıradan bir vatandaş şu soruyu sorabilir: ABD ve Batı, İran’la nükleer anlaşma imzalayacak kadar yakınlaşmışken Türkiye’nin yanı başında olan bir ülkeyle yakın olmasında ne tür bir sakınca olabilir? Bu, Gülen Cemaatini neden rahatsız eder?

6. Ülke içindeki tüm desteklerini kaybettiler. İslamî camialar; gördükleri zulümler ve kimseyi umursamaz kibirli tavırlardan dolayı Gülen Cemaatinden rahatsızdı. Özellikle İHH’ya yapılan son operasyon bu rahatsızlığı iyice belirginleştirdi.

Bunun yanında bireysel desteklerini de kaybettiler. Birçok noktada eleştirilere rağmen onlara olan desteğini esirgemeyen Hayrettin Karaman ve Mustafa İslamoğlu gibi isimler dahi açıktan tavırlarını ortaya koymuş oldular.

Rabbimizden temennimiz, bu süreci Müslümanların lehine sonuçlandırması, yaşanan olayları bu cemaat için çalışan samimi insanların hidayetine vesile kılmasıdır. Biz Müslümanları kibir, kendini beğenmişlik ve gücün ahlakına kapılmaktan muhafaza etmesidir.

Suriye’de Yaşanan Son Gelişmeler Ve Türkiye

Son dönemlerde bir iddia basında yer bulmaya başladı. İddia o ki; Suriye’de bulunan İslamî gruplar, Türkiye’ye yönelik eylem girişiminde bulunacaklar. Kimi zaman Irak Şam İslam Devleti’nin, bazen de En Nusra grubunun ismi öne çıkıyor. Daha farklı bir iddiaysa yeni bir yapılanmanın olduğu yönünde. Ürdün sınırında ABD ve İsrail’e çalışan, uzman bir grup tarafından eğitildiği iddia edilen yaklaşık on bin savaşçının Suriye’ye kaydırıldığı konuşuluyor. Bunların olası bir tehlikede İsrail’in güvenliğini sağlayacağı, ek vazife olarak da Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması planını destekleyecek sansasyonel eylemler yapacakları iddialar arasında.

Bunlar birer iddia veya psikolojik savaş taktiği olabilir. Allah subhanehu ve teâlâ doğrusunu bilir.

Camia olarak bu konudaki düşüncemizi kardeşlerimizle paylaşmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Türkiye’ye yönelik herhangi bir eylem üç sebeple doğru değildir:

1. Din Yönünden

İslam’ın Müslümanlara ahlak öğretilerinden biri vefadır. “Ahlakı Kur’an olan” Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem zatında muşahhaslaşan vefaya dair en çarpıcı örnek Mut’im bin Adiyy kıssasıdır.

Siyer kaynakları Allah Rasûlü’nün Taif dönüşünde Mut’im’in korumasıyla Mekke’ye girdiğini kaydederler. Bunun yanında bazı kaynaklar ekonomik boykot sahifesinin yırtılmasında rol alan grubun içinde Mut’im bin Adiyy’in de olduğunu zikreder.

Bu şahıs Müslüman olmasa dahi Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem ve Müslümanlara iyilikte bulunmuş ve zor zamanlarında onlara yardımcı olmuştur. Ne Allah Rasûlü ne de Müslümanlar onun bu iyiliğini hiçbir zaman unutmadılar.

Mut’im, hicret döneminde vefat etti. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem şairi Hassan bin Sabit radıyallahu anh onunla alakalı  bir mersiye yazdı. Müslümanlar arasında bu mersiyeyi okudu. Şairlerin şiirleri, bir şeyi kalıcı kılmak içindir. Cahiliyye döneminde dostluklar ve düşmanlıklar meşhur şairlere havale edilir, karşılıklı yazılan şiirlerle sözlü tarih haline getirilirdi. Cahiliyye dönemi Araplarının tarihini de bugün şiirlerden öğreniyoruz. Yani; Allah Rasûlü, Mut’im’in iyiliklerinin unutulmamasını ve ümmetin ortak hafızasına kaydedilmesini istemişti.

Sonra Bedir Savaşı vuku buldu. Müslümanlar galibiyet kazandı. Müşriklerden yetmişe yakın esir bulunuyordu. Kimi sahabe onların öldürülmelerini istiyor, kimisi fidye karşılığı serbest bırakılmalarını…

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Şayet Mut’im bin Adiyy yaşıyor olsaydı ve bu leşler (esirler) hakkında benimle konuşsaydı, onun hatırı için hepsini karşılıksız bırakırdım.” (Buhari)

Ümmet için en önemli olan Bedir Savaşı’nda bu sözler söylenmişti. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Hassan bin Sabit radıyallahu anh aracılığı ile ümmetin hafızasına sözlü tarih olarak kaydettiği Mut’im’in durumunu pekiştirmişti. Anlıyordu ki müşrik de olsa yapılan iyiliği unutmamak ve sahibinin hatırını gözetmek Kur’an ahlakıydı.

Türkiye/AKP Hükümeti cihad eden gruplara yardım etmiyor olabilir. Lakin Suriye halkının ilticalarını kabul ediyor, yaralarını tedavi ediyor, insani yardım faaliyetleriyle sürece katkıda bulunuyor. Direniş gruplarının en ciddi avantajı halkın Esed rejiminin düşmesini istemesidir. Şayet halk bu süreçten bıkacak olsa ve rejimle işbirliğine girse, direnişin seyrinin değişeceği kesindir. Çeçenistan ve Irak cihadında yaşanan manzaralar, Suriye’de de yaşanacak. Kitlesel mücadele marjinalleşecek ve gerilla hareketine dönüşecektir.

Halklarda, uzayan savaş sürecinin olumsuz şartlarını kaldıracak İslamî alt yapı olmadığı gibi, siyasi bir bilinç de yoktur. Suriye’de süreç beklenenden çok daha fazla uzadı. Halkın; Çeçenistan ve Irak cihadında olduğu gibi rejimle işbirliğine kaymamasında Türkiye’nin yardımlarının ciddi katkısı vardır.

Yani Türkiye en az Mut’im bin Adiyy kadar bu sürece destek vermiştir. Müslümanlardan beklenen, vefa ehli olmaları ve Kur’an’ın ahlakını mücadelelerine yansıtmalarıdır.

Bu iddialar yalan olsa dahi bu konuda açıklamalar yaparak vefalarını ortaya koymalıdırlar. Bu söylediklerimizin hiçbiri Türkiye’nin İslam anayasasını yürürlükten kaldırmış tağutî bir rejim olduğunu, AKP’nin de rejimin temsilcisi olduğu gerçeğini değiştirmez. İnanç gereği bir taifenin küfrüne itikad etmek başka, İslam ahlakının gereği ile ona muamele etmek başkadır. Yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin Mut’im bin Adiyy’in müşrik olduğu gerçeğini değiştirmediği gibi.

2. Maslahat ve Mefsedet Yönünden

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem cihadı ve mücadele hayatı, İslam’ın siyaset anlayışının aynasıdır. O sallallahu aleyhi ve sellem davranışını, tutum ve sözünü rasgele sarf etmemiştir. Şeriatın belirlediği maslahat ve mefsedet ölçülerini gözeterek hareket etmiştir. Mekke’de, açıktan putlara müdahale etmemiş, O’na ve ashabına radıyallahu anhum her türlü işkence ve eziyeti reva görenlere sabırla karşılık vermiştir.

Medine’de münafıkların varlığına müsaade etmiş ve onları öldürmemiştir. Hicretin ilk yıllarında Yahudileri karşısına almamış, onlarla sözleşme imzalayarak aynı toprakta yaşamıştır.

Fetihlerde, yeni Müslüman olanlara ayrıcalık tanımış, eski Müslümanlara vermeyip, ganimeti onlara dağıtmıştır.

Mekke’yi fethedince olası bir başkaldırıyı önlemek için Mekke’nin ileri gelenlerinin evlerini ‘güvenli’ ilan ederek onları taltif etmiştir. Kâbe’yi yıkmamış ve müşriklerin bozduğu hal üzere terk etmiştir. Hz.Aişe radıyallahu anha Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: “Eğer kavmin küfürden yeni kurtulmuş olmasaydı, ben Kâbe’yi yıkar onu tekrar İbrahim’in aleyhisselam kurduğu temel üzerine yeniden inşa ederdim. Çünkü Kureyş Kâbe’yi bina ederken işi kısadan tutmuştur. Ben, Kâbe’ye bir de arka kapı yapardım” buyurmuştur. (Müslim 2367) Bunu da onların henüz İslam olan bir kavim olmalarına bağlamıştır.

Bu örnekler O’nun sallallahu aleyhi ve sellem mübarek siretinden çoğaltılabilir. Örneklerin her birinde Allah Rasûlü yapılması gerekeni yapmamış, uygun bir zamana ertelemiştir. Bunun nedeni ise, yapılması gereken icra edildiğinde ortaya çıkacak mefsedetin/zararın daha büyük olmasındandır.

Burada, sahada cihad eden grupların şu soruyu sorması kaçınılmazdır.

Türkiye’yi/AKP Hükümetini karşımıza almanın ne gibi bir faydası vardır? Bunun işgal altında olan topraklarda süren mücadeleye ne tür bir katkısı olacaktır?

Kanaatimizce bu sorunun cevabı 2003 Sinagog ve HSBC patlamalarında mevcuttur. Müslümanlara hiçbir faydası olmadığı gibi, ABD güdümünde Türkiye’de palazlanan ‘Ilımlı İslam’cıların Tevhidî camiaya saldırmasına fırsat sundu. Öyle ki yaptıkları her operasyonun başına 2003 iddianamesinden pasajlar koyarak adeta yeni eylemler yapılacakmış havası oluşturdular. Bu durum Hükümeti de sıkıştırdı. Olaylarla ilgisinin olmadığını göstermek için Batı’ya yakın durdu. Dünyada var olan mücadeleye destek veren İslamî camia, belli isimlerle anılmamak adına mücadeleye olan desteğini kesti. Ayrıca çoğunluğu İslam’a davet vazifesini üstlenmiş Müslümanlara ne denli zarar verdiği de araştırma konusu olacak boyuttadır.

Örneğin; Suriye’de mücadeleye aktif katılan ve yaralanan Müslümanlar… Acaba bunlar hangi ülkede tedavi görecek? Suriye’nin komşularına kısa bir göz gezdirmek dahi fecaatin boyutunu gözler önüne serecektir.

İran, Ürdün, Irak veya Lübnan… Üçü Şii ve Esed’i ayakta tutan unsurlar. Diğeri ise ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki en muhkem karakollarından biri.

Bir başka mesele ise geçişler konusudur. Dünyanın dört bir tarafından ‘Suriye Cihadı’na destek olmak için akın eden insanlar nereden giriş yapacaklar ülkeye, yukarıda ismi zikredilen ülkelerden mi?

Türkiye’de bu Hükümeti ayakta tutan şey ekonomi ve uzun yıllar sonunda oluşan istikrardır. Bu ikisini zedeleyecek her durum Hükümetin aleyhindedir.

İçeride cemaatten gelen hamle ekonomiyi hedef almıştır. Dışarıda, yani Suriye sınırındaki her gelişmeyi Hükümet; istikrara, bir anlamda da kendi bekasına yönelik tehdit olarak algılayacaktır. Buna binaen müdahalesi de beklenenden daha sert olacaktır.

AKP’siz Türkiye demek, -Allah subhanehu ve teâlâ en doğrusunu bilir- CHP’li bir Türkiye demektir. Başından beri Esed’e desteğini açıktan veren Sol’un siyasi ayağı olan CHP… Bu koalisyonda Gülen Cemaati’nin de olacağı düşünüldüğünde durumun Müslümanların aleyhine olacağı izahtan varestedir.

Burada Esed’in savaşın ilk zamanlarında devreye soktuğu bir taktiği hatırlatmada fayda vardır. Esed, Golan Tepeleri’nde bulunan askerlerini çekmişti. İsrail’in sınırı olan bu nokta savaşın en hararetli yerinde başıboş bırakılmıştı. Amaç; cihad eden grupların bu bölgeye yerleşmesi ve Suriye meselesinde mücahidlerle İsrail’i, doğal olarak da Batı’yı karşı karşıya getirmekti. Bu hatırlatmadan sonra, Müslümanlar başından bu yana süreci bir daha gözden geçirmelidir. Bir ihtimal olmakla beraber acaba yaşanan son süreçte birileri onları sınırlara itmek suretiyle Türkiye ile karşı karşıya getirmek mi istiyor? Elbette bunun bir ihtimal ve zandan ibaret olduğunu biliyoruz. Lakin yapılan mücadelede maslahat ve mefsedetin hesaplanması Nebevi metoda ittiba için şarttır. Bu da her seçeneği gözden geçirmeyi gerekli kılıyor.

3. Vakıa Yönünden

Gezi parkı olaylarıyla başlayan ve 17 Aralık süreciyle zirveye ulaşan AKP karşıtlığına şahit oluyoruz. Bu, Müslümanların özellikle dikkat etmeleri gereken bir süreçtir.

AKP’ye karşı başlatılan bu atakları Hükümet iki şekilde kontrol altına almış görünüyor.

1. Toplumu harekete geçirmek… Mütemadiyen milli iradeye vurgu yapılıp buna yönelik mitingler; meseleyi AKP-Sol, AKP-Cemaat meselesi olmaktan çıkarıp, %50 halk/sol ya da %50 halk/cemaat meselesi haline getirdi. Yapılan operasyonlarda gaye halkı galeyana getirmek ve AKP’ye olan güveni zedelemekti. AKP yaptığı mitinglerle meseleyi halkın meselesi haline getirdi.

2. Bu hareketlerin Batı kaynaklı olduğu vurgusuydu. İlk günden itibaren buna vurgu yapıldı. Batı, yaptığı açıklamalarla bu algıyı destekledi. Mavi Marmara, MİT krizi, Gezi Parkı ve 17 Aralık süreci İslam dünyasında şu algının oluşmasına zemin hazırladı:

‘AKP ümmetçi bir politika izliyor… Ekonomik olarak kalkınıyor… Dünya siyasetinde söz sahibi olmaya başladı… Mazlum halkların yanında yer alarak büyük devletlere kafa tutuyor… Bu durum İslam âleminin faydasına olduğu için, Batı bundan rahatsız olmaya başladı. Ve içerideki müttefiklerinden solcular ve Gülen Hareketi’ni harekete geçirerek AKP’ye darbe yapmak istedi.’

Doğal olarak şu anda özel bir vakıa oluşmuş durumda. AKP karşıtı her eylem ve söylem, insanı Batı safında göstermeye veya ‘birileri tarafından kullanılıyor’ konumuna sokuyor. Müslümanların bundan şiddetle sakınması gerekiyor.

Bizler Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem ümmetiyiz. O günlük hayatta oluşabilecek zanları dahi bertaraf ederdi.

Bir gün eşi Safiyye radıyallahu anha ile yürürken iki sahabeyle karşılaşmıştı. Safiyye annemiz, O’nu sallallahu aleyhi ve sellem itikafta ziyaret etmiş, Allah Rasûlü, onu eve bırakıyordu. Sahabelerin yanlış anlayacağını düşünerek; “O, anneniz Safiyye’dir.” buyurdu. ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Nasıl senin hakkında kötü düşünebiliriz.’ dediler. “Şeytan insanın damarlarında dolaşan kan gibidir.” buyurdular. (Müslim)

Evet, bu saydıklarımızın hiçbiri Türkiye Devleti’nin gayri İslamî bir devlet olduğu, AKP Hükümeti’nin de İslam’ı bozan birçok unsuru işleyip insanları da demokrasi dinine davet etmesiyle tağutlaşmış olma gerçeğini değiştirmez.

Ancak bu durumun da İslam için mücadele eden insanların vefayı, maslahat ve mefsedeti gözetmeyi ve yaşadıkları anın fıkhına sahip olmaktan alıkoymamalıdır.

Önceki sayılarımızda müteaddit kereler dile getirdik. Yerel seçimler ve sonrasında yapılacak genel seçimlerde ülkede istikrarın bozulacağı tahmin ediliyor. Özellikle Güneydoğu’da bazı odakların buna yönelik çalışmalar yaptığı tescillenip suç duyurusunda bulunuldu. ‘Takva Okuma Salonu’ tarafından deşifre edilen, detayları basınla paylaşılan vakıada polis muhbiri çarpıcı açıklamalarda bulunmuştu.

‘2008’de PKK çevresinden bazılarına tesadüfen tanıştım. Emniyet’ten bunu öğrenen bazıları, Emniyet adına çalışmam için bana teklifte bulundu. Faydalı olacağına inanarak kabul ettim. Süreç içerisinde kanunsuz işler bana yaptırıldı.

Bana para verilerek, Emniyetin görevli polisleri tarafından Molotof, ses bombası alınması, hazırlanması talimatı aldım. Beş defa bu iş bana yaptırıldı.

Sonra, 2012’de ise İslamî gruplara yönlendirildim. Bu iş bana zorla yaptırıldı. Hatta bir defasında bir grubun ders yaptığı ortama keleş tabir edilen silahı saklamamı istediler, Yapmadım. Bu olaydan sonra Diyarbakır Barosu’na müracaat ettim ve savcılığınıza geldim. Bana yaptırılan kanunsuz işler:

1. Molotof ve ses bombası için gençlere ve çocuklara para vermemi sağladılar.

2. İslamî bir grubun Kur’an Kursu olarak kullandığı bahçeye silah saklamamı istediler.

3. Kur’an Kurslarının kapılarının anahtarlarını temin etmemi istediler ve yaptırdılar.

4. Ensar Market olayını muhbir olarak önceden haber vermeme rağmen engellemediler.

Bu ve benzeri olaylardan sonra onlarla çalışmamayı kararlaştırdım. Beni çalışmam ve kanunsuz işler için tehdit etmeye devam ediyorlar. Emniyetteki bu şahıslar: Diyarbakır Polis Okulu 2. İstihbarat Daire Başkanlığında (uğradığım yer) görevli (mustear-kod adları da olabilir) H., A., T., N. ve Y isimli kişilerle çalışıyordum, bunları tanıyorum.

Bugün bile beni arayan Y isimli şahıs ısrarla beni arayarak, tedirgin etmektedir. Bunlarla görüşmek istemiyor ve devletten tedbir istiyorum. Beni kanunsuz işlerde kullanan kişi ve görevlilerden şikayetçiyim. Bendeki malumat daha fazladır. Savcı beye daha detaylı bilgi vermek istiyorum. Emniyetin bana bir kötülük yapıp, örgütlerin üzerine atacağını düşünüyorum. Yapmadıkları şey değildir.’
http://www.haberler.com/takva-okuma-salonu-nun-iddiasi-gundeme-bomba-5340003-haberi/  (22 Kasım 2013 15:34)

Polis içinde bir kanadın çatışmayı körüklediğini, İslamî camia içerisindeki insanları PKK’ya, PKK militanlarını da Müslümanlara karşı kışkırttığını, bunun için özel ödenek ayırıp malzeme temin ettiğini anlatıyordu. Bu konuyu işlediğimiz sayıda kardeşlerimizi ve umumen Müslümanları uyarmış, bu tip durumlardan şiddetle kaçınmalarını tavsiye etmiştik. (Planların En Çirkin Olanı)

PYD’nin bu süreçle hedeflediği ve belki de planlarının en çirkini hem Suriye hem de Türkiye’yi etkileyecek şekilde sınır kapılarını kapattırmaktır. Genelde Suriye halkı, özelde mücahidler için sınır kapısı çok önemlidir. Gerek var olan cihada yapılan yardım gerek de halka yönelik insani yardımlar sınırdan rahatlıkla geçebiliyor. Özellikle sınır kapılarının kapanması demek, savaştan perişan düşmüş Suriye halkının ölüm fermanı demektir.

PYD bu süreçle uluslararası bir baskıyla sınır kapılarına müdahale edilmesini istiyor. Adeta savaşı sınıra çekmek suretiyle insanlarda şeriat ve laiklik mücadelesinin sınır kapılarında olduğu algısını oluşturuyor. Mücahidler bu güne kadar sınır konusunda çok hassas davrandılar. O bölgelerde karışıklık çıkmaması için özen gösterdiler. Bu hem halkın yardımlardan mahrum olmaması, hem de Türkiye’yi sıkıntıya sokmama çabasıydı. Ancak PYD bu hamlesiyle hem Suriye halkı hem de Türkiye devleti için tehlikeli bir oyun oynuyor.

İster içeriden, ister dışarıdan oluşacak bu tip durumlara karşı tavrımız aynıdır. Sükûneti ve başkalarının hesabına gelecek işlerden kaçınmayı düstur ediniyoruz.

Müslümanlar kendi siyasetleri ile mücadele etmelidirler. Arkasından ne geleceği bilinmeyen ortamlar, kurgulanmış olaylar kısa vadede faydalı olsa dahi -ki bu durumda fayda görünmüyor- başkalarının çarkını döndüreceği için kaçınmanın ve uzak durmanın gerekliliğine inanıyoruz.

Suriye’de bulunan Müslüman kardeşlerimize bir saldırı olması durumunda bunun karşısındayız. Hususen Suud destekli; adı Sahve, kendi ne idüğü belirsiz grupların saldırılarına karşı kardeşlerimizin yanındayız. Ancak herhangi bir grup, medyada dolaşan iddiaları destekleyecek bir tavır içerisinde olursa bunu da dinen, aklen ve vakıa olarak tasvip etmeyiz.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver