Allah’a Adanmış Gençlikler – 5

Bizleri cehalet bataklığından kurtarıp, faydalı ilimle hidayet eden Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd olsun. Salât ve selam öğrenen ve öğretenlerin en hayırlısı olan Muhammed Mustafa’ya sallallahu aleyhi ve sellem, onun pak âline, ashabına ve etbaına olsun. Yeryüzünde hiçbir hayır yoktur ki temelinde faydalı ilim ve ilmi pratiğe aktaran irade olmasın. Ve yine hiçbir şer yoktur ki temelinde cehalet ve heva (iradesizlik) olmasın…

Rabbi’ne Adanmaya Talip Olan Genç Kardeşim!

İnsanın en belirgin özelliklerinden biri meraktır. İnsana ‘öğreten’ Allah subhanehu ve teâlâ, öğrenmenin sebebini merak kılmıştır. Ve her insanın fıtratına, insanı hayra sevk eden faydalı bilgiyi elde edeceği kadar merak duygusu yerleştirmiştir. Önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz gibi insanın konumunu belirleyen, fıtri duygularının durumudur. Allah subhanehu ve teâlâ her insanda fıtri olan bazı duygular yaratmış ve bu duyguları yönlendiren, çatı görevi gören ‘fücur ve takvayı’ (“Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene’, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun)”. (91/Şems, 7-8) insanın benliğine yerleştirmiştir. Kim fıtri duygularını fücur ile yönlendirirse hayatını şeytana adayıp, onun hizbinden olur. Kim de fıtri duygularını takva ile yönlendirirse hayatını Rahman’a subhanehu ve teâlâ adamış ve O’nun hizbinden olmuş olur. Buna birçok örnek verebiliriz. Önceki bölümlerde işlediğimiz ve hayrın etkeni olan muhabbeti ele alacak olursak; sevmek fıtri bir duygudur. Her insanda mevcuttur. Bu sevgiyi yönlendiren ve anlamlı kılan veya anlamsızlaştıran ise fıtratlara ilham edilmiş ‘takva ve fücurdur’… Rabbi’nin sayısız nimetlerini düşünen, tüm eksiklik ve kusuruna rağmen bu nimetleri kesmediğini gören, sevgisini Rabbi’ne yönlendirecektir. Fıtri olan bu duygu ona dünya ve ahiret saadeti olarak geri dönecektir. Sürekli dünyayı düşünen, Kur’an’ın deyimiyle “gözünü dünya süsüne diken”, dünya ehlinin zahiri imkanlarına hayranlık duyan; kalbini dünya sevgisiyle öldürecek, dünya ve ahiret hüsranının temeli olan ‘vehen’ hastalığına yakalanacaktır ” ‘Yiyicilerin, bir yemek çanağının başına birbirlerini çağırdıkları gibi, milletler de sizin üstünüze birbirini çağırdığı zaman haliniz nice olur?’, sahabe: ‘Yâ Rasûlullah! Bizim o zaman sayımız az mı olacak?” diye sorduğunda, Efendimiz: ‘Tam aksine, sayınız çok olacak; ama kalbinizde vehen bulunacak’ buyuruyor. ‘Vehen nedir ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorulduğunda, ‘Ölümü kerih görmeniz ve dünyayı sevmeniz.’ ” (Ebu Davud, Melâhim, 5; Müsned, 2/359; 5/278)… İki ayrı sonuç… İki ayrı dünya ve iki ayrı ukba… İkisinin de temelinde sevgi vardır…

Korku da bunun gibidir. Rabbi’nin azametini, O’nun azabını, mücrimlerden intikam alışını hatırında tutup, tefekkür eden insan öncekilere ve sonrakilere vasiyet edilen (“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Andolsun, Biz sizden önce kitap verilenlere ve sizlere: ‘Allah’tan korkup-sakının’ diye tavsiye ettik. Eğer inkara saparsanız, şüphesiz, göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hamde layık olandır.” (4/Nisa, 131), en hayırlı azık ve en hayırlı elbise ve korunak olan takvayı elde eder. (“…Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır.” (2/Bakara, 197) – “Ey Ademoğulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır.” (7/A’raf, 26)

‘Ne yiyeceğim, hayatımı nasıl idame ettireceğim, tağutların bunca gücü ve imkanı karşısında ne yapabilirim, zindan, gözaltı, hicret ve cihad… Bunlar başıma gelirse geride kalanlar ne olur?’ Bu duygularla yaşayan, bunları hayal eden sureti erkek olsa da, ‘Hunsa’ olanlarla oturup kalkar. Bu korkular da insanı esfeli safiline düşürür. İnsanı korkusu; takdir edilmiş olandan onu koruyamayacağı gibi, zilletin utancında düçar eder…

İki ayrı dünya, iki ayrı ukba… İkisinin de temelinde korku vardır.

İlmin kaynağı olan merak da bunlar gibidir. ‘Ben ne için yaratıldım?’, ‘Rabbi’m benden ne istiyor?’, ‘Bana bunca nimet verip, şerefli bir insan kılan, kainatta olan her şeyi bana musahhar eyleyen Rabbi’me nasıl teşekkür edebilirim?’, ‘O’nun rızası ve sevgisi nerede, kimlerledir, nasıl elde edilir?’ Bu soruların cevabını merak edenin, fıtratında var olan merakı bu soruların cevabına yönlendirenin ulaşacağı netice malumdur. Ya sadece gördüklerini merak eden insanlar? Tağutların, insanları oyalamak ve yaratılış gayelerini unutturmak için oluşturdukları sanal dünyayla merak duygusunu tatmin edenler? Bunların da sonu malum…

Tağutların her dönemde insanların merak duygusunu sömürdüğünü görürsün. Çünkü merak duygusuyla baş başa kalan insandan korkarlar. Sorulması gerekenleri sormaya başlayan her insan, onlar ve saltanatları için tehlikelidir. Görmez misin Firavun’un sihirbazlarını. Onlara tanınan imkanlar, onlara tahsis edilen mekanlar ve günler… Neydi bu sihirbazların işi? İnsanları sadece eğlendirmek miydi? Yoksa onları eğlendirmekle beraber merak duygularını başka tarafa yöneltmek miydi?

Mekke’ye gelene dek hiçbir şey değişmedi. İnsanlara nesep ve soylarını anlatan ‘soy bilimciler’, şiirler okuyan ‘şairler’, atalarının kahramanlıklarını anlatan ‘kassaslar’, Bizans ve Pers’in hikayelerini tercüme edip halka sunan ‘Nadir bin Harisler’

Şu an değişen nedir? Peş peşe piyasaya sürülen hayal ürünü ‘romanlar’, yıllarca insanları ekrana hapseden ‘diziler’, denize atılsa ‘çok suyu’ necis kılarak insanların hayatlarını boca eden ‘magazin programları’, çocuklarımızı henüz ilk adımda yalana ve hayalciliğe hapis eden ‘çizgi filmler’… Yetişkinlere, hayvanlaştıklarını, hatta hayvandan da aşağı olduklarını unutturan ‘belgeseller’

Allah Rasûlü’nün aleyhi ve sellem bir ismi de ‘el-Mahi’ idi. O sallallahu aleyhi ve sellem küfrü ve ehlini yeryüzünden silmekle gönderilmişti. Cahiliyeyi çok iyi tanıyordu. Onun insanlar üzerinde saltanat kurduğu alanları, insanlarda sömürdüğü fıtri duyguları tespit etmiş ve sabırla işe koyulmuştu. Onları faydalı ilme yönlendirmeliydi. İpotek altına alınmış ve onları hiçleştiren merak duygularıyla işe başladı. Mekke’nin en zorlu dönemlerinde ‘Erkam’ın evini’ medreseye çevirdi. Orada ashabına Allah’ın ayetlerini okuyup, onları cahiliyenin kirinden arındırıyordu. Medine’ye gelir gelmez ilk iş olarak mescid kurmuştu. Allah’ın ayetlerini okuyup, onları arındırmaya devam etti. Çok kısa zamanda öyle alimler yetişmişti ki, on dört asırdır tükenmeyen bir ilmi miras bıraktılar geride. Kıyamete kadar tüm insanlar da o mirastan faydalanacaktır.

Evet, Genç Kardeşim!

Bir nesil… Okuma-yazma bilmeyen bir ümmet… Nasıl bu kadar kısa sürede terbiye olmuş, hiçlik halinden hidayet imamları mertebesine yükselmişlerdi? Bunun tek cevabı, fıtri duygularını hayra yönlendiren, fıtri terbiye metoduyla onları yetiştiren bir muallime sallallahu aleyhi ve sellem sahip olmalarıydı.

Bu girişten sonra asli mevzumuza dönmenin zamanı geldi. Bizler gençliğin menfi yönlerinden kurtulup, Allah’a subhanehu ve teâlâ adanmak istiyoruz. Ve bu konuda başarılı olmuş, adakları Allah tarafından kabul edilmiş yiğitler var önümüzde. Onların sıfatlarıyla süslendikçe aynı neticeyi elde edeceğimize yakinen inanıyoruz. Onların Rabbi olan Allah subhanehu ve teâlâ, bizlerin de Rabbi’dir… Rahmeti, lütfu, ve keremiyle onlara açtığı hazinelerini bizlere de açacaktır. Öyleyse onların özelliklerini aktarmaya devam edelim;

4. Şer’i ilimlerle meşgul olmaları

Allah Rasûlü’nün hadislerini ümmet için hıfz eden Ebu Hureyre’ye radıyallahu anh bakmaz mısın? İmam Zehebi’nin deyimiyle ‘Ebu Hureyre’nin harikulade hıfzı Nübüvvet mucizelerindendir’… Allah Rasûlü’nün son dönemlerine yetişmişti. Üç veya dört yılını onunla geçirdi. Ondan çok daha uzun süre Allah Rasûlü’yle sallallahu aleyhi ve sellem beraber olan İbni Ömer radıyallahu anh, ona gıpta ediyordu. ‘Sen aramızda Allah Rasûlü’yle en çok beraber olan ve hadislerini en iyi bilenimizsin’ diyordu. Ebu Hureyre radıyallahu anh, durumunu şöyle anlatıyordu:

‘Sizler: ‘Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor, Ensar ve Muhacir neden bu kadar hadis rivayet etmiyor’ diyorsunuz. Muhacir kardeşlerimizi çarşıda ticaret, Ensar kardeşlerimizi ise bağ-bahçede çalışma meşgul etti. Ben ise suffa ashabının fakirlerindendim. Karın tokluğuna Allah Rasûlü’ne mulazamat ediyordum. Onların kaçırdıklarına şahit oluyor, unuttuklarını hıfz ediyordum.’ (Buhari, Müslim)

Bu meşguliyet onu hadis ilminin hamisi kıldı. Kur’an’dan sonra ikinci kaynak olan sünnet onunla anılır oldu. Allah subhanehu ve teâlâ ‘eş-Şekur’ olarak onun hadise olan merakını mükafatlandırdı. Onun radıyallahu anh üç yılda harcadığı emek, kıyamete dek müminlerin kalbinde sevgi olarak nakşedildi.

Bir gün Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ona sormuştu:

” ‘Sen de arkadaşlarının istediği gibi şu ganimet mallarından istemez misin?’, ben dedim ki: ‘Ben senden Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğretmeni istiyorum.’ ” (Hılyetu’l Evliya)

Ebu Hureyre’nin radıyallahu anh, ganimetten bir şey istememesi zengin oluşundan değildir. Bilakis o ashabın en fakirlerindendi.

‘Ben Aişe radıyallahu anha, evi ve Rasûl’ün minberi arasında açlıktan düşer bayılırdım. Oradan geçenler (onun sara hastalığına yakalanmış ve nöbet geçirdiğini düşünerek) göğsüme otururdu. Ben: ‘Zannettiğiniz gibi değil, bu halim açlıktandır’ derdim.’ (Buhari)

Buna rağmen dünyadan bir şey istemiyor, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hadislerini anlamaya ve hıfz etmeye çalışıyordu.

O gün onunla beraber olan suffa ashabının hepsi bu durumdaydı. Kalacak evleri, düzenli yiyecekleri olmayan gençlerdi. Mescidde yaşıyorlardı. Ashabın mescide bıraktığı hurmalardan yiyor, su içiyorlardı.

Kur’an’ın mahdumu Abdullah İbni Abbas radıyallahu anh sahabe içerisinde en genç olanlardandı. Ona fetva soranların, onun yaşında ve ondan daha büyük çocukları vardı. Allah Rasûlü’yle sallallahu aleyhi ve sellem geçirdiği süre üç yılı geçmemişti. Ancak ümmetin ittifakıyla o Kur’an’ın tercümanı, ümmetin alimiydi. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem vefatı onu ilimden soğutmamıştı. Gündüzlerini Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yanında geçiriyordu. Bu sefer Rasûlün gecelerini merak etmeye başlamıştı. ‘Acaba Allah Rasûlü evine çekildiğinde ne yapıyordu?’. Meymune annemiz radıyallahu anha onun teyzesiydi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Meymune annemizin evinde kaldığı bir gece, o da evde gecelemişti:

‘Teyzem Meymune’nin evinde geceledim. Allah Rasûlü helaya girdi, kapının önüne su bıraktım. “Kim bunu bıraktı?” diye sordu. Haber verilince, ona:

– “Allah’ım onu dininde fakih kıl”

– “Allah’ım ona kitabı ve hikmeti öğret” (bir rivayetle)

– “Allah’ım ona tevili öğret ve dininde fakih kıl” (başka bir rivayetle)

– “Allah’ım ona hikmeti ver” (Buhari, Müslim, Sünen Sahipleri)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem vefat edince sahabeye yöneldi. Tüm merakını Allah’ın ayetlerine hasr etti.

‘Allah Rasûlü vefat edince, Ensardan bir arkadaşıma: ‘Gel Allah Rasûlü’nün ashabına sorular soralım, onlar bugün çokturlar’ dedim. Arkadaşım: ‘Çok tuhafsın, insanların arasında bunca sahabe varken, sana mı ihtiyaç duyacaklar’ dedi.

O benimle gelmedi, ben ise bu işe yöneldim. Bir insanın hadis bildiğini duyunca hemen ona gidiyordum, o uyuyorsa kapısının önüne ridamı serip oturuyordum, rüzgar üzerime toprak atıyordu. Soru sormak istediğim beni böyle görünce ‘Keşke bana haber etseydin de ben gelseydim, sana Ey Allah Rasûlü’nün amcaoğlu’ diyordu. Ben: ‘Sana gelmesi ve soru sorması gereken benim’ diyordum.

O arkadaşım insanların soru sormak için başıma toplandığını görünce: ‘Bu genç benden çok daha akıllıymış’ dedi.’ (Hakim, Siyer A’lam En-Nubela)

Biri Kur’an, biri de hadis ilminde imam iki sahabeyi örnek verdim. Şunu belirtmeliyim ki, sahabenin fakih ve alimlerinin hepsi gençti… Aişe annemiz, Muaz bin Cebel, Enes, Abdullah İbni Mesud, Abdullah İbni Ömer, Abdullah bin Amr bin As, Ubey bin Ka’b, Ali, Zeyd bin Sabit radıyallahu anhum ve diğerleri…

Yaş ortalaması yirmi ile otuz arasında olan bu gençler, sahabe döneminin ilmini bizlere taşıdılar.

Genç Kardeşim!

Durup düşünmenin, muhasebe yapıp karar almanın zamanı gelmedi mi? Bugün genç bir bacımız neden Aişe annemiz gibi olmasın? Ümmetin sorunlarına çözüm üretmesin? Acaba Aişe annemizi fakihe kılan neydi? Mucizevi özellikleri mi vardı? Yoksa bu ilim üzere mi doğmuştu? Hiç biri… Merak etmişti… Dinini, dininin öğretilerini, sünnetini… Ne ciltler dolusu kitap, ne de tek tuşla binlerce malumatı önüne koyan teknolojiye sahipti…

Veya gençlerimiz neden Abdullah İbni Abbas radıyallahu anh misali müfessir, Ebu Hureyre radıyallahu anh misali muhaddis olmasın ki? Bu sadece onlara özel bir durum değildi.

İmam Malik rahimehullah imam diye anıldığında, Şafii rahimehullah fetva makamına oturup fetva verdiğinde, Ebu Hanife rahimehullah insanlar fıkıhta ona muhtaç olduğunda, (Bu söz İmam Şafii’ye aittir.) Ahmed b. Hanbel sünnet imamı olduğunda yaşı kaçtı?

Tabiin fakihleri, henüz sahabe yaşarken alim oldukları kabul gören, sahabeye rağmen kendilerine soru sorulan, Dehhak, İkrime, Ata, Mesruk, Alkame, Said bin Museyyeb, Sa’d bin Cubeyr rahimehullah ve diğerleri… Her biri genç yaşlarında tanınmış ve ilim ehli olmuşlardı.

Ünü dünyaya yayılan Abdullah İbni Mübarek rahimehullah yirmi yaşındaydı… Rebi’ bin Enes’ten ilim almak için hapse girmeyi göze almıştı.

Dünyayı ilmiyle ve hıfzıyla mest eden Buhari rahimehullah, henüz genç bir delikanlıydı. İshak bin Rahaveyh ona işaret ederek: ‘Şu gençten hadis yazın, vallahi o Hasan-ı Basri döneminde yaşasa yine insanlar ona ihtiyaç duyardı’ diyordu.

Onlar sahabe misali dinlerini merak edip ona vakit ayırmıştı. Allah subhanehu ve teâlâ sahabeyi mazhar kıldığı lütfu onlara da nasip etmişti. Senin onlardan bu anlamda hiçbir farkın yoktur. Allah subhanehu ve teâlâ adildir, O kullarının cehdini zayi etmez. O’nun dinini öğrenip neşretmeye gençliğini adayan kim olursa, onu yardım ve hidayetiyle destekler.

Genç Kardeşim!

Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ‘selamını’ almak, onun ‘merhabası’na muhatap olmak istemez misin? O sallallahu aleyhi ve sellem sadece kendi yanında olup ilimle iştigal edenlere mi değer veriyordu sanıyorsun? İlim talebesi olan herkesin iltifatına ve ilgisine mazhar olacağını ashabına bildirmek için şöyle diyordu:

“Size ilim talep eden topluluklar gelecek. Onları görünce: ‘Merhaba size, Allah Rasûlü’nün vasiyeti olarak’ deyin ve onlara öğretin.” (İbni Mace)

Unutma! Gençlik duyguların en keskin olduğu dönemdir. Hangi fıtri duygu bu dönemde hayra yönlendirilirse, insanı ihya eder. Bizden öncekiler merak duygularını Kitab’a ve Sünnet’e yönlendirince ortaya bu güzide misaller çıktı.

Allah subhanehu ve teâlâ eş-Şekur olandır. Bu sıfatın gereği olarak kullarından şükür ehlini sever, nankör olanlara buğz eder. Bizler çok büyük nimetler içerisindeyiz ve her nimet kendine yakışır şükür ister. Kalemin, defterin olmadığı, bizim bir saatte kat ettiğimiz mesafenin aylar süren yolculuklarla kat edildiği dönemler oldu. İnsanlar bir hadis için bir aylık mesafe yol gittiler.

Cabir b. Abdullah radıyallahu anh: ‘Allah Rasûlü’nün sahabelerinden birinin bir hadis bildiğini duydum. Bir binek satın aldım ve yola koyuldum. Bir ay boyunca yolculuk yaptım. Ve Şam’a vardım…’ (Buhari, Muallak olarak Ahmed)

Tabiinden Ata bin Ebi Rebah rahimehullah anlatıyor:

‘Ebu Eyyub el-Ensari Mısır’a Ukbe bin Amir’e gitti. Onun bir hadis işittiğini duymuştu…’ (Ahmed)

Ebu Hureyre’nin radıyallahu anh ilim talebi için çektiklerini yazmıştık. Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis işitmek için onu terk edemiyor, aç bir şekilde onunla beraber bulunuyordu. Çoğu zaman açlıktan düşüp bayılıyordu.

Ashabı Suffa’nın hali bundan farklı değildi. Yiyecek bulsalar, giyecekleri olmuyor; onu bulsalar, yiyecek bulamıyorlardı.

Ya biz! İçinde yirmi dört saat sıcak su, üç öğün yemek, sıcak yatak olan medreselere, valizlere sığdıramadığımız giyeceklere, yıl içerisinde birkaç defa yapılan tatillere, ciltler dolusu kitaplar, bilgisayarlar, kayıt aletlerine sahibiz. Bir hadis değil, yüzbinlerce hadise oturduğumuz yerden ulaşabileceğimiz bir genişlikteyiz.

Bu nimetler şükür istemez mi? Daha çok çalışmak, ilme daha fazla yönelmek gerekmez mi? Şimdi şöyle bir düşünelim:

Üç yıldır İslam’la tanışmış ve hidayet nimetine ermiş bir genci ele alalım.

Her gün yarım saatini verip iki ayet ezberlemiş olsa ve yarım saatini ezber yaptığı yerin tefsir ve anlamına verse… Günlük bir saatlik bir çalışma… Yaklaşık on cüz ezberlemiş olacaktır. Hem de tefsir ve mealiyle birlikte. Ya da günlük yarım saat vakit ayırıp iki hadis ezberlemiş olsa, bu süre zarfında yaklaşık iki bin iki yüz hadis ezberlemiş olacak. Bu miktar neredeyse Buhari’nin ve Müslim’in zübdesine(tekrarlardan arınmış) tekabül ediyor.

Veya her gün yarım saatini ayırıp bir fıkıh meselesini anlamaya ve hıfz etmeye çalışsa neredeyse bin yüz fıkıh meselesi yapar.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Herhangi bir ilim dalı seçip, ona dair bir kitaptan yaklaşık on sayfa okusa, on binlerce sayfa yapar. Bir kitabın ortalama üç yüz sayfa olduğu düşünülse, günlük yarım saatle yaklaşık otuz kitabı okumuş olacak.

Boşa geçen yıllar… Bir hakikat varsa o da şudur. Bizim hesabını yapıp değerlendirdiğimiz ve boşa geçen her saatin kıyamet gününde hesabı sorulacaktır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:

“Dünya içindekilerle beraber lanetlenmiştir. Bunun istisnası Allah’ın zikri, alim ve öğrenendir.” (Tirmizi, İbni Mace)

Allah’a Adanmaya Talip Kardeşim!

Kaç yarım saatler ‘heba’ olup gitti… Amel defterine dünyanın ‘lanetlenmiş’ zamanları olarak yazıldı. Kaç yarım saat bizi dinde ‘fakih’ yapacakken, bizim gevşekliğimiz nedeniyle ‘pişmanlık’ olarak yazıldı amel hanemize… Dün ve geçen yıllar elimizden çıkmış olsa da yarınımız yeni yılların başlangıcı olabilir. Bunca imkan arasında nankör olmamak lazım. Okuma-yazma bilmeyen, gece-gündüz çalışmak zorunda olan biri dahi dinini öğrenebilir. İlim hazinesi sayılacak kadar ders, küçük bir alete sığdırılıp, cepte taşınabilir. Günlük olarak bir dersi güzelce dinleyen, onu fıkh eden kısa bir süre içerisinde ne denli ilim tahsil edeceğini düşündün mü?

Yolun başında oturmuş bir şeytan var!

‘Ya hep ya hiç’ mantığıyla sürekli bizleri alıkoyuyor. İlim talep etmek ayrı, dinde alim olmak ayrı şeylerdir. Hepimiz alim olamayabiliriz, ancak hepimiz ilim talep etmek zorundayız. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:

“İlim talep etmek her Müslüman erkek ve bayan üzerine farzdır” (Beyhaki) buyurmuştur.

İslam’ın ilimde ölçüsü ‘çok bilmek’ değildir. Malumatın çokluğuyla, ilim arasında bağlantı yoktur. İlim, amelle bağlantılıdır. Her insan bildiğiyle amel ettiği oranda, dininde alim olur.

Yeryüzünün en seçkin alimleri bu dini böyle öğrendiler. ‘Ya hep ya hiç’ mantığıyla hareket etmediler. On ayet öğreniyorlardı, onu iyice belleyip içindekilerle amel edince, yeni bir on ayet daha öğreniyorlardı… Malumatları az ve özdü, ancak usulünce talep ettikleri ilim onları dinde fakih kılmıştı.

İbni Ömer radıyallahu anh Bakara suresini sekiz yılda talim etmişti. Onlar Bakara ve Âl-i İmran’ı okumuş olanlara farklı gözle bakıyor, ona değer veriyorlardı… Bugün birçok insanın avamlık ölçüsü saydığı malumat, onları hidayet imamları kılmıştı.

Aralarında imkan bulamayanlar mutlaka bir yol buluyorlardı. Hiçbir şey onları dinlerini öğrenmekten alıkoymuyordu. Ömer radıyallahu anh çalışmak zorundaydı. Ancak o çalışmayı vardiyaya, gececi olmayı, yorgunluğa asla bahane etmemişti. Dininde sadıklardan oluşu, onu çözüm bulmaya sevk etmişti. Ensar’dan olan bir komşusuyla anlaşmıştı. Bir gün Ömer radıyallahu anh çalışıyor, komşusu mescide gidip Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem dinliyordu. Akşam Ömer’e radıyallahu anh öğrendiklerini anlatıyordu. Bir sonraki gün nöbeti Ömer radıyallahu anh devralıyor alıyor, akşam arkadaşını bilgilendiriyordu. (Buhari)

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem başka kavimlere din öğretmeleri için seçtiği ‘alimler’ ya da ‘kariler’in hayatı ilginçtir. Enes radıyallahu anh onları şöyle vasfetmiştir:

‘Gece olunca bir araya toplanır Kur’an’ı ders yaparlardı. Sabah olunca kimi su işi yapar, kimi odun toplayıp satar, kimi de hayvanlarıyla uğraşırdı. Bunları satar suffa ehline yiyecek alırlardı. Medine’ye bir grup geldi ve Allah Rasûlü’nden kendilerine Kitab’ı ve Sünnet’i öğretecek hocalar yollamasını talep etti. Allah Rasûlü yetmiş sahabeyi onlarla gönderdi… Gidecekleri yere ulaşmadan yolda şehit edildiler…’ (İbn-u Sa’d Tabakat)

Bu kıssaları tefekkür eden görecektir ki onları alim yapan vaktin çokluğu, imkanların genişliği değildir…. İhlas ve sıdkla ilim talep edip, öğrendikleriyle amel etmeleridir.

İslami Çalışmalar Büyük Nimettir

Sahada var olan cemaatlerin çalışmaları gençler için büyük nimettir. Haftalık veya günlük ders programları ilim talep etmek için fırsattır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ rahmet ettikleri müstesna insanlar bu nimetin kıymetini bilmiyorlar. ‘Ya hep ya hiç’ mantığına kurban olmuş, acelecilikle malul nefisler, haftada bir dersle ‘ilim adamı’ mı olur diye, bu çalışmalara burun kıvırıyorlar. Yakinen inanıyorum ki, sahabe gibi ihlas ve sıdkla bu çalışmalara iştirak edenler dinlerinde fakih birer ilim talebesi olabilirler. Bu çalışmalarda olan hayır ve bereket kolay bulunacak cinsten değildir. Şeytanın mahrum bırakmasına müsaade etmeyelim. Amacı dinini öğrenmek olan her genç, bu derslerde ihtiyacını bulabilir. Daha fazlasını talep eden, kendinde bu azmi bulanlar ise, Allah’a tevekkül edip uzmanlaşma yoluna adım atabilir.

Bu ortamlarda bulunmak dahi başlı başına rahmettir. Bu ortamların tek hayrı şu hadislerde anlatılan olsa, gençlerimizin dört elle sarılması için yeterlidir.

“Herhangi bir cemaat Allah’ın evlerinden birinde toplanıp, Allah’ın kitabını okur ve onu ders yaparlarsa kendi aralarında, muhakkak onların üzerine sekinet iner, onları rahmet kuşatır, melekler etraflarını sarar ve Allah onları kendi katında anar.” (Buhari)

Bu hadiste zikredilen faziletler Allah’ın kitabını öğrendiğimiz bir ders için geçerlidir.

“Kim benim mescidime sadece bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelirse, o Allah yolunda cihad eden makamındadır…” (İbni Mace, Hakim)

Ebu Derda radıyallahu anh ilim talep etmek için yanına gelen birini, Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem duyduğu şu hadisle müjdelemişti:

“Kim ilim talep için bir yola girerse, Allah ona cennete bir yol kılar, melekler ilim talebesine/talep ettiğine razı olduklarından dolayı kanatlarını onun ayakları altına serer, alime sudaki balıklar dahil, yer ve gök ehli istiğfarda bulunur. Alimin ibadet ehline fazileti; Ay’ın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Alimler Peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem bırakmadılar, ilim bıraktılar. Kim o mirası alırsa büyük bir pay almıştır.” (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi)

Dini öğrenmek için yola koyulan, bunun için akade edilmiş meclislere yönelen her Müslüman bu müjdenin ehlidir. Bu meclisleri küçümsememek gerekir.

Evet, Genç Kardeşim!

İlme karşı soğukluk ve rağbetsizlik, ona muvaffak olamama çok tehlikelidir. Bu Allah’ın insandan yüz çevirdiğinin ve onu hayırdan mahrum bıraktığının alametidir.

Ebu Hureyre radıyallahu anh Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem rivayet ediyor:

“Allah kimin için hayır dilerse, onu dinde fakih/anlayış sahibi kılar…” (Buhari)

Selef bunu anladığı için çok hassas davranıyor ve ‘Allah’ın bir kavimden yüz çevirmesinin alameti, onlara tartışma ve cedel kapısını açıp, amel kapısını kapamasıdır’ diyorlardı. İlimle iştigal etmeyenin merakı, onu helak eder. Ya kendini ilgilendirmeyen meselelerde konuşur veya insanların hayatlarını merak eder. Yani söz, amel, düşüncesiyle ‘kendinden yüz çevrilmesi gereken’ boş/lağv insanlardan olur.

Rabb’im bizleri kendileri için hayır dilediği kullarından eylesin. Bizleri boş/lağv olmaktan muhafaza etsin. Tüm fıtri duygularımızı O’na subhanehu ve teâlâ yönlendirmeye muvaffak kılsın.

Selam ve Dua ile Ebu Hanzala

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver