Ahlak Nedir?

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam ahlakıyla bizlere örneklik eden Rasûlullah’a, ve onun kutlu aile ve ashabına olsun.

■■■

Ahlakın ne olduğunu iyi bir şekilde bilmeden ahlakla alakalı konuşmak veya okumalar yapmak doğru değildir. Çünkü bu bizi hem yaşantımızla alakalı yanlış sonuçlara hem de insanları değerlendirirken hatalı neticelere ulaştıracaktır. Maalesef nice insanımız, hatta nice bilinçli kardeşimiz var ki ahlakı şeriatın tanımladığı şekilde bilmemekte, kulaktan dolma bilgilerle veya şahsi bazı değerlendirmelerle ahlakı tanımlamaktadırlar. Böyle olunca da insanları yanlış bir biçimde ahlaklı ahlaksız ayırımına tabi tutmaktadırlar. Bu kardeşlerimize “ahlak” denilince akıllarında sadece bazı davranışlar ya da bazı söz ve filler canlanmaktadır. Bir insanın eli ayağı düzgünse, şekli şemaili yerindeyse, saçı sakalı varsa, oturmasını kalkmasını becerebiliyorsa, konuşmalarında kibarsa o insanı ahlaklı kabul etmektedirler. Oysa el ayak düzgünlüğünün, şemail güzelliğinin, saç sakalın ve konuşma becerisinin ahlakla bir alakası yoktur. Konuşmalarında güzel olan, saçı sakalı bulunan nice insan vardır ki ahlaksızlıkta kâfirlere bile taş çıkarmaktadırlar. Bunlara sahip olmayan niceleri de vardır ki sahabe gibi üstün ve yüce bir ahlaka sahiptirler.

Şair der ki:

لَيْسَ الجَمَال بأَثْوابٍ تُزَيِّنُنَا

 إن الجمال جمال العلم والأدب

ليس اليتيم الذي قد مات والده

 إِنَّ اليَتيمَ يَتيمُ العِلْمِ والأَدَب

“Güzellik bizleri süsleyen elbiselerle değildir,

Asıl güzellik ilmin ve edebin güzelliğidir.

Yetim, babası ölen değildir,

Asıl yetim, ilim ve edepten yoksun olandır.” [1]

Bir diğeri şöyle der:

هَلْ يَنْفَعُ الفتيانَ حُسْنُ وُجُوهِهمْ

إِذَا كَانَتِ الأَخْلاَقُ غَيْرَ حِسَانِ؟

“Gençlere yüzlerinin güzelliği fayda mı verir,

Ahlak(ları) güzel olmadıktan sonra?” [2]

Abbasiler döneminin meşhur şairlerinden Mütenebbi de şöyle der:

وما الحسن في وجه الفتى شرفًا له

إذا لم يكن في فعله والخلائقِ

“İşinde ve ahlakında olmadığı zaman,

Gencin yüzündeki güzellik onun için bir şeref değildir.” [3]

Demek ki meselenin saydığımız bazı fizikî özelliklere sahip olmakla doğrudan bir alakası yoktur. Asıl mesele kalptir ve kalpte perçinlenmiş güzel vasıflardır. Bu olduğunda, zaten otomatik olarak insanın söz ve davranışları da ister istemez düzgün ve güzel olacaktır.

Bilinmelidir ki insan başka özellikleriyle değil, ancak ahlakıyla insandır. Ve yine o, ancak kendisinde bulundurduğu ahlaki değerler kadar değerlidir. Ne kadar ahlaki fazilet ve erdemli davranışlarla bezenmişse işte o kadar kıymetlidir. İnsanlık nezdinde bunun haricinde hakiki değer ve gerçek kıymet yoktur. Diğer değer ve kıymetler nispî ve görecelidir. Kimilerine göre güzelken, kimileri nazarında güzel değildir. Ama erdemli davranışlar ve ahlaki güzellikler –hangi dine mensup olursa olsun– herkesçe güzel ve hoş kabul edilir. Bu nedenle, insanlar arasında ancak bunlarla temayüz etmeli, bunlarla değerli olmaya çalışmalıyız. Bunların haricinde bir değer ve kıymet kaynağı aramamalıyız.

Bazı insanlar, ahlaki meziyetlerin dışındaki bazı şeylerde değer ararlar. Mesela, kimileri cesarette değer arar, kimileri güçte; kimileri güzellikte arar, kimileri parada… Kimileri de daha farklı şeylerin peşinde koşarak onu bulmaya çalışır. Tüm bunlar boş bir çabadan başka bir şey değildir; çünkü “gerçek değer” kabul edilen bu şeylerin hepsi kısmen ya da daha iyi bir şekilde bazı varlıklarda da vardır. Örneğin, aslan daha cesurdur. Deve daha tahammülkârdır. Fil daha güçlüdür. Karun daha zengin, falanca kâfir daha güzel, filanca dinsiz daha yakışıklı, feşmekanca gavur daha çekicidir…

İbni Hazm rahimehullah der ki:

“Akıllı kimse; yırtıcıların, hayvanların veya cemadatın kendisinden daha üstün olduğu vasıflara sevinmez. Akıllı kimse ancak Allah’ın kendisini yırtıcılardan, hayvanlardan veya cemadattan ayırt ettiği değerli vasıflarda önde oluşuna sevinir. Dolayısıyla her kim, Allah için kullanması gereken yerin dışında kullandığı cesaretiyle seviniyorsa bilsin ki kaplan ondan daha atılgan; aslan, kurt ve fil ondan daha cesurdur. Her kim, bedeninin kuvvetiyle seviniyorsa bilsin ki katır, öküz, boğa ve fil bedenen ondan daha güçlüdür. Her kim, ağırlıklara dayanıklılığıyla seviniyorsa bilsin ki eşek ondan daha dayanıklıdır. Her kim, hızlı koşuşuyla seviniyorsa bilsin ki köpek ve tavşan ondan daha süratlidir. Her kim, sesinin güzelliğiyle seviniyorsa bilsin ki birçok kuş ondan daha güzel seslidir. Birçok çalgı aletinin sesi de onunkinden daha çok haz vericidir. Hayvanların daha önde olduğu bu vasıflar hususunda övünmenin ve sevinmenin ne anlamı var ki? Ama kimin ahlaki vasıfları üstün, ilmi geniş, ameli güzel olursa işte sevinen buna sevinsin; çünkü onu bu vasıflarında ancak melekler ve hayırda öncü olan insanlar geçebilir.” [4]

Dediğimiz gibi bunların hiçbirisi gerçek değer değildir; çünkü bizden daha düşük olan varlıklarda, hem de çok çok daha iyisiyle vardır.

İşte bizim gerçek anlamda “değer” ve “kıymetin” ne olduğunu iyi bir şekilde idrak edebilmemiz için öncelikle ahlakın tanımını ve onun şeriat nazarında ne anlama geldiğini doğru olarak bilmemiz gerekmektedir. Bu olmadan insanlar hakkında hatalı, müspet ve menfî değerlendirmeler yapmamız kaçınılmazdır.

O hâlde şimdi gelin, beraberce ahlakın ne olduğunu öğrenmeye çalışalım. Öncelikle ahlakın sözlük ve ıstılahi anlamını, ardından da selefin bu kavramı nasıl tanımladıklarını görelim.

Ahlakın Tanımı

“Ahlak” kelimesi sözlükte: “insanın doğası, tabiatı, yapısı, huyu, yatılışında bulunan fıtri özellikleri” gibi anlamlara gelmektedir.[5]

Istılahta ise farklı tanımlar yapılmıştır. Örneğin, İmam Mâverdî rahimehullah bunu şu şekilde tarif etmiştir:

“Normal şartlarda dışa yansıyan, gerekli görüldüğünde ise baskı altına alınabilen gizli içgüdülerdir.” [6]

Başka âlimlerimizin de farklı tanımları vardır. Biz bu tanımlarla okuyucunun zihnini dağıtmak istemiyoruz. Ancak akılda daha iyi kalmasını sağlamak için bu tanımları şu şekilde özetleyebiliriz: “İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar bütünü”dür.

Veya daha da basit bir ifadeyle: “İnsanın nefsinin taşıdığı vasıflar”dır. Bu vasıflar iyi olabileceği gibi, kötü de olabilir. Eğer nefsin taşıdığı vasıflar şeriat açısından iyi ve güzel kabul edilmişse ona “güzel ahlak” denilir. Şayet bu vasıflar şeriat açısından çirkin kabul edilmişse ona da “kötü ahlak” denilir.

Bu tanım, ahlakla alakalı akılda tutması kolay olan en sade ve en öz tanımdır.

Bununla birlikte ahlak hakkında daha kapsamlı ve daha detaylandırıcı bir tanım daha vardır ki bu tanım gerçekten ahlak hakkında yapılmış belki de en güzel ve en mükemmel tanımdır. Onu “et-Ta’rîfât” adlı kıymetli eserinde Seyyid Şerif Cürcanî rahimehullah yapmıştır. Der ki:

“Ahlak; nefiste köklü bir şekilde yer etmiş bir durumdur ki (insanın tüm) eylem ve davranışları, herhangi bir düşünmeye ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden ve kolaylıkla ondan meydana gelir. Eğer bu hâl, akıl ve şeriat açısından güzel olan eylem ve davranışların kolaylıkla meydana gelmesine el veriyorsa ‘güzel ahlak’ diye adlandırılır. Şayet kendisinden çirkin sayılan fiiller sâdır oluyorsa (davranışların) kaynağı sayılan bu hâle ‘kötü ahlak’ ismi verilir.

Tanımda ahlak için “nefiste köklü bir şekilde yer etmiş bir durum” dedik; çünkü kendisinden ara sıra maddî fedakârlıkta bulunma eylemi meydana gelen kişiye, –bu vasıf nefsinde köklü bir şekilde yer etmediği sürece– “Bunun ahlakı cömertliktir.” denilmez.

Aynı şekilde öfke anında büyük uğraş ve çaba sonucu susmayı anca becerebilen kişiye “Bunun ahlakı yumuşaklıktır/hilimdir” denilmez.

Ahlak; bir işi mücerret olarak “yapmaktan” ibaret değildir; çünkü ahlakı cömertlik olan nice insan vardır ki kimi zaman malı olmadığı için bazen de başka bir sebepten dolayı harcama yapamaz. Ahlakı cimrilik olan nice insan da vardır ki bir sebebe binaen veya riya için harcar da harcar.” [7]

Cürcanî’nin rahimehullah yapmış olduğu bu tanım, kelimenin tam anlamıyla harikadır. Bu tanımı, hakkıyla anladığımıza emin oluncaya dek dikkatle ve ağır ağır okumamız gerekir. Çünkü bunun güzelce anlaşılmasıyla ahlak etrafında dönen birçok problem de kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Bu tarifte bizim dikkatimizi çeken ve anlaşıldığında birçok problemi halledeceğini düşündüğümüz en önemli nokta, ahlaki fiillerin herhangi bir düşünmeye ihtiyaç duymaksızın “kendiliğinden” ve “kolaylıkla” meydana geliyor olabilmesidir.

Bu, ahlakın belki de en önemli esasıdır. Yani ahlaka taalluk eden bir fiil eğer insan tarafından kolaylıkla yapılabiliyorsa o insan o ahlakla bezenmiş, o ahlaka sahip olmuş demektir. Veya diğer bir deyişle o ahlak onda artık sübut bulmuş, kökleşmiştir.

Bu, güzel ahlak için de kötü ahlak için de geçerli bir durumdur.

Yani bir insan, örneğin, “kolaylıkla” malından harcama yapabiliyor ve bu noktada hiç düşünmeden adım atabiliyorsa o insan İslam Şeriatı’nın övdüğü “cömertlik ahlakına” sahip demektir. Velev ki yaptığı harcama çok az olsa ya da imkânsızlıklar nedeniyle hiç harcama yapamasa bile…

Yine bir insan şefkat ve acımayı gerekli kılan bir durumla karşı karşıya kaldığında, karşısındaki varlığın ne olduğuna bakmaksızın hiç düşünmeden ve kolaylıkla merhamet duyguları kabarıyor, ona acıyor ve bunun gereğini bir an olsun düşünmeden ortaya koyabiliyorsa o insan “merhamet ahlakına” sahip demektir. Velev ki elinden hiçbir şey gelmese bile…

Ve yine bir insan kendisini öfkelendirecek bir durumla karşı karşıya kaldığında, kolaylıkla ve nefsini hiç zorlamadan tahammül gösterebiliyor ve öfkenin gerektirdiği davranışları sergilemiyorsa o insan “sabır ahlakına” sahip demektir.

Bu noktada örnekleri çoğaltmamız mümkün.

Olumsuz vasıflara da şunları örnek gösterebiliriz: Mesela bir insan, harcama yapması gerekli ve zaruri olan durumlarda nefsi ile sıkı bir mücadele yaşıyor, bin bir hesabın peşinde koşuyor ve iç dünyasında sürekli git geller yaşayarak “zoraki” malından bir şeyler verebiliyorsa o insan İslam Şeriatı’nın zemmettiği “cimrilik ahlakına” sahip demektir; cömert değildir. Velev ki ara sıra harcamalar yapsa velev ki dış görünüşüyle cömertmiş imajı verse bile…

Yine bir insan acımayı gerekli kılan bir durumla karşılaştığında karşısındaki varlığın ne ve kim olduğuna baktıktan sonra acıyıp acımayacağına karar veriyorsa veya bu durumda merhamet duyguları hemen harekete geçmiyorsa ya da bunun gereğini bin bir tereddütten ve hesaptan sonra yapabiliyorsa bu insan İslam’ın yerdiği “zulüm ahlakına” sahip demektir; merhametli değildir. Velev ki ara sıra varlıklara acısa ara ara “şefkat gözyaşı” dökse bile…

Ve yine bir insan sinirlenmeyi ve gazabı gerekli kılan bir durumla karşı karşıya kaldığında öfkesine sahip olamıyor, kızıyor, bağırıyor, çağırıyor ya da zoraki öfkesini kontrol altına alabiliyorsa bu insan da İslam Şeriatı’nın kötülediği “öfke ahlakına” sahiptir; sabırlı değildir. Velev ki ara ara bazı olaylara sabır ve tahammül gösterse bile…

Bu noktada da örnekleri çoğaltmamız mümkündür.

İşte anlattığımız bu şeylerden açığa çıkıyor ki bir insanın güzel ahlaklı sayılabilmesi için güzel ahlakın konusu olan şeyleri kolaylıkla, zorlanmadan ve çok rahat bir şekilde yapıyor olabilmesi esastır. Yine aynı şekilde bir insanın kötü ahlaklı sayılabilmesi için de kötü ahlakın konusu olan şeyleri hiç zorlanmadan, kolaylıkla ve rahatça yapıyor olabilmesi esastır. Sözün özü, bir şeyi bir kere yapmak veya yapmamak ahlak değildir. Bir şeyin bir insanda ahlak hâline dönüşmüş olabilmesi için artık onu kolaylıkla yapabiliyor olması şarttır. Zorlukla yapılan şeylerin o ahlakla alakası yoktur.

Şimdi gelin, kısaca bir muhasebe yapalım. Örneğin:

• Birileri zulme maruz kaldığında hemen tepki verebiliyor musunuz?

• Bir yetimi, bir mazlumu, bir cılız hayvanı gördüğünüzde acıma duygularınızın galeyana gelmesinden ötürü sözcükler boğazınızda düğümleniyor, gözyaşlarınız göz kapağından dışarı fırlamak için sizi zorluyor mu?

• İnsanların birisinin hakkını yiyip hukukunu çiğnediğini gördüğünüzde, tükürüğünüzü yutkunmakta zorlanıyor musunuz?

• Birileri zalimlik ettiğinde hemen karşılarına dikilebiliyor musunuz?

• Birileri bilmeden hakkınıza tecavüz ettiğinde veya istemeden saygısızlık yaptığında gereğini yapmaya gücünüz yettiği hâlde affedebiliyor musunuz?

• Eşinizin, dostunuzun, akrabalarınızın eziyetlerine tahammül gösterebiliyor musunuz?

• Öfkelendiğinizde hemen sinirinizi kontrol altına alıp sabredebiliyor musunuz?

• Ailenize, çoluk çocuğunuza, akraba ve komşularınıza kolaylıkla izzet-i ikramda bulunabiliyor musunuz?

• İffetsiz görüntüler gördüğünüzde hayânız müsaade etmediğinden hemen yüzünüzü çevirebiliyor musunuz?

• Ahlaksızca teklifler sunulduğunda hiç düşünmeden “hayır” deyip reddedebiliyor musunuz?

• Yalan söylemeniz istendiğinde bir an bile beklemeden “asla” diyebiliyor musunuz?

• Birileri küfredip sövdüğünde utancınızdan dolayı karşı koyabiliyor veya o ortamı hemen terk edebiliyor musunuz?

• En zor anlarda dahi doğru söylemeyi âdet edinmiş misiniz?

• Kardeşlerinize her daim tebessüm atmayı becerebiliyor musunuz?

• İyilik yapıldığında kolaylıkla teşekkür edebiliyor musunuz?

• İnsanlara tevazu ile davranabiliyor musunuz?

• Hak sahiplerine haklarını bir an olsun tereddüt etmeden iade edebiliyor musunuz?

• En yakınınız bile olsa adaletle karar vermeyi becerebiliyor musunuz?

[8]

Evet, tüm bunları rahatlıkla ve hiç zorlanmadan yapabiliyorsanız, en ufak bir şüpheniz olmasın ki siz Allah’ın sevip razı olduğu ahlaklı kullardansınız. Ama bunları veya bunlar içerisinden bazı maddeleri yaparken zorlanıyorsanız veya yapamıyorsanız zorlandığınız ve yapamadığınız oranda ahlak eksikliğiniz var demektir. Bu durumda hemen teşhis koyup tedavisine başlayın. Ve bir an önce onu Allah’ın razı olacağı kıvama getirmek için gayret edin. Unutmayın ki bu hastalıkları tedavi etmek için çabalamak, Allah yolunda cihadın bir parçası olduğu gibi, bu noktada harcanan tüm emekler de cihad kadar değerli ve makbul sayılır. Kendilerinde bulunan sıkıntıları def etmek için nefisleriyle cihad edemeyenler, harp meydanlarında kendilerine eziyet veren düşmanlarıyla asla cihad edemezler. Etseler de mutlaka yenilirler. Şu hâlde ahlakımızı güzelleştirmek için ciddi bir cihad ortaya koymamız kaçınılmazdır; aksi hâlde kendisiyle şimdi cihad etmediğimiz kötü vasıflar, yarın gerçek harp meydanlarında bize galebe çalarak ilahi yardımı bizden uzaklaştıracaktır.

Selef Nezdinde Ahlakın Tanımı

Üst başlıkta kısaca ahlakın sözlük ve ıstılah anlamını ve özetle bunun nasıl anlaşılması gerektiğini izah etmeye çalıştık. Burada ise seleften bazı âlimlerimizin, ahlakın sözlük ve ıstılah anlamından daha ziyade, genel bir bakış açısıyla ahlaka dair yapmış oldukları farklı ama hoş birkaç tanımı zikretmek istiyoruz. Ta ki bu sayede fayda artsın, kalplerimiz şenlensin ve ahlakın ne kadar hoş bir vasıf olduğunu iliklerimize kadar bir kere daha derinden hissedelim.

İşte sana o tanımlardan bazıları:

◆ Hasan-ı Basri’ye rahimehullah: “Güzel ahlak nedir?” diye soruldu. O da bu soruya:

كف الأذى وبذل الندى ، وطلاقة الوجه

“(İnsanlara) eziyet vermekten uzak durmak, bolca ikramda bulunmak ve güler yüzlü olmaktır.” diyerek cevap verdi.[9]

Görüldüğü üzere Hasan-ı Basri rahimehullah, ahlakı bu üç değerli kelimeyle özetlemiştir. Size tavsiyemiz bu üç kelimeyi aklınızda tutmanız ve onu hiç unutmamanızdır. Şimdi bunları kısaca izah ederek, tabiin döneminde yaşayan insanların ahlaka nasıl bir anlam yüklediklerini anlamaya çalışalım.

1.

 Bu üç maddenin ilki, ” كف الأذى/insanlara eziyet vermekten uzak durmak”tır.

Bilinmelidir ki insanlara verilen eziyet –genel anlamda– üç şeyde olur:

a.

 Onların mallarında.

b.

 Onların canlarında, yani bedenlerinde.

c.

 Onların ırz ve namuslarında. Yani haysiyetlerini ve onurlarını zedeleyecek şeylerde.

Bir Müslümanın, eziyetin tüm bu alan ve mahallerinden uzak durması ve bu şekilde ahlaklı bir kul olduğunu ispatlaması gerekmektedir.

Yine insanlara eziyet vermenin birçok şekli ve sûreti vardır. Bu eziyet bazen “kalp”, bazen “dil”, bazen de “azalar” ile olur.

Bunları açıklayacak olursak;

a. Kalp ile Eziyet:

 Bu; insanlara buğz etmek, onlara nefret beslemek, kin gütmek

[10]

, haset etmek, çekememek, sahip oldukları güzelliklerin yok olmasını temenni etmek, onları hor ve hakir görmek, başlarına gelen musibetlere sevinmek gibi şeylerle olur. Tüm bunlar bir insanın, kalbi ile insanlara eziyet vermesinin sûretlerindendir.

b. Dil ile Eziyet:

 Bu; insanlara sövmek, küfretmek, hakarette bulunmak, lanet okumak, beddua etmek, hoşlanılmayan ağız şakaları yapmak, rencide edici sözler söylemek, neseplerine ve namuslarına dil uzatmak, arkalarından konuşmak, gıybet yapmak, laf getirip götürmek, onları ispiyonlamak gibi şeylerle olur. Bunlar da bir insanın, dili ile diğer insanlara eziyet vermesinin şekillerindendir.

c. Azalarla Eziyet:

 Bu da; insanları dövmek, darp etmek, rahatsız olacakları el şakaları yapmak, mallarını gasp etmek, eşyalarına kesik atmak, onları üzecek işlere koşuşturmak gibi şeylerle olur. Bunlar da bir insanın, azaları ile diğer insanlara eziyet vermesinin çeşitlerindendir.

İşte bir Müslümanın, Selef nezdinde hakiki anlamda ahlaklılardan sayılabilmesi için eziyetin tüm bu şekil ve versiyonlarından uzak durması ve bu suretle ahlakın üç sütunundan birisini ayağa kaldırması gerekmektedir.

Hasan-ı Basri rahimehullah naklettiğimiz bu sözü ile tüm bu sayılanlardan uzak durmanın ahlak kapsamında olduğunu ve ancak böyle kimselerin gerçek manada ahlaklı olabileceğini ifade etmiştir.

2.

 Hasan-ı Basri’nin tanımda zikrettiği ikinci madde, ” بذل الندى/bolca ikramda bulunmak”tır.

“Bolca ikramda bulunmak” diye tercüme ettiğimiz “bezlu’n-nedâ” ifadesi; cömertlikte sınırları zorlamak, çokça iyilik yapmak ve elden geldiğince ihsanda bulunmak demektir.

Birçok insan bunun sadece “mal vermekle” olacağını zanneder; oysa bu son derece kısır bir anlayıştır. Zira bazen insanların ihtiyaç duyduğu bir bilgiyi, bir ilmi, bir malumatı yaymak da iyilik ve ihsanda bulunmak kapsamındadır. Yine makam ve mansıpta yapılan cömertlik de bu kısma dahildir. Şöyle ki: Kimi zaman insanlar, sahip olunan o makamın gücüne, yardımına, desteğine ihtiyaç duyar; kendilerini ona muhtaç hissederler. İşte o anda ihtiyacı olan o kimseleri meşru çerçevede bu makamdan mahrum bırakmamak ve o makamın gerektirdiği hayrı sonuna kadar onlara açmak kelimenin tam anlamıyla “bezlu’n-nedâ”dır, yani cömertçe iyilik ve ihsanda bulunmaktır.

Yine ev taşımak, yükü ağır olana yardım etmek, zorda olana kolaylık sağlamak, darda olanın sıkıntısını gidermek, borçlulara süre vermek gibi beden ile yapılan fedakârlıklar da bu kapsamın altına girmektedir.

Buna göre mümin bir insan bu tarz iyilik ve ihsanı bolca yapabilir olduğunda, o insan Hasan-ı Basri nezdinde gerçek anlamda ahlaklı bir insandır. O bu sözüyle ahlaklı olabilmenin yolunun “bezlu’n-nedâ”dan, yani bolca ikramda bulunmaktan geçtiğini sarahaten ifade etmiştir.

3.

 Hasan-ı Basri’nin rahimehullah tanımda zikrettiği üçüncü madde ise ” طلاقة الوجه /güler yüzlü olmak”tır.

“Güler yüzlü olmak” ifadesi ile kastedilen; bir müminin insanlarla karşılaştığında yüzünü ekşitmemesi, somurtkan durmaması, abus olmaması; aksine tebessüm etmesi, parlak ve güzel bir yüz ifadesi ile onlarla bir arada bulunmasıdır. Çünkü bu, onların kalbine huzur ve sevinç sokacak, kendilerini daha iyi hissetmelerine sebebiyet verecektir. Bu bile bir müminin sadaka sevabı kazanması için yeterli bir nedendir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurur ki:

“Kardeşinın yüzüne tebessüm etmen senin için bir sadakadır.” [11]

İşte, Hasan-ı Basri rahimehullah bu sözü ile gerçek anlamda ahlaklı olabilmenin diğer bir ipucunu bizlere vermiştir. Buna göre güler yüzlü ol(a)mayanlar, güzel ahlaklı da olamazlar!

◆ “Güzel ahlak nedir?” sorusu Hasan-ı Basri’den daha sonraları yaşamış olan Abdullah İbni Mubarek’e de sorulmuş, o da bu soruya Hasan-ı Basri’ninkine küçük bir ilave yaparak şöyle cevap vermiştir:

طلاقة الوجه ، وبذل المعروف ، وكف الأذى ، و أن تحتمل ما يكون من الناس

“Güler yüzlü olmak[12], iyi işleri bolca yapmak, eziyet vermekten uzak durmak ve insanlardan gelen sıkıntılara tahammül göstermektir.” [13]

Görüldüğü üzere İbni Mubarek’in rahimehullah tanımında “insanlardan gelen sıkıntılara tahammül göstermek” ilavesi vardır.

Gerçekten de bu ilave, ahlak konusunda çok önemli bir yere haizdir. Çünkü insanların ezasına, cefasına, sıkıntılarına, yanlışlarına, gafletlerine, serkeşliklerine, vurdumduymazlıklarına, aldatmalarına, yarı yolda bırakmalarına… sabredip tahammül göster(e)meyenler, güzel ahlaktan nasiplerine düşen payı alamazlar. Böylelerinin gönülleri geniş olmadığı için İslam davasında hizmetkâr, cemaat arasında yönetici, ümmet arasında lider, aile efradı arasında idareci olmaları söz konusu olamaz. Zira bu yerlerde başı çeken bir konumda olabilmek için mutlaka insanların hatalarına karşı geniş gönüllü olmak, onları affedebilmek gerekmektedir. Tahammül eksikliği olanlar, bunu nasıl başarabilirler ki?

Bu nedenle ahlak konusunda İbni Mubarek’in zikrettiği bu ilaveyi önemsemek ve onunla bezenmek için gayret göstermek gerekmektedir.

◆ “Güzel ahlak nedir?” sorusu İmam Ahmed’e sorulduğunda ise şöyle cevap vermiştir:

أن لا تغضب ، ولا تحقد

“Kızmaman ve kin gütmemendir.” [14]

Diğer bir rivayette onun bu soruya tıpkı İbni Mubarek’in dediği gibi:

 أن تحتمل ما يكون من الناس

“İnsanlardan meydana gelen (sıkıntılara) tahammül göstermendir” şeklinde cevap verdiği nakledilmiştir.[15]

◆ “Güzel ahlak nedir?” sorusu seleften farklı bazı simalara da sorulmuş, onlar da bu soruya şöyle cevap vermişler:

• İnsanlarla güzel geçinmek,

• Onlara kendini sevdirmek,

• Onların zelle ve kusurlarını affetmek,

• Kötülüklerine ve hatalarına sabretmek,

• Sövüp hakaret ettiklerinde aldırış etmemek,

• Merhametli olmak,

• Hayâ ile bezenmek,

• Kibirlenmemek,

• Şiddet göstermemek,

• Öfkelenmemek; şayet öfkelenilse o öfkeyi hemen Allah için yutabilmek,

• Azarlamamak,

• Az konuşmak,

• Boş işlerden yüz çevirmek…

[16]

Bu cevapların hepsi haktır ve her biri ahlakın tanımı içerisine girmektedir. Ama bunların bazıları ahlakın asılları iken, bazıları fürularıdır.[17] Bu ikisi arasında bazı farklar vardır. Yeri gelince bunları göreceğiz inşâallah.

Ahlaka Ara Sıra Muhalefet Etmek Ahlaksızlık Sayılır mı?

Bir ahlakın insanda ahlaka dönüşmüş olması için onun kolaylıkla yapılabiliyor olması şarttır, dedik ve kolaylıkla yapılmayan şeylerin kişide kökleşmiş bir ahlak olmadığını ifade etmeye çalıştık. İşte laf buraya gelince sanırım sizin de aklınıza şu soru takılmıştır: Acaba ara sıra ahlakımıza ters düşecek işleri yapsak bu da ahlaksızlık olur mu? Veya böylesi bir kimse ahlaksız sayılır mı?

Soruyu isterseniz biraz daha anlaşılır hâle getirelim: Yani insan hiç mi kızmamalı, hiç mi öfkelenmemeli, hiç mi kötü konuşmamalıdır? Arada sırada kızsa, öfkelense, cimrilik yapsa, bağırsa, kötü söz söylese, tahammülsüzlük etse vs. bu, o insanı ahlaksız yapar mı?

Bu soruya bu konuda kalem oynatan yazarlarımız şöyle cevap vermişlerdir:

Eğer kişi sürekli değil de nadiren yanlış bir davranış sergiliyorsa her ne kadar o davranış haddi zatında yanlış olsa da bu, o kişiyi büsbütün ahlaksız yapmaz. Çünkü bir şeyin bir insanda ahlak olabilmesi için onu artık kolaylıkla, hiç zorlanmadan ve her an yapabiliyor olması gerekir. Oysa bu adam ahlaka muğayir olan bu davranışını bir seferlik veya nadiren olacak şekilde yapmıştır. İşte bundan dolayı, her ne kadar o davranışı haddi zatında yanlış olup ahlaka ters düşse de böylesi bir kimse hemen ahlaksızlıkla yaftalanmaz, kendisine “bu ahlaksızdır” denilmez. Ta ki bu davranış onda kolaylıkla yapılabilir hâle gelene dek…

Buna göre, her zaman değil ama ara sıra öfkelenen, bazen kızan, kimi özel durumlarda sesi yükselen, çok bunaltıldığında yanlış sayılan bazı davranışlar sergileyen bir kişi, İslam literatüründe “ahlaksız” değildir.

Siz bir şeyi yaptığınızda, onu nasıl yaptığınıza ve yaparken zorlanıp zorlanmadığınıza bakın. Bunu hem olumlu vasıflar hem de olumsuz vasıflar için uygulayın. İşte o zaman ahlakla alakalı durumunuzu kendiniz tespit eder, ahlaklı olup-olmadığınıza bizzat siz karar verirsiniz.

Bazen sahabe içerisinde bile yapılmaması gereken işleri yapan, söylenmemesi gereken sözleri söyleyen, kızılmaması gereken durumlarda kızan insanlar çıkmıştır. Mesela, bir defasında Yahudiler Peygamberimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem huzuruna girmişler ve girerken “es-selamu aleykum” demek yerine, “Yok olasıca!” anlamına gelen “es-sâmu aleykum” demişlerdi. Bunu duyan Aişe validemiz çok öfkelenmiş ve onlara lanet etmeye başlamıştı. Onun bu öfkeli ve lanetçi tavrını gören Efendimiz: “Hayırdır ey Aişe, ne yapıyorsun?” diyerek ona öfkesinin sebebini sormuş, o da: “Ne dediklerini duymuyor musunuz ya Rasûlallah?” diye karşılık vermişti. Rasûlullah onlara nasıl cevap verdiğini Aişe annemizin anlamadığını fark edince: “Sen benim onlara ne dediğimi duymadın herhâlde? Ben de onlara ‘Sizin de üzerinize olsun’ diyerek cevap verdim.” buyurmuş, sonra da Aişe annemizin tavrının yanlış olduğunu, orada hemen öfkelenmemesi gerektiğini şu sözleri ile dile getirmişti:

مَهْلًا يَا عَائِشَةُ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الرِّفْقَ فِي الْأَمْرِ كُلِّهِ

“Hemen kızma ey Aişe! Şüphesiz Allah her işte yumuşaklıkla davranılmasını sever.” [18]

Görüldüğü üzere Aişe annemiz burada Rasûlullah’ın değerlendirmesine göre kızmaması gerektiği hâlde kızmıştı. Lakin onun bu öfkelenmesi onu ahlaksız yapmadığı gibi, böyle anılmasına da sebebiyet vermedi.

Buna bir örnek daha verelim: Uyeyne b. Hısn radıyallahu anh, Müellefe-i Kulup’tan, yani kalpleri İslam’a ısındırılarak dine girenlerden biri idi. Bir ara Medine’ye gelip yeğeni Hurr b. Kays’a misafir olmuştu. Bu zat, huyu ve ahlaki yapısı itibariyle sahabe içerisinde kendisiyle anlaşılması oldukça zor olan kimselerdendi. Yeğeni Hurr b. Kays ise onun tam tersine muhteşem bir ahlaka sahipti ve ilmî yeteneklerinden dolayı genç yaşına rağmen Ömer’in radıyallahu anh istişare heyetine katılmayı başarabilmişti. Onun bu konumu nedeniyle Uyeyne b. Hısn, yeğeni Hurr b. Kays’a:

“_ Yeğenim! Senin halife yanında önemli bir yerin vardır. Beni kendisiyle görüştürsene, dedi.

Hurr da onun ne yapacağını hiç düşünmeden Ömer’den izin aldı. Uyeyne Ömer’in yanına girince:

_ Ey Hattab’ın oğlu! Allah’a yemin ederim ki sen bize fazla bir şey vermiyor, aramızda da adaletle hükmetmiyorsun, dedi.”

Bu söz Ömer’i radıyallahu anh oldukça öfkelendirdi ve sırf bu sözünden dolayı Uyeyne’nin üzerine yürüyüp onun canını yakmak istedi.

Tam o arada Hurr b. Kays devreye girdi ve:

“_ Ey müminlerin emiri! Allah, Peygamberine ‘Af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.’ [19] buyuruyor. Benim bu amcam da cahillerdendir, dedi.”

Hurr radıyallahu anh bu ayeti okuyunca Ömer radıyallahu anh, öfkesine hâkim oldu ve Uyeyne’yi cezalandırmaktan vazgeçti. Çünkü Ömer, Allah’ın kitabına son derece bağlı idi.[20]

Bu rivayette de aslında söylenen yanlış sözlere hemen kızılmaması gerektiği hâlde, Ömer’in radıyallahu anh aşırı bir şekilde kızdığını ve neticesinde karşısındaki sahabiyi cezalandırmaya teşebbüs ettiğini görüyoruz. Ömer’in anlık bu tepki ve kızgınlığı onu ahlaksız yapmadığı gibi, böyle anılmasına da sebebiyet vermedi. Çünkü –üstte de dediğimiz gibi– bir insanın ahlaksız olabilmesi için bir şeyi sürekli ve kolaylıkla yapabilir olması gerekiyordu.

Bu noktada ahlakın farklı konuları üzerinden sahabeden nakledilen daha onlarca örnek zikretmek mümkündür.

Demek ki bazen biz de kızılmaması gereken bir yerde kızabilir, yapmamamız gereken bazı yanlış davranışları yapabiliriz. Bunları ara sıra aslında yapmak istemediğimiz hâlde yapmamız bizi ahlaksız kılmayacağız gibi, böyle kabul edilmemizi de gerektirmez.

İşte burası gözden kaçan ve belki bazen yanlış değerlendirilen bir noktadır. Bazen insanlar öfkelendiğinde, yanlış bir şeyler söylediğinde veya ahlaka muhalif bazı tutumlar sergilediğinde hemen seni ahlaksızlıkla itham ederler. Oysa bu doğru değildir; ahlaksız olabilmek için bunu sürekli hâle getirmek ve kolaylıkla yapabilir olmak gerekir.

Söz buraya gelince hemen altını çizelim ki bu cümlelerimizden “ara ara yanlış şeyler yapabiliriz” şeklinde yanlış bir çıkarım yapmak doğru olmaz; zira bu bir istisnadır ve istisnalardan anlam çıkarıp üzerine bazı şeyleri bina etmek ya kalplerinde eğrilik olanların ya da art niyetlilerin işidir. Temiz kalplerin böyle şeyler yapması asla söz konusu olmaz. Onlar, istisnalar üzerine genel hükümlerin bina edilmeyeceğini bilir ve asıl hükme ram olup istisnaları yerinde ve miktarınca kullanırlar.

Burada son olarak bir noktaya daha dikkat çekip başlığımızı sonlandıralım: Bir insan, İslam tarafından güzel sayılan bir ahlaka sahip iken yaşadığı çevrenin, olayların, insanların veya ortamların etkisiyle bu ahlakına ters düşecek bir şeyi artık sürekli yapmaya başlarsa bu, onda var olan o güzel ahlakı zamanla[21] bozacaktır. Mesela, aslen sabırlı olan ve öfkesini kontrol altına almayı kolaylıkla becerebilen bir insan, zamanla öfkeye açılan kapıları zorlar ve kızmayı gerektiren bir durumla karşılaştığında sabretmek yerine öfkelenmeyi, tahammül yerine de tepkiyi tercih ederse bu çok kısa bir süre sonra onda ahlaka dönüşecek ve sabırlı olan o şahıs artık –istese de istemese de– öfke ahlakıyla ahlaklanmış olacaktır.

 Yine örneğin aslen cömert olan ve başkalarıyla mal paylaşmayı kolaylıkla becerebilen bir insan, zamanla cimriliğe meyledip harcanması gereken yerlerde bile vermek yerine elde tutmayı tercih ederse bu tutum çok kısa bir süre sonra onda ahlaka dönüşecek ve aslen cömert olan o şahıs artık cimrilik ahlakıyla ahlaklanacaktır.

İffetli birisi için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Adam aslında çok utangaç ve hayâlıdır. Müstehcen şeylere, yanlış tekliflere, uygunsuz söz ve hareketlere karşı kalbinde müthiş bir utanma duygusu, çok hoş bir hayâsı vardır. Ama bu şahıs kalbinde var olan bu duyguyu köreltir ve zamanla uygunsuz olan bu işlere yönelirse aradan fazla geçmez bu hayâsızlıklar artık ona normalmiş gibi gelir ve bir daha bu tür şeylerden dolayı kalben utanç hissetmez.

Bu sayılanlar, olumludan olumsuza doğru meyle yönelik misallerdir. Bunun tam zıttı misaller de verebiliriz. Örneğin, adam çok öfkelidir. Normal şartlarda öfkesini kontrol altına almayı beceremez. Ama bu şahıs değişime karar verir, sabırlı olması gerektiğine inanır ve öfkeleneceği bazı olaylarda da bu inancı gereği sabır gösterirse artık sabır yavaş yavaş o insanda ahlaka dönüşür. Bu tarz antrenmanlarla kişi sabır ehli birisi olabilir.

Cimri, iffetsiz, kindar, hasetçi, kibirli, kendini beğenmiş, zalim, gaddar, hak yiyen… insanlar için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

İşte bu anlattığımız meselede önemli olan husus, bir şeyi sürekli yapmaya endekslenmek veya kalpte sürekli yapma niyeti ve eğilimi taşımaktır. Kişi, bu niyeti gönlünde bulundurduğu sürece artık o şey onda çok kısa sürede “alışılmış huy” olarak kendisini gösterecektir. Zaten ahlak dediğimiz şey de bu değil midir?

Bu nedenle, olumlu veya olumsuz bir ahlaka sahip olmak istiyorsanız yapacağınız en mühim şey onu sürekli yapmaya kendinizi alıştırmanızdır. Bunu becerdiğinizde artık o şey sizde ahlak olarak kendisini dışa vuracaktır. Velev ki siz istemeseniz bile…

■■■

Rabbim hepimize ahlakı doğru bir şekilde anlayıp uygulamayı nasip etsin. Güzel ahlakla ahlaklanmayı bizlere kolay kılsın. (Allahumme âmin)

Ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn

 

[1]       .   Bk. el-Ahlaku’l-Fâdıle, Abdullah er-Ruhaylî, s. 100.

[2]       .   Aynı yer.

[3]       .   Şerhu Dîvani’l-Mutenebbî, s. 280.

[4]       .   el-Ahlaku ve’s-Siyer fî Mudâvati’n-Nefs, İbni Hazm, s. 18, 19.

[5]       .   “Ahlak” kelimesi Arapçada “خُلُق/huluk” kelimesinin çoğuludur. “Yaratılış” anlamına gelen “خَلْق/halk” kelimesi ile aynı köke mensuptur. “خَلْق/Halk” kelimesi, insanın daha çok dış görünüşüyle, fizikî yapısıyla alakalı şeyler için kullanılırken, “davranışların kaynağı” anlamına gelen “خُلُق/huluk” kelimesi ise insanın daha çok manevî dünyasıyla, iç âleminde var olan vasıflarıyla alakalı olarak kullanılmaktadır. Aslında her iki kelime de aynı anlama gelmektedir. Ancak aralarında şöyle latif bir fark oluşmuştur: “خَلْق/halk” kelimesi, insanın gözü ile görülebilen dış eşkaline, fizikî yapı ve suretine; “خُلُق/huluk” kelimesi ise basiretle idrak edilebilen kalbî davranışlarına, manevî yönlerine söylenir. Yani ikisi arasında sıkı ama latîf bir bağ vardır.

[6]. Teshîlu’n-Nazar ve Ta’cîlu’z-Zafer, s. 5.

[7]. S. 113.

[8]       .   Bu soruları dikkatlice değerlendirdiğimizde ahlaki açıdan ne kadar eksik olduğumuzu hemen fark ediyoruz. Büyüklerimizin, davetçilerimizin, öncü şahsiyetlerimizin ve hatta âlimlerimizin bile –maalesef– bu noktada sınıfı “takdirle” geçemediklerine şahitlik ediyoruz. Buradaki şeyleri biz yazdığımız için sanki dört dörtlük bunlara riayet ettiğimiz gibi bir şey algılanmamalı; biz de bu konularda zaaflar yaşıyor, sıkıntılar çekiyor, sürekli bir mücadele içerisinde eksikliklerimizi tehzip edip düzeltmek için boğuşup duruyoruz. Rabbim, başta nefsim olmak üzere tüm kardeşlerimize, âlimlerimize, hocalarımıza, davetçilerimize, eşlerimize, çocuklarımıza güzel ahlakla bezenmeyi nasip etsin ve bu ahlak ilkelerini hayatımızda uygulamayı son derece kolaylaştırsın. Allahumme âmîn.

[9]       .   el-Âdabu’ş-Şer’iyye, İbni Muflih, 2/216.

[10]      .   Hemen belirtelim ki buradaki “insanlar” lafzı ile kastımız tüm insanlar değildir; insani ilişkiler içerisinde kendileri ile güzel geçinmemiz emredilen kimselerdir. Çünkü insanlardan bazıları vardır ki küfürleri, şirkleri ve İslam’a olan düşmanlıkları nedeniyle şer’an kin, nefret ve düşmanlığı hak etmektedirler. Onlara bu saydıklarımızı beslemek, günah olması bir yana, imanın bir rüknü, bir vecibesi ve en sağlam kulpudur. Dolayısıyla buradaki kastımızı “Kur’ân ve sünnette buğuz ve düşmanlıkları gerekli görülmeyen normal insanlar” şeklinde anlamak gerekir.

[11]      .   Tirmizi rivayet etmiştir.

[12]           .      Tirmizi’nin rivayetinde bu ibare ” بسط الوجه ” şeklinde nakledilmiştir. Bk: Sünenu’t-Tirmizi, 2005 numaralı rivayet.

[13]      .   Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem, İbni Receb el-Hanbeli, s. 254. Tanımdaki ilave “Nadratu’n-Naîm fî Mekârimi Ahlaki’r-Rasûli’l-Kerîm” adlı eserde geçmektedir. Bk. 5/1584. Ancak her ne kadar kitapta bu ilave İbni Receb’in “Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem” adlı eserine dayandırılsa da biz bunun İbni Mubarek’e nispetini mezkûr kaynakta bulamadık. Bu ilave, adı geçen kaynakta Ahmed b. Hanbel’in sözü olarak aktarılmaktadır. Bk. “Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem, s. 254.” Bu alanda kaleme alınan birçok kaynakta da aynı nispet yapılmaktadır; lakin dediğimiz gibi bu nispetin İbni Receb’in rahimehullah kitabında İbni Mubarek’in sözü olarak geçtiği doğru değildir.

[14]      .   Tuhfetu’l-Ahvezî, 5/414.

[15]      .   Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem, İbni Receb el-Hanbelî, s. 254.

[16]      .   Bu maddelerin bir kısmı “Nadratu’n-Naîm fî Mekârimi Ahlaki’r-Rasûli’l-Kerîm” adlı eserden iktibas edilmiştir. Bk. 5/1584.

[17]      .   Ahlakın asılları ve füruları hakkında ilerleyen yazılarda inşallah detaylı bilgi verilecektir.

[18]      .   Buhari rivayet etmiştir.

[19]      .   7/A’râf, 199.

[20]      .   Buhari rivayet etmiştir. Aslı için bk. 4642.

[21]      .   Uzmanların belirttiğine göre bir insan, kendisinde var olan olumlu veya olumsuz bir huyu değiştirmek istiyorsa veya diğer bir ifadeyle bir şeyi bilinçaltına sokarak artık ona sahip olmayı arzuluyorsa 6 ila 21 gün arası o şeye düzenli bir şekilde devam etmesi gerekmektedir. Yani kimi insanlar bu yeni huya 6 gün içerisinde alışıp sahip olabilirken, kimileri ise buna 21 güne kadarki süre zarfında alışıp sahip olmaktadır. Bu nedenle iyi veya kötü hangi huya sahip olmak istiyorsanız, bu süre zarfında onun üzerinde durun. Neticesinde göreceksiniz ki o şey artık sizde huya dönüşmüştür. Bir süre kendinizi sövmeye alıştırın veya söven birilerine üç beş gün takılın, istemeseniz bile artık siz de sövmeye başlarsınız. Buna mukabil ilmi, zikri, cihadı, infakı vs. dilinize dolayın yahut bunları seven ve her daim gündem eden insanlarla bir süre haşır neşir olun, istemeseniz de artık siz de bu hayırlı amelleri konuşmaya ve gündem etmeye başlarsınız. İşin özü, bir şeyi bir müddet yapmakta saklıdır. Bunu yapanlar kısa sürede ona sahip olurlar.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver