Kullarını başıboş bırakmayarak onları en faydalı olana hidayet eden Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd olsun. Dinin kendisiyle tamamlandığı Muhammed’e salât ve selam olsun…
Hiç şüphesiz kendimiz için istediğimiz hayırları İslamî hareket mensupları için temenni ediyor, sakındığımız ve kendinden Allah’a sığındığımız kötülüklerden onlar için de korkuyoruz.
Şerrinden tüm Rasûllerin Allah’a sığındığı bir zaman dilimini yaşıyoruz. Fitnelerin allanıp pullandığı, kavramların ters yüz edildiği, akıl sahiplerini şaşkına çeviren karanlık gecenin, zifiri zulmetiyle boğuşuyoruz. Bu durum Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem müminlere bildirdiği fitnelerin ta kendisidir. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor;
“Ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz Cahiliye devrinde şer içerisinde idik. Allah bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı?’ diye sordum. ‘Evet var!’ buyurdular. Ben tekrar: ‘Peki bu şerden sonra hayır var mı?’ dedim. ‘Evet, var! Fakat onda duman da var’ buyurdular. Ben: ‘Duman da ne?’ dedim. ‘Öyle insanlar olacak ki Sünnetimden başka bir sünnet edinir; hidayetimden başka bir hidayete tabi olurlar Bazı işlerini iyi (ma’rûf) bulursun, bazı işlerini kötü (münker) bulursun’ buyurdular. Ben tekrar: ‘Bu hayırdan sonra başka bir şer kaldı mı?’ diye sordum. ‘Evet!’ buyurdular. ‘Cehennem kapısına çağıran davetçiler var. Kim onlara icabet ederek o kapıya doğru giderse, onlar bunu ateşe atarlar’ buyurdular. Ben onları bize tanıt dedim. O: ‘Onlar bizim cildimizden olup bizim dilimizle konuşurlar’ dedi. Ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Ben (o güne) ulaşırsam, bana ne emredersiniz?’ dedim. ‘Müslümanların cemaatine ve imamlarına uy, onlardan ayrılma.’, ‘O zaman ne cemaat ne de imam yoksa?’ dedim. ‘O takdirde bütün fırkaları terket (kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette kal’ buyurdular.” (Buhari, Müslim)
Bir başka hadisinde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
”Karanlık gecelerin fitneleri misali fitneler vuku bulmadan amellerde acele ediniz. O fitneler vuku bulduğunda insanlar kafir olarak sabahlayacak Müslüman olarak akşamlayacaklar, Müslüman olarak sabahlayıp kafir olarak akşamı edeceklerdir. İnsanlar dinlerini az bir paha karşılığında satacaklar.” (Müslim, Tirmizi)
Ürkütücü fitnelerin vuku bulacağı muhakkak. Çünkü bunu haber veren, konuştuğu vahiyden başka bir şey olmayan, sadık ve mesduk Nebi. Burada düşünülmesi gereken şey, bu fitnelerin vuku bulduğu dönemde kişilerin ve hareketlerin konumudur. İnsan bildiği şeyin doğrusunu yapacağına şartlamıştır kendini. Adeta fitnelere dair bilgi sahibi olmasını, onlardan korunacağına delil sayar. Oysa bu şer’an doğru olmadığı gibi vakıa olarak da doğrulanmamıştır.
Örneğin, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, Deccal’den haber vermiş ve ona karşı ümmetini uyarmıştır. Ümmetin ona dair bilgi sahibi olması, ondan korunacağı anlamına gelmez. Şeriat, insanların çoğunun onun eliyle helak olacağını haber vermiştir.
“Rasûlullah: ‘Allah’ın gönderdiği hiçbir Nebi yoktur ki, ümmetini Deccal hakkında uyarmış olmasın. Nuh da ondan sonraki Nebiler de kavimlerini uyarmıştır. O sizin aranızda çıkacaktır. Onun işinden hiçbir şey size gizli kalmamıştır. Rabbinizin kör olmadığı size gizli kalmamıştır. Deccal ise sağ gözü şaşıdır. (Diğeri) sanki içi çıkarılmış üzüm tanesi gibidir.’ ” (Buhari)
Başka bir hadiste;
”Deccal zuhur eder. Mü’minlerden bir adam ona doğru yönelir. Deccal’in askerleri: ‘Nereye gitmek istiyorsun?’ diye sorarlar. O genç: ‘Şu çıkana gidiyorum’, der. Onlar: ‘Yoksa sen rabbimize iman etmiyor musun?’ derler. O genç: ‘Rabbimizde gizlilik yoktur’, der. Bunun üzerine: ‘Onu öldürün’, derler. Sonra onlardan bir kısmı diğerlerine: ‘Rabbiniz kendisinin haberi olmadan birini öldürmenizi yasaklamadı mı?’ derler. Onu Deccal’e götürürler. Mümin onu gördüğü vakit:
‘Ey insanlar! Bu Rasûlullah’ın haber verdiği Deccal’dir, der. Deccal emreder, o mümin karnı üzere yere yatırılır. Döve döve sırtı ve karnı genişletilir.
Deccal: ‘Bana iman etmiyor musun?’ diye sorar. O mümin: ‘Sen çok yalancı Mesih Deccal’sin’, der. Deccal emreder, o mümin başının ortasından iki ayağının arası ayrılana kadar testere ile kesilerek ayrılır. Sonra Deccal bu iki parça arasında yürür. Sonra: ‘Kalk’, der. O mümin dikilerek eski halini alır. Sonra Deccal: ‘Bana iman etmiyor musun?’ diye sorar. O mümin: ‘Senin hakkında kanaatimi artırmaktan başka bir şey yapmadım’, der. Sonra:
‘Ey insanlar! Deccal bunu benden başka hiç kimseye yapamayacaktır’, der. Onu kesmek için Deccal tutar, boynu ile köprücük kemiği arası bakır bir levha haline gelir. Onu elleri ve ayaklarından tutar ve onu atar. İnsanlar onu ateşe attığını sanırlar, ancak cennete atılmıştır.
Rasûlullah: ‘Bu mü’min âlemlerin Rabbi katında şehadeti en yüce olandır’ buyurdu.” (Müslim)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve tüm Peygamberler ondan haber verip sakındırmalarına rağmen zuhur ettiği zaman insanlar onu tanımayacak ve ona iman edeceklerdir. O kadar insan arasından bir genç dışında ona karşı gelecek kimsenin bulunmayışı da üzerinde durulması gereken konulardandır.
Vakıa olarak da bu böyledir. Çoğu zaman doğrusunu bildiğimiz şeylerde hevaya uyarak veya gafletten dolayı yanlış olanı yaparız.
Bundan dolayı ahir zaman fitnelerini bilmek, onlardan korunmak için yeterli değildir. Maalesef İslamî hareketler bu anlamda muhasebeye önem vermiyor ve menheclerini gözden geçirmiyorlar. Yapılan uyarı ve nasihatlere, bildiğimiz konular diyerek kulak tıkıyorlar.
Rasûllerin dahi Allah’a sığındığı ve ümmetlerini uyardıkları bu fitneler bireysel ve cemaatsel olarak gündemimizde olmalıdır. Yol gösterenlerin şerrinden emin olmak ve bunu kendinden uzak görmek İslami bir şuurla izah edilemez. Bu imanın verdiği emniyet, İslam’ın getirisi olan selametten ziyade ‘Allah’la aldanmak’ olarak ifade edilebilir.
Ters Yüz Edilmiş Kavram: Maslahat
Allah Rasûlü’nün sakındırdığı bu fitnelerin başında hevaya tabi olmak gelir. O sallallahu aleyhi ve sellem insanları gecesi dahi aydınlık olan bir yol üzere terk etti. İnsanları cahiliyenin cehaletinden ve nefsin hevasından kurtarıp vahiyle tanıştırdı. Ancak insî ve cinnî şeytanlar boş durmadılar. Cehennem kapısında durup İslam’ın dilini ve rengini kullanarak insanları onun yolundan alıkoydular. Bu yöntemlerden biri de maslahattı. Çünkü maslahat şer’i bir kavramdı. İslam alimleri tarafından kullanılmış ve dinin nasıl anlaşılması gerektiğine dair yazılan usul kitaplarında konu olarak incelenmişti. Ancak onların kastettikleri maslahat İslam’ın gözettiği ve alimlerin zikrettiği maslahat değildi. Onlar İslam’ın yasakladığı ve mefsedet dediği şeylere maslahat kılıfı giydirerek, insanları Allah’a giden yoldan alıkoyup saptırdılar.
Evet, maslahat İslamî bir kavramdı. Allah subhanehu ve teâlâ koyduğu tüm hükümlerde kulları için maslahatlar kılmış veya onlardan bazı zararları def etmişti.
“Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği, yakın akrabaya vermeyi emreder. Kötülük, fuhşiyat ve haddi aşmayı yasaklar.” (16/Nahl, 90)
(Şeriatın tüm emirleri insanları adalet, iyilik ve yardımlaşmaya götürür. Bu da maslahat dediğimiz şeyin ta kendisidir. Yasakladıkları ise onları kötülük, fuhşiyat ve birbirlerine zulmetmekten alıkoyar. Bu da mefsedet dediğimiz şeyin ta kendisidir. İslam bunları bize emredip yasaklamakla beraber koyduğu tüm kanunlarda bu maddeleri gözetmiş ve şeriatını bu esaslar üzere bina etmiştir. Buna binaen İslam alimleri: ‘İslam’ın tüm emir ve yasaklarında beş şey gözetilmiştir’ demişlerdir. Din, can, namus, mal ve akıl… Var olan tüm kurallar bu beş maddenin faydası için konulmuş, yasaklananlar ise bunlara gelecek zararları önlemek içindir. İmam Şatibi rahimehullah zikrettiğimiz bu esas için ‘bütün ümmetler ittifak etmiştir’ diyerek konunun tüm şeriatlarda kabul gören zaruri bilgi cinsinden olduğuna dikkat çeker. Bkz. Muvafakat, 1/31.)
“Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (21/Enbiya, 107)
Rasûl’ün rahmet olması onun getirdiği şeriatın rahmet olmasıyla mümkündür. Aksi halde teklif yüktür ve insanı zorlar. Ancak bizler bu ayetle anlıyoruz ki? İslam’ın getirdiği kurallar kullar için rahmettir.
“Bu Kur’an yakinen inanlar için açık bir yol, hidayet ve rahmettir.” (45/Casiye, 20)
Kur’an’ın bu sıfatlara sahip olması onun içerdiği maslahatlar ve insanları koruduğu zararlardan dolayıdır.
İmam Şatibi rahimehullah: ‘Şeriatı düşünen onun kulların maslahatını yerine getirmek, onlardan zararı def etmek veya her ikisini birden sağlamak üzere kurulduğunu görecektir.’ (Muvafakat, 1/199.)
Burada en önemli olan soru; maslahatın ne olduğudur. Maslahat kulların akıllarına mı bırakılmıştır, yoksa Allah tarafından mı belirlenmiştir? İslamî hareket, dine hizmet ederken seçimlerinde serbest midir? Yoksa kul olma hasebiyle şeriat üzere mi hareket etmelidir?
İslam Alimlerinin Maslahata Bakışı
İmam Şevkani ‘İrşadu’l Fuhul’ adlı eserinde maslahatla alakalı alimlerin görüşlerini şöyle sıralamıştır:
‘1. Cumhur maslahatla amel edilmesini mutlak olarak men etmiştir.
2. Bazı alimler mutlak olarak cevaz verdiler. Bu görüş Malik’ten de nakledilmiştir.
3. İslam’ın gözettiği asıllardan birine uygunsa onunla amel edilir. Aksi halde edilmez. İmam Cuveyni bunu İmam Şafi’den ve Hanefilerin çoğunluğundan nakil etmiştir.
4. Bu maslahat zaruri, kat’i ve külliyse (aşağıda açıklamaları gelecektir) itibar edilir, aksi halde edilmez. Bu Gazali ve Beydavi’nin tercihidir.’ (Muvafakat, 1/199.)
Öncelikle belirtmeliyiz ki maslahat delili alimler arasında amel edilme ve edilmeme noktasında ihtilaflıdır. Cevaz veren alimler mutlak olarak cevaz vermemiş belli kayıtlar zikretmişlerdir. Günümüzde maslahat deliliyle amel edecek olanların bu kayıtların dışına çıkmaması elzemdir. Çünkü maslahat ile heva arasında veya nefsini ilah edinme kavramıyla maslahat arasında ince bir çizgi vardır. Bundan kurtulmanın yolu şeriatın gözettiği kurallar çerçevesinde maslahatla amel etmektir.
Gazali rahimehullah: ‘Maslahatın geçerli olması onun kat’i, zaruri ve kulli olmasıyla mümkündür.’ (Mustasfa, 1/176.) der.
İmam Zerkeşi usul ansiklopedisi kabul edilen ‘Bahru’l Muhit’ isimli eserinde, İmam Şevkani ‘İrşad’ında: ‘Zaruriden kasıt; maslahatın İslam’ın gözettiği beş esastan birine uygun olmasıdır.
Kulliden kasıt; bireylerin değil tüm Müslümanların maslahatına olmasıdır.
Kat’i’den kasıt; umulan maslahatın kesin olması zanna dayalı olmamasıdır.’ (8/86) diyerek şartlarını açıklamışlardır.
Vehbe Zuhayli ‘Usulu’l Fıkh İslami’ adlı eserinde: ‘Malikiler ve Hanbeliler maslahatla amel edilebilmesi için üç şart zikrettiler,
1. Şeriat koyucunun gözettiği maksatlara uygun olacak. Yani maslahat, asıllardan bir asılla, bir nasla veya kat’i delille çakışmayacak.
2. Zatında makul olacak. Yani vehme dayalı bir maslahat olmayıp, vuku bulması kesin olacak.
3. Tüm insanları kapsayacak.’ (2/77-78, özetle.)
Bu konuyu tahkik etmek adına eser yazan Ramazan el-Buti ‘Davabitu’l Maslaha’ adlı eserinde (Her ne kadar koyduğu kaideleri çiğneyip ömrünü tağutların arşını sağlamlaştırmaya adayan bir belam olsada…)maslahatın İslamî olabilmesi için beş kayıt zikretmiştir.
‘1. Şeri makasıdlardan birinin altına girmesi. Bundan kastımız İslam’ın gözettiği zarureti hamse diye bilinen din, can, namus, mal ve aklın korunmasıdır.
2. Maslahat olarak görülen şey Kur’an ayetlerinden birine muhalif olmayacak. Bunun delili, hem akıl hem de şeraittir.
Akli delil; maslahatların bilinmesi ancak şeriatla olur. (Fetret döneminde şeriat yoktu. İnsanlar kendileri için maslahat olan bazı şeyler belirlediler. Kız çocuklarını diri diri gömmek, kadınlara mirastan hak vermemek, nesep ve aile bağlarıyla üstünlük, kumar, içki vb. Bunlar insanlara göre onların maslahatınaydı. Fakat şeriat bunların hepsini iptal etti. Bunların maslahat değil bilakis mefsedet olduğuna hükmetti. Bu da şeriat olmaksızın veya şeriata rağmen tespit edilen maslahatın batıl olduğunu gösterir. Şayet bir maslahat şeriata aykırıysa buna itibar etmek aklen mümkün değildir.)
Şer’i delil; Kur’an sarih olarak Allah’ın emirlerine yapışmayı ve onun yasakladığı şeylerden kaçınmayı emretmiştir.
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların arzularına uyma ve seni Allah’ın indirdiği şeylerin bir kısmından uzaklaştırmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah onları bazı günahlarından dolayı bir belaya çarptırmak istemektedir. Gerçekte insanların çoğu fasıktırlar.” (5/Maide, 49)
“Biz, Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için hak üzere sana kitabı indirdik. Hainlerin savunucusu olma!” (4/Nİsa,105)
“..Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendisidir.” (5/Maide, 44)
Bunun sünnetten en açık delili ise;
İbni Abbas’tan rivayet edilen Hilal bin Ümeyye ve hanımı arasında geçen kıssadır.
“Hilal bin Ümeyye hanımının Şüreykle zina yaptığını iddia etti. Ancak kendi dışında şahidi yoktu. Allah Rasûlü: ‘Dört şahit getirmezsen iftira cezasına çarptırılırsın’ dedi. Hilal: ‘Vallahi Allah benim doğru söylediğimi biliyor ve mutlaka beni tasdik eden bir şey indirecektir.’ Bunun üzerine şu ayetler indi:
“Eşlerine (zina suçu) atıp da kendilerinden başka şahitleri bulunmayanlardan birinin şahitliği ise kendinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna Allah’ı dört kere şahit tutmasıdır. Beşincisinde; eğer yalancılardansa Allah’ın lanetinin muhakkak kendi üzerine olmasını (diler). Kadının da onun mutlaka yalan söyleyenlerden olduğuna Allah’ı dört kere şahit tutması üzerinden cezayı kaldırır. Beşincisinde; eğer o doğru söyleyenlerdense Allah’ın lanetinin muhakkak kendi üzerine olmasını (diler).” (24/Nur, 6-9)
Hilal ve hanımı Allah Rasûlü’nün huzurunda lanetleştiler. Allah Rasûlü ashabına:
‘Bu kadına bakın eğer gözleri sürmeli, kalçaları dolgun, baldırı kalın bir çocuk doğurursa Hilal doğru söylüyordur. Bu çocuk Şüreyk’e aittir.’
Kadın çocuğu doğurunca Allah Rasûlü’nün vasfettiği şekilde doğdu. Bunun üzerine Peygamber:
‘Eğer Allah’ın kitabında lian hükmü olmasaydı ben bu kadına yapacağımı bilirdim’ dedi.” (Buhari)
Allah Rasûlü yakinen emin olmasına rağmen Allah’ın kitabı cezayı düşürdüğü için ceza uygulayamamıştır.
3. Sünnete muhalif olmamalıdır. Mütevatir olan sünnete muhalif olan kesinlikle maslahat değildir. Ahad habere muhalif olana gelince bunda tafsilat vardır.
4. Kıyasa muhalif olmayacak.
5. Kendinden daha önemli bir maslahatın elden kaçmasına sebebiyet vermeyecek. Bundan kastımız şeriatın gözettiği maslahatların derece derece olduğudur. Maslahatlar bir araya toplandığında en önemli olanı öncelenir diğerleri ertelenir. Bunun sırası, din, can, akıl, nesil ve mal şeklindedir.’ (126-283, özetle.)
Buraya kadar yaptığımız nakillerden anlaşılan şudur;
1. Maslahat konusu ihtilaf edilmiş meselelerdendir.
2. Cevaz veren alimler çok ince kayıtlar zikretmişlerdir. İnsanı hevasını ilah edinmekten kurtaracak bu kayıtlar, maslahatın İslamî olmasında önemlidir.
3. Maslahat olarak tespit edilen şey netice itibariyle Allah’ın bir emrine ve yasağına aykırı olmamalıdır. Bu hem aklen hem de şer’an kabul edilemez. Çünkü şeriat olmaksızın aklın müstakil olarak maslahat belirlemesi güçtür. İslam uzun fetret döneminden sonra insanların tespit ettiği çoğu maslahat ve mefsedeti iptal etmiştir.
4. Maslahat meselesi kulluktan ayrı düşünülemez. Müslüman Allah’ın kuludur. Ve kulluğu gereği hayatının fayda ve zararını kendi hevası veya toplumsal kabuller değil Kitap ve Sünnet yani vahiy belirler.
5. Maslahatlar mertebe mertebedir. Bunlardan en önemli olan diğerlerine takdim edilir. Ki sıralamada en önde olan dinin maslahatıdır. Bunun en kuvvetli delili cihattır. Cihadın meşru kılınma illeti Allah tarafından belirlenmiştir.
“Yeryüzünde fitne/şirk kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya dek onlarla savaşın.” (8/Enfal, 39)
Savaş esnasında İslam’ın koruma altına aldığı canlar, mallar, namuslar telef olabilir. Ancak Allah’ın yanında en büyük maslahat dinin maslahatı olunca, bunları feda etmiş dinin maslahatını öncelemiştir.
Maslahatla amel edecek hareketlerin bu kayıtlardan azade davranması felakettir. Maalesef vakıada yaşanan da budur. Hareketler İslamî bir kavram olarak maslahata tutunuyorlar. Takip ettikleri metodun İslamîliğini tabilerine usul kitaplarında var olan başlıklarla ispat ediyorlar. Ancak içini doldurmuyorlar. Tespit ettikleri maslahatlar genelde Allah’ın emir ve yasaklarıyla taban tabana zıt oluyor. Ayrıca kesinliği ve tüm Müslümanlara faydası olmuyor. Cemaatsel ve mahalli maslahatlar oluyor. Allah’ın öncelediği din maslahatını erteleyip, dinlerine zarar vermek pahasına vakıada fayda gördükleri şeylerle amel ediyorlar.
Bunun inkar edilemez şahidi İslamî parti meselesidir. Aslında yapılanın yanlış olduğunu, Nebevi metoda uygun olmadığını onlar da biliyor. Ancak Müslümanların maslahatı ve hizmetlerini rahat icra etmek adına bu işe kalkışıyorlar. Genel olarak İslam’ın maslahata cevaz verdiğini öne sürüyorlar.
İslamî parti demek, demokratik seçimlere katılmak anlamına geliyor. Yani çoğunluğun doğru dediği doğru, yanlış dediği yanlış olmuş oluyor. Bu yaptıklarıyla zımnen kendilerinin de Müslüman olarak görmedikleri yönetimlerin meşruiyetini ikrar etmiş oluyorlar. Çünkü kendilerinin seçilmeyi umut ettikleri yöntem, bir başkasının da seçilmesinin yoludur aynı zamanda.
Rabbleri kitabında:
“Hüküm yalnızca Allah’ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmenizi yasakladı. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmez.” (12/Yusuf, 40) buyuruyor.
Onların altında çalışacakları ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ şiarı küfrün ayetlerinden bir ayettir. Ve bu hakkın Allah’tan başkasına verilmesi, Allah’ın dışındaki varlıklara ibadet edilmesi ve onları Rabb edinmektir.
“O hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” (18/Kehf, 26)
“Yoksa Allah’ın izin vermediği konularda onlara kanunlar yapan ortakları mı vardır.” (42/Şura, 21)
Onlar biliyorlar ki yönetime geldikleri takdirde Allah’ın haram kıldığı faiz onların ekonomisi, haram kıldığı zina 18 yaşından büyük herkese helal olacak. Ve bu işletmeler onlara bağlı olarak çalışacak. Haram olan içkinin ruhsatını onlar verip, vergisini onlar alacak. Sonra da tespit ettikleri bu maslahatın dine aykırı olmadıklarını söyleyecekler. Allah’tan başkasına ibadet olan, Allah’tan başkasını rab edinmek sayılan ve Allah’ın ortaklar dediği bir şeyi İslami maslahat olarak görecekler.
Sonra bu maslahatları kesin değildir. Dünyanın hiçbir yerinde netice elde etmemiştir. FİS, Erbakan, Hamas ve son olarak İhvan hareketi bunun örneğidir. Kat’i olmamakla beraber tüm tecrübeler bu yolun yol olmadığını göstermiştir.
Sonra külli değildir. Yani tüm Müslümanların maslahatına değildir. Birçok Müslüman bu yolu kabul etmemiş ve doğru olmadığını savunmuştur. Daha kötü olanı bu yolu savunanlar istediklerine ulaştıklarında, kendileri gibi düşünmeyen Tevhid ehline saldırıyor, onları hapsediyorlar. Hamas yönetime geldiği gibi şeriat isteyen Müslümanların mescidine saldırmış, onlarca Müslümanı şehit etmiştir. AKP hükümete geldikten sonra Müslümanlara yönelik yapılan yargılamalar sonuçlanmış, çoğu dosyada İslami kesime akıl almaz cezalar verilmiştir. İhvan ilk olarak Hristiyanlarla arasında itikadî bir fark olmadığını ilan etmiş ve Sina çölünde bulunan Tevhidi yapılara baskı yapmaya başlamıştır.
Bu yöntem en önemli olanın takdim edilmesi değil, en önemli olan din maslahatının ayaklar altına alınmasıdır. İslam, din maslahatı için cennet karşılığında canları ve malları satın alırken, bu insanlar dünyevî rahatlıkları için dinin emirlerini heder etmişlerdir.
Her dönem söyledikleriyle yaptıkları çakışan ve bundan ders almayan maslahat erbabının üzerinde karar kıldıkları bir dinleri yoktur. Onların hali Allah’ın subhanehu ve teâlâ verdiği şu misale benzemektedir.
“Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir uçurumun kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.” (9/Tevbe, 109)
Evet, onlar dinlerini mutlak doğru olan ve insanları en hayırlı olana ileten vahyin üzerine değil de, sürekli kendilerini tekzip etmek durumunda kaldıkları maslahat üzere kurmuşlardır.
On yıl önce küfür dediklerine haram, sonra mekruh, sonra vacip demekten utanmamışlardır. Tevhidin gereği olarak gördükleri, uğruna yaratıldıklarını iddia ettikleri meseleleri belli aşamalardan sonra ihtilaflı meseleler olarak görmeye başlamışlardır. Kendilerini Kitaba ve Sünnete göre sorgulamayan, her söylediklerine düşünmeden tabi olan etbalarını hayır üzere olduklarının delili saymışlardır. Heyhat heyhat!
Çoğu zaman bu iddiaları şiddetle reddediyorlar. İzledikleri bu gayri İslami yolla kendileri için bir şey istemediklerini, gayelerinin ezilen İslami kesimlerin sesi olma ve onları temsil olduğunu söylüyorlar. Allah’ın subhanehu ve teâlâ yanında aramaları gereken izzeti, kafirlerin meclislerinde, onların yöntemlerinde arıyorlar.
”Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır. Onlar, müminleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. Kuvvet ve onuru (izzeti) onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur, Allah’ındır.” (4/Nisa, 138-139)
Yeri geldiğinde Sina çöllerinde İsrail’le beraber Müslümanlara operasyon yapıyorlar. Yeri gelince NATO askerlerine dinlenme imkanı sunuyorlar. Bazen işgal edilmiş toprakları onlarla beraber koruyorlar. Kendileri küfre her türlü hizmeti sunmakla beraber kendileri gibi düşünmeyenleri anında ajanlıkla ve karanlık güçlere çalışmakla damgalıyorlar. Yol kitabı kabul ettikleri ve asrın müçtehidleri gözüyle baktıkları alimlerine cevap vermek için mollaları yarışıyor. Ne tuhaf! Kur’an’ın çok açık emirlerini dahi ‘falanca adam yapmışsa demek ayet öyle anlaşılmamalıdır’ diyerek sözlerini tahrif ettikleri alimlerinin dahi karşısına geçiyorlar. (İhvan’ın siyasete atıldıktan sonra Seyyid Kutub’a yaptığı tutum değişikliği buna örnek verilebilir. Yine örnek olarak Türkiye’de birilerinin Said Nursi’ye yaptıklarını verebiliriz. Allah’ın subhanehu ve teâlâ başkasının gaybı bilemeyeceği gibi itikadın en açık meselesini Said Nursi’ye kurban edenler, siyaset ve parti meselesinde onu dahi karşılarına aldılar.)
Sonuç olarak;
Ahir zaman hevanın tahakküm ettiği ve fitnelerin insanları yuttuğu bir dönemdir. Peygamber insanları o dönemin şerrinden sakındırmak için elinden geleni yapmıştır. Fitneyi ismen bilmek ondan kurtulmak anlamına gelmez. Mesele Kitap ve sünnet ölçüsüyle nefisleri ve İslami hareketleri muhasebe etmektir. Bugün insanların hevaya tabi oldukları ve yaptıklarını İslam’a mâl ettikleri en belirgin saha maslahat alanıdır. Vakıada tespit edilen çoğu maslahat, İslam’a uygun olmamakla birlikte kendi içinde de tutarsızdır.
Rabbimizden temennimiz bizleri ve İslam’a hizmet ettiğine inanan tüm kesimleri hakka hidayet etmesidir. Kitap ve sünnetin pak aydınlığıyla bizleri hevanın ve cehaletin şerrinden muhafaza etmesidir.
İlk Yorumu Sen Yap