Allah ve Rasûlü neredeyse hiçbir kavramın hakikati ve tanımı üzerinde durmamış, sıfatları ve alametleri üzerinde durmuş ve bu mefhumların neler olduğunu detaylı olarak açıklamıştır. Yani İslam’ın ‘İman şudur…’, ‘İslam’ın tanımı şudur…’, ‘İnfakın, kibrin tanımı şudur…’ gibi bir yaklaşımı olmamış bunun yerine ‘Müminlerin ve münafıkların alametleri şudur…’ gibi kavramların alametleri üzerinde durmuş ve bunların neler olduğunu belirtmiştir.
Bunun sebebi ise insan fıtratının sürekli kendi nefsini yüceltmeye meyilli olarak yaratılmış olmasıdır. Şöyle ki; tanımlar üzerinde durulsaydı, tanımlar her zaman geneldir ve tanımların kapsama alanı çok dardır. Bundan dolayı insan, istediği tanımı kendine uyarlayıp, nefsini temize çıkarabilir veya tanımlar üzerinde durup o kavramın yanlış anlaşılmasına sebep olabilir. Her iki durum da dinin selameti için çok tehlikelidir. Ancak alametler ve sıfatlar böyle değildir. Daha açıklayıcı ve kapsama alanı daha geniştir. İnsanlar o alametlere bakıp kendinde o vasfın olup-olmadığını bilir. Onun için yol tanımlarla değil, alametlerle bilinir ve netleşir.
Buna örnek olarak iman/mümin ve nifak/münafık kavramlarını zikredebiliriz. Tanım olarak iman, tasdik etmek, mümin ise Allah’ın varlığını tasdik edip buna inanan demektir. Bir kişi bu tanıma bakarak: ‘Ben Allah’a iman ettim’ demekle kendini mümin zannedebilir. Kelime-i şehadet getirip, ben Müslümanım diyerek, İslam’la taban tabana zıt olmasına rağmen kendilerini yüce İslam dinine mensup sayarlar. Bundan dolayı yaşadığımız coğrafyada insanların İslam’ın neredeyse bütün ahkâmının (itikadî, amelî ve ahlakî olarak) yanlış anlaşıldığını görmekteyiz.
Yine nifak/münafıklık kavramı da yanlış anlaşılan kavramlardan bir tanesidir. Şüphesiz ki nifak; Allah’ın Müslümanları en çok sakındırdığı, kendisinden kaçınılması için de Kur’an’da alametlerin tafsilatlı olarak açıkladığı ve kafirlerden daha şiddetli azaba sebep olan amellerdendir. Yeryüzünün en değerli insanları olan Sahabe-i Kiram’ın da kendi nefisleri için en çok korktukları olgu, nifak olmuştur. Bu kadar tehlikeli olan bu kavram, tanımlar üzerinde yoğunlaşıldığından dolayı, doğru anlaşılamamıştır. Nifakı sadece ‘Batınında inkar eden, zahirinde kabul eden insan’ gibi çok dar alana sığdırınca, çoğu insan kendisi için bunu tehlikeli olarak görmemekte ve kendinden emin bir halde yaşamaktadır.
Bu kısa açıklamadan sonra asıl konumuza dönecek olursak; hiç şüphesiz kavramlar üzerinde oluşturulan bu problemin Ehli Sünnet ve’l Cemaat mefhumunda da rahatlıkla yaşandığını söyleyebiliriz. Yani Ehli Sünnet kavramının alametlerine değil de tanımına ve bunun üzerinden yapılan uzun tahlillere bakan herkes kendini Ehli Sünnet olarak vasıflandırmıştır. Oysa bu şekilde birinin Ehli Sünnet’ten olduğu kesinlikle anlaşılamaz. Ehli Sünnet olabilmek için, Ehli Sünnet’in özelliklerini ve sıfatlarını kendinde bulundurması gerekir.
Birinci Özellik: Kur’an ve Sünnet’i Selefin Anlayışı Üzere Anlamak
Ehli Sünnet’i diğer fırkalardan ayıran en belirgin özelliği Kur’an ve Sünnet’i anlama ve yaşantıda takip etme metodudur. Bu metod, nasları sahabe ve selefin anlayışı üzere anlamayı ve yaşamayı gerektirir.
İnsanların kurtuluşu ancak Kur’an ve Sünnet’e sarılmakla gerçekleşir. Nitekim Allah Bakara suresinde bu hakikati şöyle belirtiyor:
“Dedik ki: ‘Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tabi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.’ ” (2/Bakara, 38)
Ayette dikkat edilirse Allah insanların kurtuluşu için “…hidayete tabi olma”yı emrediyor. Aynı şekilde Rasûlullah’ta sallallahu aleyhi ve sellem sapmanın olmaması için yol olarak Kur’an ve Sünnet’e sarılmayı emrediyor:
“Benden sonra sizlere iki şey bıraktım kim ona sarılırsa o sapmaz. O da Allah’ın kitabı ve benim sünnetim.” (Tirmizi)
O zaman insanların felahı için mutlak şekilde Kur’an ve Sünnet’e sarılmaları şarttır.
Lakin burada sorun olan Kur’an ve Sünnet’e nasıl sarılacağımızdır. Bunun anlaşılması için izlenecek olan metod, yolların net ayrılması anlamına gelir. Çünkü Kur’an ve Sünnet’e sarılmayı kabul eden her taife onları anlamada farklı yollar takip etmişlerdir. Kimisi metod olarak aklı ön plana almış, akla uyanı almış uymayanları ise bir şekilde reddetmiş. Kimisi mezhep taassupçuluğunu, kimisi heva ve heveslerini, kimisi şeyhinin, üstadının, hocasının söylediklerini (bir bildiği vardır diyerek), kimileri maslahatı esas alarak Kur’an ve Sünnet’e yaklaşmışlardır.
Ehli Sünnet ise Kur’an ve Sünnet’i anlarken en hayırlı olan üç asrın yani sahabe ve selefin anlayışını asıl kabul etmiştir.
Bunun nedenini iki şekilde beyan edebiliriz;
İlk olarak şunu belirtmek gerekir. Yazılı olan her metin, ihtimali ve birçok manayı kendinde bulundurabilir. Her insanın, aldığı eğitim ve meseleleri anlayışı farklı olduğu için, o yazılı metinlerdeki ihtimali kendine göre anlaması da çok doğaldır. Bu şekilde tek bir metinden, birçok anlayış ortaya çıkmış olur. O metnin doğru anlaşılması ise; ancak o sözlerin söylendiği zamanda yaşayıp, sözleri söyleyenlerin ne durumda, ne için ve neden söylediklerini bilmekle veya tüm bunları bilenin aktardıklarına ulaşmakla mümkündür.
Kur’an ve Sünnet de aynı şekilde yazılı birer metindir. Yazılı olması hasebiyle müstakil olarak alındığında kendinde farklı anlayışlara neden olacak ihtimalleri bulundurabilir. Allah ve Rasûlü’nün istediklerinin doğru bir şekilde anlaşılması için sahabenin anlayışına başvurulması gerekir. Çünkü sahabe Kur’an’ın indiği dönemde yaşamaktaydı. Dolayısıyla hangi ayetin, ne zaman, ne için indiğini en iyi bilenler onlardı. Yine Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem birebir dinin nasıl yaşanacağını pratik olarak öğrendiler. Rasûlullah’ın bir şeyi emrederken ve yasaklarken neden ve hangi durumda bunu yaptığına şahit oldular. Bundan dolayı sahabenin Kur’an ve Sünnet anlayışı bütün anlayışların önünde olmalıdır. Bu şekilde olmazsa kaynak bir olsa da anlayışlar farklı olacaktır. Geçmişte Ehli Kitab, elinde kitapları olmasına rağmen birçok fırkalara ayrıldı. Sebep ise kaynağın bir olmasına rağmen anlayışın doğru olmayışıdır. Bu gün de Kur’an ve Sünnet herkesin elindedir. Ancak herkes bu kaynakları farklı anlamakta ve yaşamaktadır.
İkinci olarak, Allah ve Rasûl’ü sahabeyi hem imanda hem de amelde insanlara ölçü olarak belirlemiştir. Yani Allah’ın insanlardan razı olması için gerekli olan iman ve amelin, sahabenin iman ve amelleri gibi olması gerekir. Çünkü gelen birçok nasta Allah subhanehu ve teâlâ sahabeyi temize çıkarmış ve onlardan razı olduğunu belirtmiştir. Aynı şekilde Rasûlullah sahabesinin en hayırlı topluluk olduğunu, kendinden sonra yaşanacak ihtilaflarda ashabının yolunu takip etmeyi emretmiştir.
Allah ehli kitaba iman etmeleri ve imanlarının geçerli olması için, sahabenin imanını ölçü koymuştur.
“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.” (2/Bakara, 137)
Yine başka bir ayette:
“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara ihsan üzere tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (9/Tevbe, 100)
Allah sahabeden razı olduğunu söylüyor. Ayette Allah sadece sahabeden razı olmamış, onlara “…ihsan üzere tabi olanlar”dan da razı olmuştur. İhsan; İslamî bir kavramdır. İşini çok güzel yapmak, itkan olmaktır. Allah bu ayetle; sahabeden ve onlarla beraber olanlardan razı olduğunu beyan etmiştir. Onlardan razı olması onların dini doğru bir şekilde anlayıp, yaşadıklarının kanıtıdır.
” ‘Yahudiler 71 fırkaya ayrıldı. Biri cennette yetmişi ateştedir. Hristiyanlar 72 fırkaya ayrıldı. Yetmiş biri ateşte, biri cennettedir. Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Yetmiş ikisi ateşte, biri cennettedir.’, ‘Kimdir onlar ey Allah’ın Rasûlü?’, ‘Cemaattir’. ” (İbni Mace, Ebu Davud) buyurdu.
Tirmizi rivayetinde:
“Benim ve ashabımın üzere olduğudur.” buyurdular.
“Benden sonra yaşayacak olanlarınız çokça ihtilaflar görecektir. Sizler benim sünnetim ve Raşid halifelerimin sünneti üzere olunuz. Ona azı dişlerinizle yapışın. Sonradan çıkan şeylerden sakının. Sonradan çıkan her şey bidat, her bidat sapıklıktır.” (Ebu Davud, Tirmizi)
Bu hadisler ve ayetler Kur’an ve Sünnet’in doğru anlaşılmasında sahabe anlayışının ne kadar önemli olduğu teyit etmektedir. Nitekim İbni Mesud radıyallahu anh bu hakikatin önemini ifade etmek için şöyle demektedir:
“Sizden bir yol izleyecek olanlar, ölmüş olanların yolunu izlesin(sahabeyi kast ediyor). Çünkü dirinin fitnesinden emin olunmaz. İşte bunlar Allah Rasûlü’nün ashabıdır. Onlar bu ümmetin en hayırlıları idi. Kalpleri en iyi, ilimleri en derin, gereksiz tekellüfleri olmayan insanlardı. Allah, onları nebisine arkadaş ve dinini nakledenler olarak seçti. Onların yolu ve ahlakıyla ahlaklanın. Onlar sırat-ı müstakim üzereydiler.”
İlk Yorumu Sen Yap