Nefes nefeseydi odaya girdiğinde. Müdür onun bu hâlini görünce hapishanede isyan hazırlığı olduğu haberini vermeye geldiğini zannetti sorumlu Başgardiyanın. Mahpuslar arasındaki adıyla Akrep Teoman’ın. Orta yaşın biraz üzerinde olan ve yirmi yıldan uzun süredir bu işi yapan başgardiyanın bu telaşlı hâliyle biraz da endişeli bakışları müdürün de huzurunu kaçırtmış, nasıl kötü bir haber verecek diye Akrep Teoman’ın anlatacaklarına odaklanmıştı.
— Müdürüm… Gece geç saatlerde getirmişler onları efendim… Asker getirmiş onları.
— Kimlerden söz ediyorsun Teo Baş! Kimler gelmiş, asker kimleri getirmiş?
— Uzun sakallılar var ya efendim…
— Eee
— İşte onlar… Onları getirmişler, geceden kapı altında bekliyorlar müdürüm.
Hapishanenin sorumlu başgardiyanının yaşına ve bunca yıllık tecrübesine rağmen hâlâ çömez memurlar gibi görev heyecanı ve bazen de paniğe kapılması şaşırtıyordu Kamber Müdür’ü. ‘Teo Baş!’ diye seslendiği başgardiyanın bu hâlini, gece karanlığında gözlerine vuran ışık karşısında kaskatı kesilen tavşan ile serçeyi gördüğünde zevkten çenesi titremeye başlayan kart kediden hangisine daha çok benzediğini gayet iyi biliyordu Kamber. Tutuşturulmaya hazır kuru bir ot yığını gibi bekleyen Akrep Teoman’a beklediği talimatı hemen verdi Kamber Müdür.
— Teo Baş!
— Emredin müdürüm.
— Biliyorsun artık eski usûl, kara düzen yok…
— Evet efendim.
— Buranın medrese filan olmadığını anlasınlar, şimdilik bu kadarı kâfi… Ha, bir de şuna dikkat edin. Bir noktada birikmemeleri gerekiyor, anlıyor musun?
— Anladım müdürüm, emredersiniz.
Akrep Teoman hızla çıktı odadan. Hapishane binasının tam orta yerinde bulunan ani müdahale karakolundaki ekibi toplayarak neler yapılması gerektiğini anlattı onlara. Bugün işleri yoğun olacağı için başka bir şeyle meşgul olmak istemiyorlardı. Birkaç dakika sonra hapishanenin genel anons sisteminden şöyle bir anons yapıldı:
— ‘Hükümlü ve Tutukluların dikkatine! Kurumumuzda yapılacak sağlık taraması nedeniyle bugünkü tüm faaliyetler iptal edilmiştir, duyrulur… Hükümlü ve Tutukluların dikkatine!..’
Akrep Teoman’ın ‘Uzun Sakallılar’ diye tarif ettiği Müslüman mahpuslar geceden beri içerisinde ranza, sandalye ve lavabonun olmadığı daracık bir yerde tutuluyorlardı. Gün ışıyıp mesai başladıktan birkaç saat sonra açılan kapıda beliren gardiyanın sesiyle bakışlar da o tarafa yöneldi:
— Bir kişi gelsin…
Loş ve daracık bekleme odasında bulunan genç bakışların tamamı Eşref Hoca’ya odaklanmışken o, kapıya varmıştı bile. Kapı kapatılıp dışarıdan boylu boyunca kilitlendikten sonra bir sessizlik kapladı odayı.
Hapishanenin ikinci müdürü, Akrep Teoman, hapishane psikoloğu ve iki de başgardiyan genişçe bir odadaki masanın ardında adetâ mahkeme heyeti düzeninde bir yerleşim düzeniyle oturmuşlardı. Eşref Hoca içeri girer girmez hepsinin suratında mekanik bir tebessüm, aslında tebessüm de değil, çirkin bir sırıtış belirdi. Ortada oturan hafif kel ve gözlüklü olanı şu anki patronun kendisi olduğunu göstermek istercesine konuşmaya ilk olarak o başladı:
— Geçmiş olsun!
— …
— İsminiz nedir?
— Eşref Durucan
— Şimdi, Eşref Bey. Burada kurumumuza kabul işlemleriniz yapılacak. Sonra da barındırılacağınız odalara alınacaksınız.
İkinci müdür tüm kuvvetiyle nazik olmaya çabalıyordu fakat bu zoraki nezaket çabası resmiyetin itici duvarlarına tosluyordu.
— Evet…
Eşref Hoca’nın kimlik bilgileri dosyadaki bilgilerle karşılaştırılıp teyid edildikten sonra Akrep Teoman girdi araya.
— Hocam dosyanızda cinayet filan var mı?
Eşref Hoca, Akrep Teoman’ı tanımıyordu ve bu türden gardiyan gevezeliklerinin hapishaneye ilk girişte yeni gelen Müslüman mahpus hakkında bir fikir edinmek amacıyla yapılan bir tür test sorusu olduğundan da habersizdi. Fakat tandırdan yeni çıkmış kelle gibi kabih suratlı bu adamın sorusunun hiçte iyi niyetli olmadığını anlamıştı Eşref Hoca. Bu sorudan hoşnutsuzluğunu belli etmeliydi o hâlde.
— Hayırdır, neden sordun?
Suratındaki sırıtış kayboldu bir ânda Akrep Teoman’ın.
— Hocam yanlış anlama, yani muhabbet olsun diye…
— İlginç. Ben Müslüman bir tutuklu sen ise bir gardiyan. Birkaç dakikadır bu ilk karşılaşmamız… Dost değiliz, kardeş değiliz, arkadaş değiliz… Üstelik sen tağutun hizmetinde olan bir memurken muhabbetten bahsetmen çok anlamsız geldi bana.
Başta Akrep Teoman olmak üzere odadaki herkes şaşırmıştı biraz. Yeni gelen şeriatçı mahpusların ilkinden böyle umulmadık bir tepki alınca günün hayli zor geçeceği anlaşılıyordu. Hapishane gardiyanlarının çoğu sanki elekten geçirilip seçilmişler gibi oldukça pişkin tiplerden oluşur. Zaten bu pişkinlikleri olmasa sövgü, lanet ve beddualarla hakaretlerin bini bir para bile olmadığı hapishanelerde bu işi yapmalarına imkân yoktur. Hoşnutsuzluğun belirdiği yahut tansiyonun yükseldiği bu tür durumlarda hemen bir diğeri devreye giriverir. Tıpkı Akrep Teoman’ın yanında oturan Kırçıl Gürsoy isimli baş gardiyanın yılışık bir sırıtışla söze girmesi gibi:
— Eşref Durucan. Böyle hemen alınganlık göstermene lüzum yok. Baş memurumuz Teoman Bey çok iyi niyetlidir. Sizin, buraya geleceğinizi öğrenir öğrenmez rahat edebilmeniz için gayret gösteriyor.
— Ya… Geceden bu yana oturup dinlenecek bir sandalyesi ve lavabosu bile olmayan o daracık odada tutulmamız demek sözde rahat edebilmemiz için önceden yapılan bir hazırlığın eseriymiş!..
İkinci müdür cidden üzülmüş ve şaşırmış gibi yaparak:
— Sizi karşılayan memurlar yeni olduğu için acemilik etmişler. Bu sabah mesai başladığında haberimiz oldu gelişinizden. Ve gördüğünüz gibi idare olarak sizleri en kısa sürede odalarınıza almak için seferber olduk. Neyse. Eşref Bey. Kurumumuzda daha önce tanıdığınız ve beraber kalmak istediğiniz kimse var mı?
— Hayır, yok.
— Eşref Bey. Sizin ve diğer arkadaşlarınızın da dosyalarına baktım. Biliyorsunuz, mahkeme sürecinde her birinizin kurumumuzda iyi halli olup olmadığınıza dair rapor talep edilir. Allah korusun(!) herhangi bir ceza almamanız için hepinizin azami dikkati göstermeniz gerekiyor.
İkinci müdür, Eşref Hoca’nınkine benzer hoşnutsuz tavırlara ve hatta agresif ve saldırgan adî mahkumlara dahi aşinaydı. Kamber Müdür’ün talimatıyla daha önce de yaptıkları gibi Müslüman mahpusları birbirlerinden ayırmaya çalışmalıydı. Resmi ve ruhsuz nezaketinin asıl sebebi de buydu zaten. Konuşmalarına öyle bir samimiyet havası katmaya uğraşıyordu ki Eşref Hoca ve arkadaşları için iyilikten başka bir şey düşünmediğine inanmasını bekliyordu. Öyle ki şunu da söylemek ihtiyacı hissetti bir ara;
— Cezaevlerinde Müslümanlar var ve onlara yardımcı olabileyim diye bu işi yapıyorum… Yoksa bir gün dahi durulmaz buralarda!
Eşref Hoca bu karakteri çok tanıdık bulmuştu. ‘Her tarafından fetula akıyor, kumpasçı münafık’ diye geçirdi içinden.
Hapishanede ilk saatler, ilk günler zor geçer, zordur ilkler. Hapishaneye ilk geliş ve karşılanış da öyle. Bilhassa tecrübesizlik Müslüman mahpusu zor durumda bırakabilecek işlere yöneltebilir. Eşref Hoca evet, hapishane tecrübesi yoktu ama sözde tatlı dil ve güler yüz gösteren tağutun zindancı memurlarına da zerre kadar itimat etmiyordu. İkinci müdür hapishanedeki zindancı başılardan değil de herhangi bir yardım kuruluşunun fedakar yöneticisiymiş gibi devam ediyordu lakırdılarına:
— Eğer isminiz ‘Örgütten ayrılmıştır’ diye kayıtlara geçerse hiç şüpheniz olmasın hepiniz için en kısa sürede tahliye olma yolu açılacaktır. Önce tahliye olup ailelerinize kavuşacak sonra da kesin olarak beraat edeceksiniz.
Akrep Teoman, eğer araya girmese patlayacakmış gibi hissediyordu kendisini. İhtiyatlı bir tavır ve gevrek bir tebessümle girdi söze:
— Hocam, hapishanedeki mafyadır, çetecidir, Kürtçüdür, koministtir vs… Diğerlerinden kimseye bu teklifleri yapmıyoruz. Neden diye soracak olursanız, şunun için… Çünkü sözünü ettiğim bu gruplardan bağımsız olarak ayrılmak için ilk fırsatını bulan dilekçesini veriyor. Hapishanenin en kalabalık grubu örgütlerinden ayrılıp bağımsız olarak kalan hükümlü ve tutuklulardan oluşuyor.
Kırçıl Gürsoy’un sinir bozucu tiz sesi duyuldu yine:
— Eşref Duruncan. Eğer bağımsız olarak kalmayı kabul edersen çok rahat edersin, şimdiden hiç vakit kaybetmeden bu fırsatı değerlendir yani… Burada da rahat edersin, mahkeme aşamasında da faydasını görürsün.
— Hangi örgütün dolmuşuna binip de hapishaneye düşmüş olursa olsun, hapishanede örgütün vasiyetinden çıkıp özgürlüğünü ilân etmeli… Yeminle söylüyorum, şu eski tip örgütçüler var ya, ne kadar acıyorum onlara yahu… Geçenlerde bağımsızlara katılan sol terörden Gökhan diye bir genç vardı. Örgütçülerin arasındayken kendi başına süt bile içemiyormuş… ‘Onların arasında kalsam kanser olur ölürdüm abi’ demiş oda arkadaşına, cık, cık, cık…
— Eşref Bey. Kurumda örgütçü olmak her açıdan zarar yani. Örgütçülük vazgeçilemez bir şey değildir. Kurumda kaldığın sürece bağımsız ol, kafana göre takıl! İlk mahkemede tahliye olduğunda özgür bir vatandaş olarak istediğini yapmakta serbestsin. Neticede burada cezaevindesin ve cezaevinden çıkabilmek için gerekli gayreti en başta senin göstermen gerekiyor, haksız mıyım?
Eşref Hoca, karşısında oturmuş ve kendisini dava arkadaşlarından ayırabilmek için çene yoran güruhun bizzat kendilerinin organize bir çete olduklarını düşündü. Resmî üniformalı Akrep Teoman’ın üzerindeki montun sol üst kısmındaki CTE yazısı da dikkatini çekmişti. Hapishane idaresinin bir ayak oyunuyla karşı karşı olduğunu düşünüyordu şimdi. Bu durum onu oldukça öfkelendirmiş olsa da sükûnetini koruyarak kendinden gayet emin ifadelerle şöyle söyledi oradakilere:
— Öyle anlaşılıyor ki Müslüman mahpusların arasına fitne sokmaya ve birbirlerinden uzaklaştırmaya çalışmakla talimatlandırılmışsınız. Beraberimdeki kardeşlerimden bir tanesini dahi şu ya da bu gerekçeyle ‘Bağımsız’ diyerek bizden ayırıp uzak tutmaya çalışırsanız o ân dananın kuyruğunun koptuğu ân olacaktır, bilesiniz…
— Bizi tehdit mi ediyorsun, Eşref Durucan…
— Ne oldu ki şimdi Eşref Bey? Hem bir Müslüman başka Müslümanları tehdit eder mi, Allah aşkına? Size yardımcı olmaya çalışıyoruz, sen ise bizi tehdit ediyorsun!
— Valla şu ânda kurumumuzda, yani sizinki kadar uzun değil ama bir çok sakallı mahkum var… Fakat hani neredeyse can ciğer kuzu sarması gibiyiz onlarla. Onlara elimizden geldiği kadar yardımcı oluyoruz, onlar da bizi sever, hürmet ederler.
Eşref Hoca burada daha fazla kalıp böylesine boş sözleri dinlemek istemiyordu artık. Oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru yönelirken son olarak şunlar söyledi hapishanenin kumpas heyetine:
— Eğer dananın kuyruğu kopacaksa da elinizde sadece kuyruk kalacaktır, bunu da böyle bilin! Ayrıca, biz örgüt değil Tevhid ve Sünnete davet eden Müslüman bir cemaatiz.
Kendisine nezaret eden gardiyanlarla beraber geceden beri bekletildikleri daracık odaya girdikten sonra gardiyanlar kayıt işlemi yaptırmak için bir kişiyi daha çağırdı.
Eşref Hoca onlara dönerek:
— Siz şimdilik gidin, arkadaşlardan birisi hazır olunca size sesleniriz.
Gardiyanlar itiraz etmeden kapıyı kapatıp geri döndüler.
Eşref Hoca, mahkum kabul ve kayıt işlemi sırasında yaşananları kısaca anlattı arkadaşlarına:
— Kardeşlerim, gece yaşadığımız üst araması sıkıntısından sonra şimdi de böyle bir kumpas masası kurmuşlar. Herhangi birinize ‘Arkadaşlarınızdan ayrılın, bağımsız kalmak istiyoruz diye dilekçe verin, hapishanede rahat eder ilk mahkemede de tahliye olursunuz’ şeklinde bir teklifte bulunurlarsa ânında tepki gösterin. Tepki gösterirken abartı olmasın, makul seviyede bir reddedişte bulunun. Kararlılığınızı görsünler. Kesin ifadelerle ‘Ben, arkadaşlarım dışında hiç kimse ile birlikte kalmak istemiyorum’ deyin. Birkaç kişi onlara bu düzeyde tepki gösterirse sonrakilere böyle bir teklifte bulunamayacaklardır.
Hepsi de hapishane kapısında içeriye ilk kez adım atmış olan gençlerin tamamı Eşref Hoca’nın bu kararlı tavrını ve tavsiyelerini yürekten desteklediler. Gençlerden heyecanlı birisi şöyle bir teklifte bulundu:
— Hocam, izin verin saldıralım bu müşriklere…
Eşref Hoca bu teklifte bulunan Serkan’a baktı, gülümsedi ve orada bulunan tüm gençlere hitaben şöyle dedi:
— Kardeşlerim! Şirkin hakim ve yaygın olduğu ve her ân kötülük üretmeye devam ettiği bu sistemi neye benzetebiliriz?
Hepsi de önceden aynı cevap üzerinde çalışmışlardı sanki:
— Bataklık… Tam bir bataklık, hocam…
— Peki kardeşlerim, bataklıkta en çok ne olur?
— Sineek!
— İşte şu gördüğünüz biyolojik varlıklar var ya, şirk sistemi bataklığında her birisi aslında birer sinek hükmündedir. Bizler de onlarla bir Müslümanın vakarına yaraşır olgunlukla muamelede bulunmalıyız. Bilin ki maraba kısmıyla hiçbir sorun çözülmez onlarla münasebetimiz doğal olarak çok iyi bir düzeyde olmaz. Fakat çok kötü olmamasına da dikkat edin. Neticede şu saatten itibaren mahpusta olsak bizi diğer mahpuslardan ayıran özelliğimizi daha görünür kılmalıyız. Bizler, Müslüman mahpuslarız. Anladığım kadarıyla bunların arasında Müslüman mahpuslara pek de iyi niyetli olmayan bazı tipler var. Şahsiyetimize yönelik olarak sözlü herhangi bir tahrik girişimi olduğunda dahi o ânki hislerimize kapılıp fevri hareket etmekten kaçınalım.
— Allah razı olsun, hocam.
— Bu arada şunları da belirteyim. Bahsettiğim durum da dahil olmak üzere olağan dışı gelişmeleri herkes, biraz sonra yerleşeceğimiz hücredeki sorumlu kardeşe iletsin. Benzer durumlarda ilk olarak kendi aramızda istişareyi ve cemai olarak hareket etmeyi kalıcı kılalım. Cemai tutum ve hareketi gevşetir ya da terk edecek olursak şer’an emrolunduğumuz bir şeyi terk etmiş oluruz. Bunun başka olumsuz sonuçları da olacaktır kuşkusuz. Mesela en başta aramızdaki kardeşlik hukuku ve mü’mince muhabbet örselenecektir. Bununla beraber müşrik, münafık ve zalim dediğimiz hapishane idaresi nezdindeki konumumuz basitleşecektir. Öyle ki bizlere bağımsız dedikleri ve diğer âdi mahkumlardan daha aşağılıkça muamelede bulunacaklardır. Onun için aramızdaki uhuvvet ve muhabbet surlarında küçük de olsa gedik ve delik açtırmayalım. Her daim niyetlerimizi ihlas üzere tazeleyelim. Kendinizin davâ için ne kadar değerli olduğunuzu düşünün ve en az aynı düzeyde mümin kardeşinize de değer verin.
Odadaki Müslüman mahpusların yaşça en küçüğü olan Rahmi, Eşref Hoca’nın hapishane hakkında yaptığı nasihati dinlerken birkaç saniyelik sükûnetten istifadeyle şunu sordu:
— Hocam, daha önce cezaevinde yattınız mı?
Eşref Hoca, Rahmi’nin sorusuna bir örnek vererek cevaplamanın daha uygun olacağını düşündü:
— Âlem-i Ervah’ta birbiriyle ülfeti olan ruhlar dünya hayatında karşılaşıp bir araya geldiklerinde sanki yüzyıllardır tanışıyorlarmış gibi bir yakınlık hissederler. Hatırlıyorsan eğer, hapishane imtihanıyla ilgili olarak İslam tarihinden birçok önder ve örnek imamlarımızın sabır ve mücadeleleri hakkında bazı sohbetlerimiz olmuştu… Hatırladın mı?
— Evet, Hocam.
— Bizden önceki muvahhid imamlardan birçoğu sadece tefsir, fıkıh ve başka alanlarda ilmî eserler üretmediler. Aynı zamanda devasa bir hapishane kültürü ve hapishane geleneği de aktardılar bize. Hapishanelerde yazılmış birçok ilmî eserden yüzyıllardır istifade ediyor İslam ümmeti. Kur’an-ı Kerim’in en güzel kıssası olan Yusuf’un aleyhisselam hapishane hayatından tutun da bugün birçok ülkede tağutların zindanında, hücrelerde tutulan tevhid davetçisi ilim adamlarımıza kadar muvahhidler hiçbir zaman hapishane gerçeğinden uzak kalmadılar. Bizler tutuklanmadan önce zindandaki kardeşlerimizin ahvalini anlamaya ve hem hapishanede, hem de dışarıdaki aileleriyle ilgili sıkıntıları paylaşıp hafifletmeye çalışıyorduk. Yani aslında bizler dışarıdayken de kalbimizin bir tarafı her zaman mahpus Müslümanlarla beraberdi. İşte bundan dolayı Rahmi kardeşim… Bundan dolayı nasıl ki zulmen tutuklanmış olmaya hiçbirimiz şaşırmadıysak eminim birçoğumuz hapishaneye adımını attığında hiç de yabancısı olmadığı ve sanki bir yerlerden aşina olduğu, tanıdığını hissettiği bir mekâna girdiğini düşünmüştür.
— Hocam, hepimiz aynı yerde mi kalacağız?
— Zannetmiyorum. Burası farklı bir hapishane. Bildiğim kadarıyla her hücrede en fazla üç kişi tutuyorlar burada.
— Hepimiz aynı yerde kalmak istiyoruz diye dirensek şartlarımızı kabul etmezler mi sizce?
Tebessümü hak eden teklifin sahibi Ali’ydi.
— Bu tip hapishanenin iki tür hücresi vardır. Biri tekli hücre dedikleri yer. Orada ağır müebbetlik mahpuslar kalıyor. Geceli gündüzlü yirmi dört saat tek başlarına tutuluyorlar hücrede.
— Buna ağırlaştırılmış müebbet değil, ağırlaştırılmış idam cezası dense daha doğru olur bence.
— Doğru, haklısın kardeşim. İdam cezası uygulamadan kaldırıldıktan sonra bütün idamlıkları böyle tekli hücrelerde tutuyorlar. Bizi ilgilendiren ikincisine gelince. Bu hürceler de üç kişilik olarak yapılmış. Üç kişilik hücrelere dördüncü kişiyi almazlar. Bunu teklif etsek de kabul edeceklerini sanmıyorum. Fakat birbirine yakın hücrelerde kalabilsek bu bile bizim için şu şartlarda daha az kötü olur…
Tam o sırada açılan kapıda dikilen gardiyanın sesi doldurdu odayı:
— Selamünaleyküm. Hocam siz seslenmediniz biz geldik. İşlemler için Mustafa Argunşah’ı çağırın dediler.
Mustafa ‘Gideyim mi, gitmeyeyim mi?’ diye olurunu almak ister gibi Eşref Hoca’ya baktı. Eşref Hoca ‘Tamam’ anlamında işaret verince her hâliyle büyük ciddiyete bürünerek kapıya yöneldi Mustafa.
En geç birkaç saat içerisinde üçerli gruplar hâlinde farklı hücrelere alınacaklarını biliyordu Eşref Hoca. Öyleyse beraberindeki Müslümanları şimdi burada üçerli gruplar hâlinde eşleştirmeliydi. Gruplandırma işini hallettikten sonra birkaç nasihatte bulunmak faydalı olacaktı.
Olgunluğu ve yaşı itibariyle ağabeylik; Kur’an ezberi ve ilmî seviye olarak da imamlık yapabileceğine inandığı gençleri hücre emiri olarak tespit ve tayin ettikten sonra her birisinin uyumlu bir şekilde beraber kalabileceği diğer iki arkadaşı belirlemek daha kolay oldu.
Kayıt işlemleri için en son çağrılan Rahmi de geri dönüp içeri girdiğinde hemen ardından hapishane psikoloğu belirdi kapıda.
— Merhaba arkadaşlar… Biraz sonra odalara alınacaksınız. Odalar üç kişiliktir. Bu nedenle sizden kim kimle kalmak istiyorsa bir liste yapın, ona göre yerleştirme yapalım.
Eşref Hoca:
— Vereceğimiz isimleri hemen yaz o zaman…
Müslümanların kendi aralarında belirlediği grupları bir kağıda not eden psikolog, şeytanî bir fitlemede bulunup öyle ayrıldı oradan:
— Tamam. Listeyi yanıma not ettim. Tabii bunun idare tarafından da uygun bulunması gerekiyor. Aksi hâlde gruplandırmayı yetkili kurul yapacaktır.
Eşref Hoca psikoloğun fitlemesini yine ona yöneltti:
— Kardeşlerimizi biz tanıyoruz, kurulunuz değil!
Hapishane psikoloğu ve beraberindekiler ayrılıp gittikten sonra Eşref Hoca gençlere nasihatlerde bulundu:
— Kardeşlerim. Mahpusluk cidden büyük bir imtihandır. En başta insanın tabiatına/fıtratına ters bir cezalandırma yöntemidir. Allah subhanehu ve teâlâ insanı kerim ve özgür bir varlık olarak yaratmıştır. Düşünün, tarihte sayıları ve isimleri bilinmeyen nice imparatorluklar, sultanlar, krallar, şaşaalı devletler, debdebeli ordular gelip geçmiştir. Bunların hemen hemen hepsinin de kendi icatları olan dehşetengiz cezalandırma vasıtaları ve yöntemleri vardı. Fakat hiç birisi de hapis dışında bir insana uzun süre acı verecek başka bir cezalandırma usulünü ne denizlerde ne de karada keşfedememişlerdir.
Muvahhidlere yönelik baskı, sindirme, inancından koparma ve teslim alma aracı hâline getirilmiştir hapishaneler. Eğer bizler, mesela cihad beldelerinden birinde olsak düşmana hücum etmekte yahut başka taktikler uygulamakta muhayyer olurduk. Savaşacak olsak zaferin ancak ve yalnızca Allah subhanehu ve teâlâ katından olduğuna kesin olarak iman etmekle beraber, savaş için gerekli ekipman ve teçhizatı kuşanmış olarak cihada çıkardık. Biliniz ki kardeşlerim, şu ân bulunduğumuz hapishanede en önemli techizatımız inancımızdır. Tağutun zindanına tıkılmış olmamızın asıl nedeni sadece itikadî kimliğimiz, duruşumuz ve davetimizdir. Bu gerçekten gafil olduğumuz ân, bir hiç hâline geleceğimiz ândır. Bundan da Allah’a sığınalım. Bizlere bu imtihan sürecinde güzel sabır vermesi için Rabbimize çokça dua edelim.
Kardeşlerim. Nefislerimizi acelecilikten, olur olmaz mevzularda kızıp öfkelenmekten, dilimizle şekvâ şikayet ehli olmaktan ve özellikle de göz-kulak gibi azalarımızı fesattan muhafaza etmek için gayret gösterelim. Zaman ve takvâ katili televizyonu evlerimizde bulundurmadığımız gibi burada da hücrelere televizyon almayacağız.
Bu mekânda bulunan her mahpus istese de, istemese de sabretmek mecburiyetindedir. Mü’min, mücrim, ateist ve diğer türden mahpusların hepsi sabırda ortaktırlar diyebiliriz. Neticede hiç kimse isteyerek hapishaneye girmiş değildir. Eğer bizler sadece sabretmeye çalışmakla yetinirsek, bilin ki kuru sabır konusunda oldukça ileri seviyede olan mahpuslar da bulunmaktadır. O hâlde bizler muvahhid Müslümanlar olarak sabrımızı güzelleştirmek için çok çabalayacağız. Allahu Teala’nın nasip ettiği bir nimet için nasıl içtenlikle şükrediyorsak, O’nun dini uğrunda büyük bir musibetle karşılaştığımız şu süreçte Allah’ın izniyle bunun güzel akıbetini düşünerek Rabbimize çokça hamd etmeliyiz.
Hapishane hayatında hepimiz için örnek olarak zikredebileceğimiz nice önerilerimiz var, elhamdulillah.
Yusuf aleyhisselam zindanda bulunduğu hâlde aynı zamanda hapishanelerde tevhid davetinde bulunduğu bilinen ilk mahpustur. İmam İbni Teymiyye rahimehullah kale zindanında tutulduğu hâlde birçok eser üretmiştir. Seyyid Kutub öyle… Günümüzde bilinen tevhid davetçilerinden bir çoğu da eserlerinden bazılarını tağutun hapishane hücrelerinde yazmış ve ümmetin asil gençlerinin istifadesine sunmuşlardır. Hem bizden önceki, hem de günümüzdeki tevhid imamları hapishane hücrelerini adetâ birer ilim yuvasına dönüştürmüşler. Öyleyse bizler de bu yolun henüz başında olan yolcuları olarak gücümüz nispetinde azıklanmaya çalışalım.
Gençlerden biri sanki az sonra zil çalacak da herkes dağılacakmış gibi biraz da telaşlı bir hâlde temennisini bildirdi Eşref Hoca’ya:
— Hocam, keşke sizinle aynı yerde kalsaydım…
Eşref Hoca’nın cevabı hem evet, hem de hayır gibiydi:
— Tamam Abdurrahman kardeşim. Nasib olursa üç ay sonra yanıma gelirsin, inşallah…
Üç ay sonraki randevuya şimdiden sevinmeye başlamıştı Abdurrahman.
— Kardeşlerim hapishane hayatı dışarıdaki hayattan çok farklıdır. Allah’a hamd olsun ki bizleri şu hapishaneye getiren şey, ne zevk neden menfaat beraberliğidir, bilakis itikad ve erdem kardeşliğidir. Bunun çok değerli olduğu şuurunu daima canlı tutmalıyız.
Şu dar mekanlarda çokça ibadet etmek, imkanların elverdiği ölçüde ilim tahsili için şartlar en azından şu şüreçte uygundur. İleriki dönemlerde nelerle karşılaşacağımızı bilemeyiz tabii… Müslümanlar olarak hapishaneye girmiş olmamız sorumluluklarımızın hafiflediği veya mahpusluk süresince bittiği anlamına gelmez.
Ahlakımızın da sahih akidemize yaraşır bir güzellikte olması için azami gayret göstermeliyiz. Her nerede olursak olalım bizim için ölçü şu olmalıdır: ‘Müminler arasında imanı en kâmil olan kimse, ahlakı en güzel olandır’ diye buyurur Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.
Buralar Müslüman mahpuslar dışında, beniâdem suretindeki şeytanlarla hıncahınç doludur. Her bir hücremizi ilimle, zikirle, ibadetle, gündelik olarak müşterek bir ders halkası oluşturmakla ve birbirimize karşı mümine yaraşır güzel muamele ile ferahlatıp ziynetlendirelim. Dağ boyundaki ateşi İbrahim aleyhisselam için gül bahçesine çeviren Allah subhanehu ve teâlâ bu dar mekanları da bizler için Firdevs cennetlerine ulaşma yolunda bir arınma ve kuşanma konağı kılsın.
— Allahumme Amin…
— Kardeşlerim. Komşu hücrelerde/koğuşlarda değişik bâtıl davalardan mahkumlar olacaktır. Her kim olursa olsun onlarla münasebetlerimizi komşuluk hukuku çerçevesinde ve asgari insanî ilişkiler üzerinden yürüteceğiz. Bunlardan ilgisi ve isteği olanlara yazışarak ya da tevhid akidesini anlatan dergi, broşür ve kitap gibi yayınları ulaştırarak davette bulunulabilir.
— Hocam, bizden önce bazı Müslümanlar hücre duvarlarında delik açıp komşularına davette bulunuyorlarmış…
— Evet, ben de duymuştum bunu. Vaktimiz daralıyor. Bizi hücrelere almak için her ân gelebilirler. Her bir hücrenin acil ihtiyacı ilk olarak çay yapmak ve sıcak su gerektiren işler için bir su ısıtıcısı, bir ketıl edinmektir. Normalde hapishane idaresinin temin etmesi gerekir. Onlardan başka herhangi bir eşya talebinde bulunmuyoruz.
Bizler, tevhid akidesine ve sünnet-i seniyyeye davette bulunan bir cemaatiz. Sonuçta her birimiz ancak birbirimizle davetçi olarak da sınırlı sayıda insanlarla muhatap olmaktayız. Tağutî sistemin başta emniyeti olmak üzere hapishane idaresi ve diğer birçok kurumundaki görevlileri onlarca örgüt ve binlerce insanla profesyonel olarak muhatap olmaktadırlar. Yani İslamî cemaî yapılar, sol örgütlenmeler ve organize çetelerle ilişkilerde baskın ve hakim pozisyondalar bu timler. Cemaatlere ve gayri İslamî örgütlere mensup kişilerle ilgili olarak ciddî bir birikim ve tecrübe sahibi olduklarını tahmin etmek zor değil. Burada hapishane idaresiyle muhatap olduğumuzda bu gerçeği unutmayalım. Herhangi birimizle muhatap olduklarında bir kişiyle, bir fertle değil, bir cemaatle muhatap olduklarını güçlü bir şekilde hissettirmeliyiz. Cemaatin her mekânda ve her durumda rahmet olduğunu burada da müşahede ettik ve bundan sonraki süreçte de müşahade etmeye devam edeceğiz. Nitekim geceden bu yana yaşadıklarımız bu konuda gördüğümüz ilk örneklerdi…
— Elhamdulillah…
Kapının kilidinde tam boy döndürülen anahtarın sesi bu faslın sona erdiğini gösteren bir nokta gibiydi.
— Arkadaşlar, herkes hazırlansın odalarınıza alınacaksınız…
Aynı hücreler için gruplandırılan gençler diğerleriyle tek tek kucaklaşıp vedalaştılar. Bir sonraki görüşmeleri ortak faaliyet alanı denilen ve haftada birkaç saatle sınırlı sohbet ve spor mekanlarında mümkün olabilecekti artık. Bu da en erken bir-iki ay sonra gerçekleşebilirdi.
Kapının önünde bekleyen gardiyanların başında duran Baş gardiyan bu arada hapishanenin genel kural ve uygulamaları hakkında ara ara bir şeyler söylüyordu:
— Kitaplarınız ve eşyanız ilgili birimlerce kontrol edildikten sonra verilmesinde sakınca olmayanlar sonradan odalarınıza getirilip size teslim edilecektir…
Eşref Hoca da diğer gençlerle tek tek kucaklaşıp dualaştı. O ânda uzun bir ayrılık öncesi hissedilen daraltı verici bir hasretlik duygusu sarmıştı herkesi.
Müslüman mahpusları üçer üçer alıp götürdü gardiyanlar. Birkaç dakikalık arayla götürülen Müslümanlar birbirlerinden ne kadar da uzak hücrelere yerleştirildiklerinden çok sonra haberdar olacaklardı. Bu şekilde uzaklaştırılmış olmalarının hapishane idaresinin planlı bir tasarrufu olduğunu da ileriki zamanlarda anlayacaklardı.
İslamî davalardan mahpusların ve diğer siyasi mahpusların bulunduğu hapishanelerdeki idarelerin yetki alanları biraz daha geniştir. Bu durumu istismar eden müdürler de olur ve bunlardan kimisi hapishaneyi adetâ babasının çiftliği gibi görür. Gardiyanlar bu tür müdürlerin nezdinde ancak birer köledir.
Kamber müdür de bu tip müdürlerdendi. İstediği türden ‘ideal, itaatkar mahkum’ kalıbına uymayan mahpuslardan duyduğu hıncı gardiyanlardan çıkarırdı çoğu zaman. Bir iki gardiyanı dinlenirken boşta gördü mü hemen köpürür ve azarlardı onları:
— Yapacak iş mi bulamadınız? Baş memurlardan birine gidin ve hep beraber kısmî arama için odalara girin… Bir daha da aylak aylak dikildiğinizi görmeyeyim!
Akrep Teoman verilen talimatları yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla Kamber Müdür’ün odasındaydı yine.
— Evet, Teo Baş! Anlat bakalım, kuşları yuvalarına kondurdun mu?
— Müdürüm, emrettiğiniz gibi her bir üçlü grubu her bloğun bir köşesine yerleştirdik. Biri garpta, biri şarkta yani…
— İyi, bunlar birbirleriyle bir daha selamlaşana kadar aradan bir ay geçer. Başka?
Kamber Müdür diğer talimatlarının akıbetini de acilen öğrenmek istediğini bildiriyordu bu ‘Başka?’ ile.
— Her bir odaya birer adet televizyon bırakması için de depocuya talimat verdim.
— Güzel…
— Su ısıtıcısı, ketıl falan isterlerse ‘Yok!’ deyiver, dedim. Bunlar örgütçü, paraları çoktur bunların, kantinden satın alsınlar. Kütüphaneciye de şimdilik üç kitaptan fazlasını vermemesini tembihledim.
Bunları dinlemek hoşuna gidiyordu müdür Kamber’in.
— Ah, Teo Baş! Eskiden olsa bunların her birisini ‘Hoş geldin falakası’na yatırmadan odalara aldırmazdık da… Kendimi zapt etmekte ne kadar zorlanıyorum, bilemezsin.
— Yerden göğe kadar haklısınız müdürüm. Bu örgütçülere ‘Hoşgeldin’ faslı çekmek bir tarafa hani neredeyse onlar bizi, yani devlet memurlarını dövecekmiş gibi duruyorlar. Bugün yeni gelenleri başındaki uzun sakallı da bize ‘Siz, tabutun askerlerisiniz!’ dedi. Ne demekse tabutun askerî olmak… Bununla da yetinmedi tabii. Tabutun askerî olduğumuz için hepimiz aynı zamanda kafirmişiz.
— Bunlar radikallerin aşırılarındandır, ama hangi birine baksan sana evliya pozu verir…
— Müdürüm, siz çok iyi bilirsiniz. Eskiden olsa bize ‘kafir’ diyebilir miydi bir mahkum?
— Komünist örgütçülerle organize çetecileri bunlara tercih ederim. Maazallah, bunların eline fırsat geçerse kaşığın sapıyla bile olsa boğazlarlar bizi Teo Baş!
— Evet müdürüm, diğer mahkumlar maraba gibi. Onlarla iyi anlaşıyoruz.
— Müslüman dediğin biraz derviş, azıcık da çelebi olur, ya bunlar?
Aynı sözcük aynı ânda dökülüverdi ikisinin dilinden:
— Harbi terörist!
İlk Yorumu Sen Yap