Kafir Olan Yöneticiye Karşı Çıkmak

Kafir olan yöneticiye karşı çıkmaktan kastedilen, onu görevinden azletmektir. Kafir olan yöneticiye karşı çıkmanın ve onu görevinden azletmenin vacipliği şu hadisi şerif ile sabittir;

Ubade b. Samit radıyallahu anh diyor ki:

“Rasûlullah bizi çağırdı, biz de kendisine biat ettik. Bizden söz aldığı şeyler arasında, sevinçte ve tasada, darlıkta ve bollukta kendisini dinleyip itaat etmemiz, kendisini şahsımıza tercih etmemiz ve işin ehline karşı çıkmamamız vardı. ‘Ancak açık bir küfür görmeniz ve buna dair elinizde Allah’tan bir delil bulunması müstesna’ dedi.” (Muttefekun Aleyh)

Bu hadise dayanarak alimler, yönetici kafir olduğunda ona karşı çıkıp onu azletmenin vacip olduğu üzerinde icma etmişlerdir. (Bu icmayı İmam Nevevi, Kadı İyad, İbni Hacer ve başka alimler nakletmişlerdir.)

İmam Nevevi rahimehullah diyor ki: ‘Kadı İyad der ki: ‘Alimler kafir bir kişinin Müslümanlara imam olamayacağında icma etmişlerdir. Sonradan kafir olursa bu görevden indirilir…’ ‘ (Sahihi Müslim Şerhi, Kitabu’l-İmara.)

Hafız İbni Hacer rahimehullah Fethu’l Bari’de özetle diyor ki: ‘Devlet başkanı kafir olursa, icma ile azli gerekir ve her Müslümanın bunun için gayret sarf etmesi vacip olur.’

Kafir olan yöneticinin azledilmesinin sebebini şöyle açıklayabiliriz; Velayet, bir kişinin başkasının işlerini yürütmesi ve sahip çıkması manasına gelmektedir. Hilafet en büyük velayet makamıdır. Halife bütün Müslümanların velisidir. Velayet makamında olan halifenin Müslüman olması gerekir ki Müslümanlara yöneticilik yapabilsin. Nitekim Allah subhanehu ve teâlâ Müslümanların işlerinde kafirlere velayet hakkı tanımamıştır;

“Allah müminlere karşı kafirlere yol vermeyecektir.” (4/Nisa, 141)

Bu ayete göre kafir olan birinin müminlere yönetici olabilmesi düşünülemez. Çünkü kafir yönetici Müslümanların ahkamını gözetmeyecektir.

Lakin imam veya yönetici kafir olmadığı müddetçe ona karşı ayaklanmak caiz değildir. Zalim bir kimse olsa bile bu böyledir. Çünkü zulüm, göreceli bir kavramdır. Zulüm sebebiyle yöneticiye karşı ayaklanmak fitneye sebebiyet verip Müslümanların kanlarının dökülmesine yol açabilir. Rasûlullah da sallallahu aleyhi ve sellem velev yönetici zulmetse bile ona itaatten el çekmeyi yasaklamıştır:

“Sırtına vurup malını da alsa emirini işit ve ona itaat et.” (Müslim)

“Sizden biri emirinden hoşa gitmeyen bir şey görürse ona sabretsin.” (Müslim)

Bu gibi rivayetler emir Müslüman olduğu sürece velev zalim dahi olsa ona itaat etmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Ancak daha salih bir kimse mevcut, zalim olanın azledilmesi herhangi bir fitneye de sebebiyet vermeyecekse, o zaman evla olan salih olan yöneticiyi veli olarak tayin etmektir.

Görüldüğü gibi buraya kadar anlattığımız hususlar İslam devletinin var olduğu yerler ile alakalı olan hususlardır. Bugün içerisinde yaşadığımız beşeri sistemlerin sultanları ise küfür ehli olmalarının yanı sıra tuğyan sahibi olan tağutlaşmış kimselerdir. Bunlar ve bunların sistemleri Allah’a karşı hadlerini aşıp, Allah subhanehu ve teâlâ ile ilahlık ve rablık konusunda yarışa girmişlerdir. Kendisi yaratılmış olan birinin tüm acziyetiyle, yaratıcısıyla bu konuda yarışa girişmesi ne kadar da tuhaftır? Rabbimizi tüm eksikliklerden tenzih ederiz.

Allah’ın hükümlerini iptal edip, onları geri kalmışlıkla itham eden bu tağuti yöneticilere karşı verilmesi gereken mücadele, onların reddedilmesi ile alakalı olup tamamen imani bir meseledir. Nitekim Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmaktadır;

“Kim tağutu inkâr eder, Allah’a iman ederse kopması olmayan sapasağlam kulpa tutunmuştur.” (2/Bakara, 256)

Bu ayetteki inkârın kalbi bir şekilde olmasının yanı sıra, amele de yansımasının gerektiğini yine Kur’an bize haber vermektedir. Öncelikle Allah subhanehu ve teâlâ Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem İbrahim’in aleyhisselam yoluna/menhecine uymasını emrediyor:

“O hanif olan İbrahim’in dinine/yoluna uy.” (16/Nahl, 123)

Allah subhanehu ve teâlâ bu metottan yüz çevirenleri kınamıştır:

“İbrahim’in dininden/metodundan kendini bilmezden başka kim yüz çevirir.” (2/Bakara, 130)

Burada sorulması gereken soru şudur: ‘İbrahim’in yolu neydi? İbrahim zamanının tağutlarıyla hangi menheci takip ederek mücadele etmişti?’ Bu konuda gereken bilgiyi öğrenmek için çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. Kitabımız, İbrahim’in aleyhisselam menhecini bize anlatmıştır;

“Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.” (21/Enbiya, 58)

İbrahim aleyhisselam fırsat bulduğu anda putları kırarak zamanının tağutlarını bu şekilde el ile izale etmiştir. Tağutla mücadelede esas olan, imkân olduğu takdirde onlara karşı Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşmaktır. Çünkü şirk yeryüzündeki en büyük münkerdir. Tağutlar ise bu münkerin işlenebilmesi ve yaygınlaşabilmesi adına velayet görevini üstlenmektedir. Onların izalesi bu şirk sistemlerinin izale edilmesi manasına gelir.

‘Savaşıp onları izale etme gibi bir imkânımız yok ne yapalım?’ gibi bir söz mücadeleyi iskat edebilecek bir mazeret değildir. İmkân olmadığı takdirde, bu imkânın oluşabilmesi için hazırlık yapılması da tağutlarla mücadelede izlenmesi gereken menhecin bir parçasıdır;

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (8/Enfal, 60)

Yani onlarla savaş imkânının olmaması, onların parlamentolarına girip onlarla ‘mücadele'(!) edilmesini gerektirmez. Allah subhanehu ve teâlâ imkânsızlık halinde de yapılması gerekeni bizlere göstermiştir.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ tağutlarla mücadelede bizlere vaaz etmiş olduğu menhec budur. Lakin bugün -her zaman ve dönemde olduğu gibi- tağutlara karşı sürdürülen bu mücadele, tağutların belamları tarafından iftiralara maruz kalmaktadır. Dilleri, kalemleri tağut tarafından üç kuruşa satın alınmış bu sözüm ona profesör ve ilahiyatçı takımı, şirk sistemlerinin izalesi için mücadele eden muvahhid Müslümanları ‘Harici’ diyerek yaftalamakta, tabiri caizse güneşi balçıkla sıvama gayreti içine girmektedir. Bilindiği gibi Hariciler büyük günahlar sebebiyle insanları tekfir edip, adil dahi olsa halifeye karşı savaşılabileceğini savunmaktadırlar. Lakin Haricilerin bu özelliklerini kendilerine referans alıp muvahhid Müslümanları bu şekilde nitelendirmeleri çok tuhaftır. Çünkü hariciler Ali radıyallahu anh gibi ilim ve faziletin kendisinde toplandığı, Allah’ın hükmü noktasında son derece titiz olan bir halifeye karşı çıkmışlardır. Lakin bugün muvahhid olan Müslümanların mücadele ettikleri sistemleri Ali’ye radıyallahu anh benzetmek çok çirkin bir benzetmedir.

Ayrıca “Hüküm yalnız Allah’ındır” (12/Yusuf, 40), diyerek mücadeleye girişenler sadece Hariciler değildir. Nitekim Şeyh Ömer Abdurrahman (Allah esaretten kurtarsın) kendisini Harici olarak isimlendiren mahkemenin savcısına diyor ki: ‘Evet, hüküm ancak Allah’ındır. Bizden çok önce şerefli Peygamber Yakup oğlu Yusuf’ta aynı şeyi söylemişti. Mısır’da zindanların derinliklerinde bunu haykırmıştı da hapishanenin prangaları onu hakkı söylemekten alıkoymadı. Ondan önce de, sonra da Allah’ın Peygamberleri bunu haykırdılar. Hariciler bu ayete sarılıp bunu savundular diye bu ayeti Allah’ın Kitabı’ndan çıkarmak mı istiyorsun ey savcı? Siz bu gibi iftiralarla size muhalif olanları susturmak ve onlara söz hakkı vermemek istiyorsunuz. Bu sözü birinci asırda söyleyenler Harici, bu asırda söyleyenler ise mücahittir.’

Şeyh aslında yanıtı çok güzel vermiştir. Ancak bu kişilere şöyle de denilebilir:

‘Asıl Harici olanlar sizlersiniz. Çünkü Haricilerin özelliklerinden biri de put ehlini, küfür ehlini terk edip İslam ehliyle mücadele etmeleridir. Sizler kapılarını aşındırdığınız tağutun küfrüne ve tuğyanına göz yumup, ona karşı mücadele eden tevhid ehline karşı sürdürdüğünüz bu harp ile aslında haricilerden olmuş oluyorsunuz. Allah’ın ayetlerini az bir bedel karşılığında değiştirdiniz. Size de kazandıklarınıza da veyl olsun.’

Rabbimiz, bize hakkı hak olarak gösterip, ona tabi olmakla; batılı da batıl olarak gösterip, ondan uzaklaşmakla bizi rızıklandır. Allahumme Amin.

Dualarımızın sonu, Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver