İKİ KUŞAK SAHİBİ: ESMÂ BİNTİ EBÎ BEKİR

Esmâ Binti Ebî Bekir Es-Sıddîk ibni Ebî Kuhâfe Osmân ibni Amr ibni Ka’b ibni Sa’d ibni Teym

Evvelki yazımızda Esmâ Binti Ebî Bekir ile Zubeyr ibni Avvâm’ın (r.anhuma) evliliğinden bahsetmiştik. Bu konu üzerinden ilerleyerek her şeye rağmen sükûnetle, vakarla, sabırla davranmanın gerekliliğini konuşmuştuk. Sonra Esmâ’nın (r.anha)fedakârlığından ödün vermediğini, -kendine has şekliyle- arkasını düşünmeden, bekletmeden, saymadan infak ettiğini anlatmış, yeniden biz olmanın farkındalığını hatırlamıştık. Esmâ (r.anha) yine, nice unuttuğumuz değerleri hatırlatmaya devam ediyor. Bizler de hatırlayanlardan olmak ümidiyle okumaya devam ediyoruz.

Bir Dava Kadını

Bir çocuğun şahsiyeti üzerinde en az babası kadar annesinin de tesiri vardır. Hatta bir derece daha fazladır, dersek yanılmış olmayız. Çünkü anne onu karnında taşımış ve dünyaya getirmiştir; onu emzirmiş ve bakımını üstlenmiştir, gece gündüz onun başında durup yetiştirmiştir. Hâliyle karakterinin büyük bir kısmı annesinin çevresinde şekillenmiştir.

İslam tarihinde nice anneler vardır ki birçok kimse onların ismini dahi bilmez. Fakat onların faziletleri sayılamayacak kadar çoktur. Onlar bu yolda öyle zorluklara göğüs germişler ve öyle fedakârlıklar sunmuşlardır ki mukaddes çağrı onların omuzlarında yükselmiştir.

Daha mühim olanı ise onlar evlatlarını davaya öyle adamışlardır ki o evlatların her biri ayrı bir tarih yazmıştır. Çoğu zaman onlardan övgüyle bahsederken bu yüce mertebelere erişmesini sağlayan, arkalarındaki anneleri görmeyiz. Aslında onlar gördüğümüz o dağların arkasında duran bulutların perdelediği daha yüce dağlardır. Fakat farkına varmayız.

Esmâ da (r.anha) onlardan biridir. Evlatlarını benzersiz bir titizlikle yetiştirmiştir. Bundan olsa gerek kendisi bir dava kadını olduğu gibi, oğlu Abdullah da (ra) bir dava adamıdır.[1] Mücadele içinde doğmuş ve mücadele içinde ölmüştür. Düşünün, daha on üç yaşındayken kılıcı eline alıp Yermük Savaşı’na katılmış ve son nefesine kadar o kılıcı bırakmamıştır. Onlarca savaşa katılıp onlarca zafere imza atmıştır. Şehadet şerbetini içene kadar da mücadeleye devam etmiştir.[2]

Hatırlarsanız Esmâ (r.anha) uzun bir ömür sürmüştü. Dolayısıyla oğlu Abdullah’ın Emevîlerle olan mücadele yıllarına da yakinen şahit olmuştu. Çektiği zorluklara bir de oğlunun sıkıntıları eklenmişti. Ancak yine onca acıya rağmen hiçbir zaman geri adım atmamıştı. Oğluna, doğru bildiği uğurda ilerlemesini söyleyerek şehadet yolunu açmıştı. Ciğerparesini ölüme teşyi ederkenki şu manzaraya bir bakın:

“…İbnu’z Zubeyr’in annesi dedi ki: ‘(Abdullah’ın arkadaşları onu yüzüstü bırakıp giderek) hayatı sevdiler ve ona yardım etmediler. Onun dininin ve soyunun üstünlüğüne bakmadılar.’

Sonra Esmâ kalkıp namaz kılıp dua etti. Şöyle diyordu: ‘Allah’ım! Abdullah ibni Ez-Zubeyr senin hürmetine saygı gösterir ve sana isyan edilmesinden hoşlanmaz. Senin yolunda senin düşmanlarınla savaştı. Senin mükafatını umarak ruhunu ve bedenini feda etti. Allah’ım! Onu hayal kırıklığına uğratma! Allah’ım! Şu secdeler, ağlayış ve sıcak vakitlerdeki (oruçtan dolayı) susuzluk hürmetine ona merhamet eyle! Allah’ım! Bu sözleri onu temize çıkarmak için söylemiyorum. Ancak benim ve senin bildiğin şeyleri söylüyorum. Allah’ım! O, anne ve babasına iyi davranan biridir.’

Sonra Abdullah ibni Ez-Zubeyr gelip annesinin huzuruna girdi ve üzerinde zırh ve miğfer vardı. Önünde durdu ve selam verdi. Sonra yakınlaştı, elini alıp öptü ve ona veda etti.

Bunun üzerine annesi, ‘Bu veda, seni cehennemden uzaklaştıran bir vedadan başka bir şey değildir.’ dedi.

Bunun üzerine İbnu’z-Zubeyr, ‘Evet, sana veda etmek için geldim. Bugünün dünyada yaşadığım son gün olup hayatımın sonlanacağını düşünüyorum. Ey anneciğim! Bil ki, şayet öldürülürsem, ben et ve kandan ibaretim, yapılan hiçbir şey bana zarar vermez.’

Esmâ şöyle dedi: ‘Doğru söyledin. Doğru gördüğün istikamete doğru git. İbni Ebu Akil’e[3] fırsat verme. Yaklaş bana sana veda edeyim.’

Abdullah ona yaklaştı, Esmâ da ona sarıldı. (Abdullah’ın bedenindeki) zırha dokununca, ‘Bu da nedir? Senin istediğin (şehadeti) isteyen bunu yapar mı?’ dedi.

Abdullah, ‘Zırhı sadece (sen istersin diye) sana bağlı kalmak için giydim.’ deyince; annesi, ‘O, seni bana bağlamaz. Aksine seni benden ayırır.’ dedi.

Bunun üzerine Abdullah zırhı çıkardı, gömleğin kolunu geriye doğru katladı ve gömleğin alt kısmını bağladı. Gömleğin alt kısmını da kemerin içine koydu.

Annesi, (gözleri görmediğinden) ‘Elbiselerinin kol ve paçaları sıvanmış, değil mi?’ diye sordu.

O da, ‘Tabii ki, senin söylediğin gibi.’ dedi.

Annesi, ‘Allah sana sebat versin.’ dedikten sonra Abdullah şu beyti okuyarak onun yanından ayrıldı:

‘Şüphesiz ki zor günü bildiğimde sabrederim

O vakit bazıları bunu bilir ve sonra inkâr eder.’

Annesi onun sözlerini anladı ve dedi ki: ‘Vallahi, inşallah sabredersin. Senin baban Ez-Zubeyr değil mi?’ ”[4]

“Abdullah ibni Ez-Zubeyr, insanların kendisini yüz üstü bırakıp gittiğini görünce, annesinin yanına girdi ve şöyle dedi: ‘Ey Anneciğim! İnsanlar yardımlarını benden kesti. Hatta oğlum ve ailem bile. Yanımda sadece kısa bir müddet dayanacağı sabırdan başka savunması olmayan kişiler kaldı. İnsanlar bana dünyadan istediğimi veriyorlar. Senin görüşün nedir?’

Annesi dedi ki: ‘Ey oğulcuğum! Sen kendini benden daha iyi bilirsin. Sen kendinin doğru yolda olduğunu ve ona çağırdığını biliyorsan ona devam et. Bu uğurda arkadaşların öldürüldü. İpini Ümeyyeoğullarının çocuklarının eline verip de seninle oynamalarına izin verme. Yok eğer sen sadece dünyalık istiyorsan, o zaman ne kötü bir kulsun! Hem kendini hem de seninle beraber öldürülenleri helak etmiş olursun.’

Bu sözler üzerine İbnu’z-Zubeyr, annesine yaklaşıp onu başından öptü ve şunları söyledi: ‘Vallahi ben de öyle düşünüyordum. Bugün insanları çağırdığım uğurda dünyaya meyletmedim ve dünyada yaşamayı arzulamadım. Beni (düzene) karşı çıkmaya iten sebep sadece Allah için olan öfkedir. Ancak senin de fikrini öğrenmek istedim. Basiretime basiret ve güç kattın. Ey Anneciğim! Bana bak; ben bugün öldürüleceğim, bana olan feryadın aşırı olmasın. Beni Allah’ın emrine bırak. Şüphesiz senin oğlun kötülük işlemeye yeltenmedi ve çirkin iş de yapmadı. Hiçbir hükümde zulmetmedi, verdiği hiçbir güvencede ihanet etmedi. Hiçbir Müslim’e veya anlaşmalı kimseye karşı zulme yeltenmedi. Bana ulaşan hiçbir zulme rıza göstermedim, aksine o zulmü reddettim. Benim nezdimde Rabbimin rızasından daha üstün hiçbir şey olmadı. Allah’ım! Ben bu sözleri kendimi temize çıkarmak için söylemiyorum. Sen beni daha iyi bilirsin. Ancak ben bu sözleri teselli olsun diye annemin üzüntüsünü hafifletmek için söylüyorum.’

Abdullah’ın bu sözlerine karşılık annesi ona şöyle dedi: ‘Şayet (ölümde) beni geçersen, senin için güzel bir teselli bulacağımı umuyorum. Şayet ben seni geçer de (senden önce ölürsem) senin işinin nereye varacağını görmem konusunda gönlümde bir boşluk kalır.’

Abdullah da, ‘Anneciğim! Allah seni hayırla mükafatlandırsın. Öldürüldükten sonra bana dua etmeyi bırakma.’ dedi.

Annesi ‘Hayır, bırakmam. Ben ebediyen duayı bırakacak değilim. Batıl uğruna öldürülen kim? Sen hak uğruna öldürüleceksin.’ dedi.

Abdullah çıktı, Annesi şöyle dua ediyordu: ‘Allah’ım! Uzun gecede kılınan şu uzun namazın hürmetine, şu ağlayışın ve Medine ile Mekke’nin şu kavurucu sıcaklığında (tutulan oruçtan dolayı) susuzluğun hürmetine, babasına ve bana iyi davranmasının hürmetine ona merhamet eyle. Allah’ım! Onu senin emrine teslim ediyorum. Onun hakkında verdiğin hükme ben razıyım. Beni Abdullah hakkında, sabredenlerin ve şükredenlerin sevabıyla ödüllendir!’ ”[5]

Bu tablonun ardından Abdullah (ra) düşmanlarının karşısına çıktı ve kahramanca savaştı. Annesinin öğütlediği gibi asla geri dönmedi ve daima sebat etti. Annesi onu onurlu bir yola iletmişti, “Sevgili oğlum! Şerefli olarak yaşa, şerefli olarak öl…”[6] demişti ve Abdullah da (ra) öyle yaptı. Şerefli bir şekilde yaşadı ve şerefli bir şekilde öldü…

Ancak Haccac-ı Zalim, zulme doymamıştı. Abdullah (ra) gibi bir sahabiyi katlettiği yetmezmiş gibi onun kafasını kesip sultan Abdulmelik ibni Mervan’a gönderdi. Bedenini ise Mekke gibi mukaddes bir beldede meydana astı. Esmâ’nın (r.anha) çilesi Abdullah’ın ölümüyle de bitmedi. Bu acı tabloyla yüzleşmek zorunda kaldı.

“Çarşamba günü Esmâ binti Ebî Bekîr’in yanına girdim. Önünde bir kefen vardı, onu hazırlamış, açmış ve güzel koku sürmüştü. Cariyelerine mescidin kapılarının önünde durmalarını emretmişti. Abdullah öldürülünce avluda feryat ettiklerini gördüm. Esmâ onları Abdullah’ı taşımaları için gönderdi.

Onun cesedi Haccac’a getirildi, o da başını gövdesinden ayırıp Abdülmelik ibni Mervan’a gönderdi ve gövdesini de (meydanda) astı.

Bunun üzerine Esmâ şöyle dedi: ‘Allah kan dökücüyü kahretsin! Oğlumun cesedini defnetmeme engel oluyor.’

Ardından Esmâ bineğine bindi ve gidip oğlunun asılmış cesedinin önünde durdu. Uzunca ona dua etti. Gözünden bir damla yaş bile akmadı.

Sonra, ‘Batıl uğruna öldürülen kim? Sen hak uğruna öldürüldün. Kılıcını bırakmadan asil bir şekilde öldürüldün. Zikrin baki kalsın.’ diyerek oradan ayrıldı.”[7]

Haccac-ı Zalim, bir müddet Abdullah’ın (ra) bedeninin indirilip annesinin onu kefenleyip defnetmesine dahi müsaade etmedi. Zira insanları zorbalıkla hükmü altında tutup korkuyla bekasını sağlamak istiyordu. Biricik oğlunu defnetmek isteyen bir anneye dahi tahammül edemiyor, yüz yaşına merdiven dayamış bir kadını dövmekle tehdit edip hakaretler savuruyordu. Ancak ne fayda! Ebû Bekir’in (ra) kızı, Zubeyr ibni Avvâm’ın (ra) eşi olan Esmâ gibi bir kadın bu tehditlerle geri adım atacak değildi.

“…Sonra (Haccac, Abdullah’ın) annesi Esmâ binti Ebî Bekîr’e -ki o gözlerini kaybetmişti- kendisine gelmesi için haber gönderdi.

Esmâ gelmekten yüz çevirince, ‘Ya kesinlikle bana gelirsin ya da seni saçlarından tutup bana getirecek birini yollayarak getirtirim’ diye haber saldı.

Esmâ da, ‘Beni saçlarımdan tutup sürükleyerek sana getirecek birini göndermedikçe vallahi sana gelmeyeceğim.’ diye cevap verdi.

Haccac’ın elçisi gelip bu cevabı ona bildirdi.

Haccac bu durumu görünce, ‘Hizmetçi! Benim sığır derisinden yapılmış nalınlarımı getir!’ diye seslendi.

Hizmetçi nalınlarını getirdi, o da giyip hızlıca çıktı. Esmâ’nın yanına gelip huzuruna girdi.

Sonra, ‘Allah’ın düşmanına yaptıklarım konusunda ne düşünüyorsun?’ dedi.

Esmâ da, ‘Sen onun dünyasını o da senin ahiretini kararttı, diye düşünüyorum.’ dedi.

Sonra, ‘Onu iki kuşak sahibinin oğlu diye ayıpladığın bana ulaştı. Vallahi ben iki kuşak sahibiyim. O kuşağın ilki kadının onsuz olamayacağı kuşaktır, diğeri ise içinde Allah Resûlü (sav) ile babamın yemeğini karınca ve diğer böceklerden korumak için bağladığım kuşaktır. Sana yazıklar olsun! Bunların hangisiyle onu ayıplıyorsun?’ dedi.

Sonra, ‘Bil ki ben Allah Resûlü’nün, ‘Sakif Kabilesi’nden biri yalancı diğeri kan dökücü iki adam çıkacak.’ buyurduğunu duydum. Yalancıya gelince onun İbni Ebî Ubeyd olduğunu gördük. Kan dökücüye gelince işte o sensin!’ dedi.

Bunun üzerine Haccac oradan hızlıca kalkıp gitti. Bir daha da Esmâ’ya dönmedi.”[8]

Abdülmelik bu konuşmalardan haberdar olunca Haccac’a mektup yazarak Esmâ (r.anha) ile uğraşmamasını ve bu yaptıklarına bir son vermesini istedi.

“…Esmâ’nın bu sözleri üzerine Haccac rencide oldu ve oradan çekip gitti. Bu haber Abdülmelik’e ulaştı. O da Haccac’a Esmâ’yla konuşmasını kınayan bir mektup yazdı. Mektupta, ‘Salih adamın kızıyla senin ne işin var?’ dedi.”[9]

Haccac da hem sultandan çekinmiş hem de hıncını yeterince almış olacak ki Abdullah’ın bedeninin indirilip defnedilmesine izin verdi. Esmâ (r.anha) biricik oğlunun misk kokan[10] bedenini elleriyle yıkayıp defnetti.

“Esmâ, Abdullah asıldığında, ‘Allah’ım! Onu kefenleyip kokulayıncaya kadar beni öldürme.’ dedi.

Akabinde oğlunun cesedinin parçaları ona getirildi. O da kendi eliyle onu kefenleyip kokuladı.”[11]

Ahiret Rıhlesi Başlarken

Artık Esmâ (r.anha) için dünya çekilmez bir yer olmuştu. Burada kaldıkça imtihanları da uzamış ve şiddeti artmıştı. Ahir ömründe acının en acı hâlini tatmıştı. Yüz yaşına yaklaşmış ve dünyadan göç etme vakti çoktan gelip çatmıştı. Dua ettiği gibi Abdullah’tan kısa bir müddet sonra ruhunu Rabbine teslim etti:

“…Esmâ binti Ebî Bekîr, oğlu Abdullah ibni Ez-Zubeyr’in ölümünden geceler sonra öldü.”[12]

İşte ahiret ehli böyledir. Dünyada sabır ile şükür arasında yaşar ve onurlu bir ölümle hayata veda ederler. Razı olununcaya dek benliğinin her zerresiyle mücadele edip son nefeslerine kadar sabrederler. Onların omuzlarında gaye yükselir. İşte böyle imtihan yelkeni sabır dolarsa bu dava daha nice yollar aşar.

Şu an durduğumuz yerde, Esmâ gibi acı ve zor olsa da doğruyu yapmaktan çekinmeyecek ebeveynleri arıyoruz. Fakat ne yazık ki bugün birçok kimse bu erdem ve olgunluktan çok uzak. Çocuklarına kıyamadıkları için(!) terk ettiği farzlara ve işlediği haramlara sükût ediyorlar. İslam için mücadele etmeye teşvik etmesi bir yana, kendi nefsî ve keyfî çıkarları yüzünden mücadeleden alıkoyuyorlar. Sonra da aradan yıllar geçip çocuğu dalalete savrulduğunda, “Benim çocuğum neden böyle oldu?” diyerek dizlerini dövüyorlar. Çözüm gayet basit: Biz Esmâ olursak çocuğumuz da Abdullah olur…

Şimdi başa dönelim. Hani Esmâ kuşağını feda etmişti ya, işte Allah Resûlü de (sav), “Bu iki kuşağına karşılık Allah sana cennette kuşak versin.”[13] diyerek o salih amellerinin karşılığını cennete göreceğini haber vermişti. Bu noktada bizler de mübarek dudaklardan çıkan bu müjdeye nail olup cennet ehli olmasını ümit ediyoruz…

Selam olsun Esmâ’ya… Allah kendisinden razı olsun…


[1]. Biz burada yalnız Abdullah’tan (ra) bahsederek örnek verdik. Ancak Esmâ’nın (r.anha) diğer birçok çocuğu tarihte ayrı bir yere sahip olan kimselerdir.

[2]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/473-518; El-İstiab fi Ma’rifeti’l Ashab, İbni Abdulber, Daru’l Cil, 3/905-910; El-İsâbe fi Temyizi’s Sahabe, İbni Hacer El-Askalani, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, 4/77-82

[3]. Haccac’ı kastediyor.

[4]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/501-502; Tarihu Dımeşk, İbni Asakir, Daru’l Fikri, 28/235

[5]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/502-503; Tarihu Dımeşk, İbni Asakir, Daru’l Fikri, 28/227

[6]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/504; Tarihu Dımeşk, İbni Asakir, Daru’l Fikri, 69/21; Siyeru A’lamin Nubela, Zehebi, Müessesetü’r-Risale, 2/293

[7]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/509; Tarihu Dımeşk, İbni Asakir, Daru’l Fikri, 28/227

[8]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/514; Tarihu Dımeşk, İbni Asakir, Daru’l Fikri, 69/23

[9]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/510; Tarihu Dımeşk, İbni Asakir, Daru’l Fikri, 28/228; El-Bidâye Ve’n-Nihâye, İbni Kesir, Daru İhyau’t Turas, 8/375

[10]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/511

[11]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 6/515

[12]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Daru Sadır, 8/255; El-İstiab fi Ma’rifeti’l Ashab, İbni Abdulber, Daru’l Cil, 4/1782; Hâkim, 6918

[13]. El-İstiab fi Ma’rifeti’l Ashab, İbni Abdulber, Daru’l Cil, 4/1782; El-İsâbe, İbni Hacer El-Askalani, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, 8/13; Tarihu Dımeşk, İbni Asakir, Daru’l Fikri, 40/239

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver