İnsan ve Doğal Afetler

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Allah (cc) her birinize af ve afiyet ihsan eylesin. Sizleri maddi ve manevi hastalıklardan, doğal afetlerden ve kulluk afetlerinden korusun.

Bu ayki yazımı kaleme alırken Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerinde yangınlar başlamıştı. Umuyorum Dergimiz çıkana kadar tüm yangınlar söndürülmüş olur ve mustazaf insanlar en az kayıpla bu yangını atlatır. Kevnî bir hadise olarak yangın, Yüce Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Her ayet gibi hatırlatıcı, ibretlik vesikası ve öğreticidir. Bu yangının bana hatırlattıklarına dair şunları söyleyebilirim:

İnsanoğlunun başına gelen her musibet, denizde ve karada görülen her fesad/bozgunculuk, insanın eliyle kazandığı günahların eseridir:

“Başınıza gelen her musibet, ellerinizle kazandığınız (günahlar) sebebiyledir. Hem (Allah) çoğunu da affeder.”[1]

“İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) sebebiyle, karada ve denizde bozgunculuk baş gösterdi. Belki (İslam’a) dönerler diye (Allah), yaptıklarının (cezasının) bir kısmını onlara tattırmaktadır.”[2]

İnsanı ve tabiatı yaratan Allah (cc), hem insan için hem tabiat için bir kulluk yasası belirlemiştir. İnsan kendi için vazedilen yasaya (şeriata) uyduğunda tabiat da kendi için vazedilen yasaya eksiksiz bir şekilde uyar. İnsan ile tabiatın uyumu topluma huzur ve refah getirir:

“Şayet o beldenin halkı iman etmiş ve (Allah’tan) korkup sakınmış olsaydı, göğün ve yerin bereket (kapılarını) onlara açardık. Fakat yalanladılar. Biz de onları işledikleri (günahlara) karşılık (azapla) yakalayıverdik.”[3]

İnsan, kendisi için vazedilen yasayı çiğnediğinde tabiat da -Allah’ın dilemesiyle- kendi için belirlenen yasanın dışına çıkar; düzen bozulur, denge sarsılır. Zira doğa, kendisi gibi “subhanallahi ve bihamdihi” diyen[4] ve Allah’a (cc) teslim olan insanlar istemektedir.[5] İnsan, Allah’ı hamd ile tesbih edip O’na teslim olmadığında doğa -Allah’ın izni ve dilemesiyle- felaket kusmaktadır. Allah’ı eksiklerden tenzih edip O’nu övmenin ilk ve en önemli adımı, O’nun şeriatına dönmek ve O’nun yasalarına boyun eğmektir. Aksi hâlde, “Allah’ın varlığına, birliğine, her şeyi en iyi bilenin O olduğuna ve O’nun hüküm kitabı olarak indirdiği Kur’ân’a inanıyorum.” diyen, sonra gidip beşerî yasalarla hükmeden/hükmettiren insan, bilsin veya bilmesin, Allah’a eksiklik izafe edip O’na hakaret etmektedir. İnsan, tevhid üzere Allah’a (cc) teslim olmadığında doğa, insanı kabul etmez; insana/topluma bir düşman gibi felaket yağdırır. Buna mukabil, insan da tevhid üzere olmadığında kendisi dışındaki varlıklarla hastalıklı bir ilişki kurar. Varlığın, Allah’ın mülkü olduğunu unutur. Varlığa hükmetmek ve onu ele geçirmek ister. Tüm varlığın, zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olduğunu, insanın israf ve aşırılığının varlığa yıkım olarak döndüğünü unutur. Örneğin, varlığın bir ritmi vardır. Toprak bir defa mahsul verir, inekten belli miktar süt sağabiliriz, tavuk günde bir defa yumurtlar. İnsan “daha fazla, daha fazla” dedikçe toprağın, ineğin, tavuğun… ayarını/fıtratını bozar. Evet, ışığı açıp kapayarak ve antibiyotikli yemlerle tavuğu aldatabilir, günde iki defa yumurta alabilirsiniz. Ancak o yumurtayla beslenen insanı canavarlaştırır, toplumun başına bela edersiniz. İşte o yumurtayla beslenen insan ideolojik saiklerle, tatil köyü kurmak için, çilingir sofrası keyfi için, sorumsuzca yaşadığından orman yakar… İnsan tevhid inancından uzaklaştığında fıtrattan uzaklaşır. Kendi fıtratına yabancılaşan insan, varlığın fıtratına da yabancılaşır ve özellikle bu yabancılaşma her zaman felaketle sonuçlanır.

Küresel ısınma, yangınların zahirî sebebidir. Ancak küresel ısınmanın ardındaki hakiki sebep, insanın aşırılığıdır. Aşırı tüketim (tebzir), daha fazla kâr arzusuyla doğayı talan etmek (tamah) ve lüks için eşyanın tabiatını zorlamak (israf); doğanın dengesini bozmakta, başta küresel ısınma olmak üzere deprem, sel, yangın ve heyelan gibi doğal afetleri tetiklemektedir. İnsan, Yüce Allah’ın sınırlarına (hududullah) riayet etmediği müddetçe arzularının peşinden sürüklenecek, sınırı olmayan arzular doğanın ve içindeki canlıların felaketine neden olacaktır. Hiçbir beşerî din, ideoloji, felsefe ve ahlak kuramı; insanın tabiatında var olan azgınlığı dizginleyecek mahiyette değildir. Değildir; zira yasa-fıtrat dengesinden uzaktır. İnsanlık Yüce Allah’ın dinine, yani şeriat-fıtrat dengesine döner ve tevhid üzere O’na (cc) kulluk ederse, varlığa vahiy penceresinden bakacak, doğa ile insan arasında uyum sağlayacaktır.

Yüce Allah’ın şer’i, kevnî, toplumsal ve bireysel yasaları vardır. İnsan bu yasalara (sünnetullah) riayet ettiğinde bireysel ve toplumsal huzura kavuşur. Yasalara riayet etmediğinde ise bireysel ve toplumsal yıkımla karşı karşıya kalır. Allah’ın (cc) yasaları, bir süreç içinde işler. Her toplum/birey, yıkım öncesinde türlü uyarılara muhatap olur. Bu uyarı bazen elçi olur:

“…Biz, peygamber yollamadan azap edecek değiliz.”[6]

Bazen sıkıntılar ve zorluklar olur:

“Andolsun ki, senden evvelki kavimlere (de resûller) gönderdik. (Allah’a) yalvarır ve boyun eğerler diye onları sıkıntılar ve zorluklarla imtihan ettik. Bari imtihana uğradıklarında boyun eğip yalvarsalardı! Ama kalpleri katılaştı ve şeytan yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi. Kendilerine hatırlatılan (öğüdü) unuttuklarında, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Kendilerine verilenlerle sevinmeye/şımarmaya başlayınca da onları ansızın yakalayıverdik. (Azabı gördüklerinde kurtulmaya dair) tüm ümitlerini yitirdiler. Böylece o, zalimler topluluğunun (kökü kurutulup) arkaları kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.”[7]

Bazen yanı başımızda yaşayan, her gün görmeye alıştığımız doğal varlıklar birer afete dönüşür:

“(Bunun üzerine) ayrı ayrı ayetler/mucizeler olan tufan, çekirge, (bit, pire, böcek vb.) haşerat, kurbağalar ve kan yolladık üzerlerine. Yine büyüklenip kibre kapıldılar ve suçlu günahkâr bir toplum oldular. Azap üzerlerine çökünce: ‘Ey Musa! Senin yanında bulunan (Allah’ın) ahdiyle bizim için Rabbine dua et. Bu azabı bizden giderirsen, andolsun ki sana iman edecek ve İsrailoğullarını seninle beraber yollayacağız!’ demişlerdi. (Sözlerini tutup tutmayacaklarını sınamak için) bir zamana kadar azabı kaldırınca, (bir de ne göresin) onlar sözlerini bozmuşlar bile.”[8]

Allah (cc) en doğrusunu bilir; bugün dünyanın yaşadığı kuraklık, koronavirüs, tarımsal verimi düşüren haşere istilası ve şimdi de yangınlar; birer uyarıcıdır. Büyük yıkım öncesi gelen uyarıcılar… Hep böyle olmuştur; Yüce Allah yoldan çıkan insanlığa uyarıcılar yollamış, anlamayanları acı bir azapla yakalamıştır. Uyarıların sıklaşması azabın yakınlaştığını gösterir. Her birimiz tevbe ve istiğfarla Allah’a yönelmeli, “Rabbim! Uyarıyı aldım.” demeli ve En’âm Suresi’nin 43. ayetinde öğretildiği üzere boyun eğip yalvarmalıyız. Toplum İlahi uyarıya duyarsız kalıyorsa bile biz ferdî anlamda duyarsız kalmayalım. Uyaralım, uyarılalım…

Kur’ân’ın öğrettiği gibi, cahiliye toplumlarında sömüren müstekbirler ve ezilen mustazaflar vardır. Cahiliye toplumu, tüm kurum ve kuruluşlarıyla müstekbir/büyüklenen, mele/imtiyazlı ve mütref/sosyete sınıfın çıkarlarını korumak içindir. Aynı bölgede yaşamalarına rağmen mustazaf insanlar yangında her şeyini kaybetmiş; lüks tatil bölgelerinde yaşayanlar ise itinayla tahliye edilmiş, can ve mal güvenlikleri güvence altına alınmıştır. Kaldı ki, onların tüm taşınır ve taşınmaz malları sigortalıdır. Olası bir zarar durumunda sistem ayrıcalıklı sınıfın tüm zararını karşılayacaktır. Tabii ki her şeyi küle dönen mustazafların vergileriyle!..

Müstekbirler, tufeyli bir sınıftır; mustazafların iliğini kemiğini kurutarak sömürürler. Yüce Allah bu sınıfı alaşağı etmek, sömürdükleri zenginliklere mustazafları vâris kılmak ve önderliği/imameti mustazaflara vermek ister:

“Biz, onları bahçelerinden ve pınarlarından çıkardık! Hazinelerden ve değerli konaklarından! (Onları çıkardığımız yerlere) böylece İsrailoğullarını vâris kıldık.”[9]

“Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmış olan (mustazaflara) iyilik yapmak, onları (kendilerine uyulan) imamlar yapmak ve onları (yeryüzüne) vâris kılmak istiyoruz. Ve onları, yeryüzünde güç/iktidar sahibi kılmak (istiyoruz). Firavun’a, Haman’a ve ordularına da kendisinden korktukları şeyi göstermek/yaşatmak (istiyoruz).”[10]

Evet, Allah (cc) o bahçelerden, pınarlardan, zenginliklerden onları sürüp çıkarmak, onların yerine o zenginliği inşa eden mustazafları, günümüz ifadesiyle ameleleri yerleştirmek istiyor. Kitap, mustazafları çağırıyor… Ne ki mustazafların Allah’ın çağrısından daha önemli işleri var!.. Birbirleriyle uğraşıyorlar, daha ne yapsınlar!

Doğal afetler turnusol kağıdı gibidir; toplumun inanç, ahlak ve gelişmişlik düzeyini gösterir. Suriyeli mülteciler, koronavirüs ve şimdi de yangın; kapitalist cahiliyenin toplum ahlakı üzerindeki tahribatını gösterdi. İnsanlar Suriyelileri ucuz iş gücü olarak istihdam etti, emeklerini sömürdü. Salgında ve yangında kullanılacak malzemelerin fiyatları fırladı. Fırsatçı ve sömürgeci kapitalist cahiliye, sömürdüğü mustazafları da kendine benzetti. İkramı seven, elindekini paylaşan ve dara düşene yardımı fazilet bilen coğrafya insanını birer fırsatçıya dönüştürdü. Asıl yangın ve asıl virüs budur işte: Fırsatçılık! Orman yangınlarını söndürürsünüz, -fidan dikeceğim diye döngüye müdahale etmezse insan- Allah’ın (cc) izni ve yardımıyla orman kendini yeniler. Benzer şekilde, salgına karşı toplumsal bilinç oluşturur, gerekli tedbirleri alır ve salgını bitirirsiniz. Ya fırsatçılık? Fırsatçılık, ağaç kurdu gibi içten içe kemirir toplumu. Bir toplumu var eden ahlaki kolonları bir bir keser, geriye toplumsal bir enkaz bırakır. Şu ân şahit olduğumuz fırsatçılık, yıkım öncesi ses veren apartmanların çatırtısına benziyor. Toplum çatırdıyor, duyuyor musunuz? Bu toplumda yaşayan her birimizin ara ara dönüp kendine sorması gerekiyor: Ben, fırsatçı mıyım? Fırsatçılık ahlakı üstüme sıçradı mı? Ben de birilerini sömürüyor muyum?

Soru: Hocam, kişisel gelişim kitaplarından faydalanabilir miyiz?

İnsanlık tarihinde binlerce din, felsefe ve ahlak sistemi oluşmuş/olagelmiştir. Bu sistemlerin her birinin ana gündemi insandır. İnsan nedir; erdeme/fazilete nasıl erişir; erdemsiz/rezalet davranışlardan nasıl sakınır; insanı iyiliğe/başarıya ulaştıracak özellikler nelerdir, nasıl geliştirilebilir; insanı iyilikten/başarıdan alıkoyan özellikleri nelerdir, nasıl yok edilebilir veya insan bu olumsuz özelliklerden nasıl korunabilir?.. Her din, felsefe veya ahlak sistemi, zikredilen soruları sorar ve cevaplarını bulmaya/vermeye çalışır. Ancak bulunan/verilen cevaplar, cevap verenlerin inanç ve ahlak anlayışından bağımsız değildir. Cevap verenler, önce ayaklarını bir zemine basar (din/felsefe), sonra bu zeminin insana, varlık/yaratılış gayesine, dünya hayatına bakışına göre cevaplar verirler. Hâliyle insana/topluma başarı vadeden her sistem, bir din/akide ve dünya görüşünden beslenir.

Allah Resûlü (sav) risaletle görevlendirildiğinde insana iyilik/erdem/başarı vadeden sistemler vardı. Bunların en yaygın olanları şunlardı:

− Grek (Yunan) filozoflarının ahlak öğretileri

− Tahrif edilmiş Yahudilik ve Hristiyanlık

− Mecusilik/Zerdüştlük

− Hint çileciliği

Bu ortamda inen vahiy, inananlara şunları söyledi:

İnsan arınmak zorundadır, arınmayan zarar eder:

“Ona hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene (tüm bunlara andolsun ki), Onu (nefsini) arındıran, kesinlikle kurtuluşa ermiştir. Onu (küfür ve masiyetle) örtüp gizleyen de, kesinlikle zarar etmiştir.”[11]

İnsanı arındıracak olan, Allah (cc) ve Resûl’üdür (sav):

“Şayet üzerinizde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı içinizden hiç kimse ebediyen arınamazdı. Fakat Allah, dilediğini temizleyip arındırır. Allah (işiten ve dualara icabet eden) Semi’, (her şeyi bilen) Alîm’dir.”[12]

“Andolsun ki Allah müminlerin içinde, kendilerinden olan bir Resûl göndermekle onlara iyilikte bulunmuştur. Onlara O’nun ayetlerini okur, onları arındırır ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretir. Hiç şüphesiz, (Resûl gelmeden) önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.”[13]

Arındıktan sonra ilerlemek, gelişmek ve başarılı olmak; ancak vahiyle mümkündür:

“Şüphesiz ki bu Kur’ân, en doğru olana iletir ve salih amel işleyen müminleri, onlara büyük bir ecir olduğu (gerçeğiyle) müjdeler.”[14]

“O, yalnızca âlemlere bir hatırlatmadır. Sizden dileyenin istikamet bulması için.”[15]

İsrâ Suresi’nin 9. ayetinde Kur’ân’ın “ekvem/en kavim” olana ulaştıracağı beyan ediliyor. Mealimize “en doğru” diye yansıttığımız bu kelimenin, bir meale sığmayacak kadar geniş anlamları vardır. Zira kelimenin kökü olan “k-v-m”, Arapçada anlam örgüsü geniş, kapsamlı bir şekilde kullanılan kelimelerdendir. Kelimenin kök anlamı, oturmanın zıddı olan ayakta olmak, varlığın ve eylemin devam etmesi demektir.

Araplar “قَامَ/Ayağa kalktı.” fiilini ve türevlerini değişik manalarda kullanırlar: Bir işe azmetmek, kalkışmak;[16] dosdoğru ve istikamet üzere olmak;[17] bir şeyin üzerinde yönetici ve gözetmen olmak;[18] durmak ve sebat etmek[19]… gibi.

Bu anlamlar düşünüldüğünde bu ayeti şöyle tefsir edebiliriz: Kur’ân; sizi en doğruya, istikamete, azimli/iradeli olmaya, başarıya, başarı ve istikamette sebata… götürür.

Öyleyse İslam, diğer tüm düşüncelerde olduğu gibi, insanın arınması ve gelişmesi gerektiğini kabul etti. Daha sonra diğer tüm düşünce sistemlerinden ayrıldı. İnsan ancak vahiyle arınabilir ve vahiyle gelişebilir, dedi. Bu temel bilgiyi fehmedebilirsek, şunu anlamış oluruz: Kişisel gelişim, insana başarı vadeden beşerî bir sistemdir. İnsanı başarılı olmaktan alıkoyan engellerden arındıracağını, sonra onu başarılı kılacak hasletleri kazandıracağını -veya var olanı geliştirecegini- vadeder. Bununla birlikte üç noktada İslam’dan farklılaşır:

Dayanakları farklıdır:

İslam arınma ve inşa etmede vahye dayanır. Kişisel gelişim ise arınma ve inşa etmede psikolojiye, dolayısıyla her psikolojik akımın beslendiği felsefi sisteme dayanır.

Kullandıkları metotlar farklıdır:

İslam’ın arınma ve inşa etmede kullandığı metot, teslimiyete dayanır. İslam inancına göre, yaratan Allah, kullarını en iyi tanıyandır ve onları arındıracağını vadetmiştir. Kişiyi arındıran temel etken, tevhid inancı ve tevhid inancından neşet eden salih amellerdir. Kişisel gelişim ise tecrübeye/gözleme/deneye dayanır. Bir yaratıcının varlığı ve hayata müdahalesi konusunda net bir fikri, tutumu yoktur. İnsanı gözlemleyerek, deney yoluyla keşfetme iddiasındadır.

Gayeleri farklıdır:

İslam’ın arınma ve inşa etmede ana gayesi kulluktur. Salih bir kul olmak; sorumluluk bilinci kazanmak; hesap şuuruyla hareket etmek; Allah’ın varlığına, birliğine ve kullarına olan merhametine dair ayetlere karşı farkındalık kazanmaktır… Kişisel gelişimin ise ana gayesi başarıdır. Eğitim ve iş hayatında başarılı olmak, başkalarına fark atmak, bir şeylere sahip olmak, daha lüks bir muhitte oturmak, daha lüks araçlara binmek…

Dayanakları, metotları ve gayeleri farklı olan iki ayrı sistemden söz ediyoruz. İslam’a inanmasına rağmen kişisel gelişim yoluyla iyi/başarılı bir kul olacağını düşünmek, İslam’a inandığı hâlde kilise öğretileriyle amel ederek cennete gideceğine inanmaya benzer. Evet, bir insan kişisel gelişim metotlarıyla o sistemin ölçülerine göre başarılı olabilir; ancak, salih bir kul ve iyi bir insan olamaz.

Bir örnekle ne demek istediğimizi biraz daha açalım:

Örneğin “şuhh” ahlakı, insanın olumsuz özelliklerindendir; salih bir kul ve iyi bir insan olmanın engellerindendir. Kişi salaha ve iyiliğe ermek istiyorsa “şuhh” prangasını kırmak zorundadır.

“…nefislerde şuhh/bencillik/cimrilik vardır…”[20] ayeti şuhhun yaratılıştan gelen bir özellik olduğunu; “…Kim de nefsinin şuhhundan/bencilliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[21] ayeti de bu ahlaktan korunmayanın kurtuluşa ermeyeceğini haber verir. Allah Resûlü’nün (sav) şuhh ahlakına dair uyarısı ise şuhhun/bencilliğin, bireysel ve toplumsal fesadın ana sebeplerinden biri olduğunu gösterir:

Abdullah ibni Amr’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) bir hutbe vererek söyle buyurdu: ‘Şuhhtan/Bencillikten sakının, çünkü sizden öncekiler şuhh/bencillik sebebiyle helak oldular. Şuhh/Bencillik onlara mallarını saklayıp vermemeyi emretti ve cimri oldular. Akrabalarıyla ilgilerini kesmeyi emretti, onlar da ilgilerini kestiler. Ve her türlü kötülüğü emretti, onlar da her türlü kötülüğü işlediler.”[22]

Peki, İslam bu sorunu nasıl çözer? Allah (cc) en doğrusunu bilir; dört aşamalı bir yol izler:

Bencilliği olumsuzlar. Bencilliğin kötü bir ahlak olduğunu, ondan kurtulmadan kurtuluşun/felahın mümkün olmadığını iman eden kalplere yerleştirir.

Tüm inanç ve eylemlere “biz” şuurunu yerleştirir. Bireysel olarak kılınan namazda dahi “biz” sigasıyla dua ettirir.[23] Gün içinde tekrar eden ibadetleri birlikte yapmamızı ister, bireysel ibadet yapmak isteyenleri tehdit eder.[24] Komşuları hesaba katarak yemek pişirmemizi ister.[25] Başkalarına faydalı olacak salih amelleri büyük ibadetlere denk, salih amel kabul eder.[26]

İnfak ahlakıyla bencilliği tedavi eder. Gizli ve açık, darlıkta ve zorlukta, yani hayatın her ânında infak etmeyi emreder.[27]

Son olarak, müminin gözünü îsâr ufkuna diker. Îsâr, yani başkasını, kendisine tercih etmek. Kendi ihtiyaçlarını, kardeşinin ihtiyaçlarını gözeterek ertelemek.[28]

Kişisel gelişim -ve beslendiği ana kaynak psikolojinin- bencillik sorununa yaklaşımı ise tamamen farklıdır. İslami yaklaşımla karşılaştırarak inceleyelim:

Öncelikle bencilliği mutlak olarak olumsuzlamaz, kısımlara ayırır. Başarı için bencilliğin zorunlu olduğunu kabul eder. Olumsuzladığı bencillik, insanı sosyal çevresinden dışlatacak bencilliktir. Dikkat ederseniz olumsuzlanan bencillik dahi, bencillikten kaynaklanır. Zira başarı için sosyal çevreye ihtiyaç vardır. Sosyal çevreden dışlanmak başarısızlık nedeni olduğundan dışlanmamıza neden olan bencillikten kaçınmamız gerekir.

Kişisel gelişimin “biz” şuuruna bakışı sorunludur. İslam, insanı bireycilik ve bencillikten “biz” şuuruna ulaştırırken, kişisel gelişim ve beslendiği kaynak olan psikoloji denge önerisinde bulunur. Hakikatte denge dedikleri şey, bireyselliğin aidiyete/biz şuuruna tercih edilmesidir. Aidiyet/biz şuurunun tercihini ise hastalık kabul eder. Kimi zaman hastalıklı toplum yapısını kimi zaman hastalıklı aile yapısını kimi zaman olgunlaşamayan hastalıklı bireyi suçlar. Oysa mümin, kuldur; Rabbine (cc) aittir. Ümmettir; Nebi’sine (sav) aittir. Ferttir; cemaatine aittir. Annedir/Babadır/Evlattır; ailesine aittir. “Ben” prangasından kurtuldukça arınır, gelişir, kulluk zeminine kök salar. Îsâr ufkuna erişene dek aidiyetini arttırır.

İnfakı olumlar; ancak olumladığı infakın dayanağı ve gayesi farklıdır. “İyilik, bireyin mutlu olmasına hizmet eder.” düşüncesiyle paylaşmayı teşvik eder. Merkezde “bireyin mutluluğu”, “ben”i; yani bireysellik/bencillik vardır.

Îsâr ise hastalıktır. Kişinin psikolojik bir rahatsızlığını örtmek için anormal davranışlar sergilemesidir. Zira her anormal ruhsal sorun, davranışlara anormallik olarak yansır.

Dayanakları, metotları ve gayeleri farklı iki ayrı düzenin, bir sorunu çözerken bu denli farklılaşması gayet normaldir.

İnsanlar neden bu kitaplara meylediyor?

İnsanlık tarihiyle yaşıt bir dolandırıcılık yöntemi kullanıyor, kısa yoldan başarı/zenginlik vadediyorlar. Bu yöntem tutuyor; zira insanın yumuşak karnı kısa yoldan, emeksiz, yorulmadan zengin/başarılı olmak… Her yıl saadet zinciri organizasyonlarından biri ifşa oluyor. Buna rağmen emeksiz zenginlik vadeden her yeni organizasyon yüz binlerce müşteri buluyor. Kişisel gelişim kitapları da Çiftlik Bank ile aynı yöntemi kullanıyor… Oysa başarı emek istiyor, düzen istiyor, sebat istiyor, fedakârlık istiyor, bedel istiyor… İstiyor da istiyor. Bunca çile çekmektense aynı cümleyi yüz kere tekrarlamak veya yedi adımda başarının sırrına ermek insana daha cazip geliyor.

Kişisel gelişim kitaplarının hayal sattığının bir diğer delili şudur: Bu kitaplar çok satanlar listesinde ilk sıraları işgal eder. Buna rağmen, insanların kendilerini bu denli mutsuz, değersiz, başarısız hissettiği başka bir dönem olmamıştır.

Bu kitaplar insanı övüyor, yüceltiyor, her şeyi başarabileceğini iddia ediyor… Başarısızlığın faturasını topluma, aileye ve eğitim sistemine kesiyor. Tam da hastalıklı nefislerin aradığı şeyi sunuyor. “Aslında bende başarı potansiyeli var, ama toplum/aile/okul potansiyelimi köreltmiş.” düşüncesine sevk ediyor. Cedelci, dolayısıyla bahaneci insana istediği kozu veriyor.

İçinde Allah’a (cc) ve O’nun iradesine vurgu olmayan, insanı ve iradesini yücelten her şey şeytanın hoşuna gidiyor. Zira insanı Allah’tan uzaklaştıran ve kibre sevk eden her şey şeytanın ilgi alanına giriyor. Böylece kendisini felakete sürükleyen kibri insanoğluna süslüyor.

Bu kitaplar, bilinen şeyleri yeni bir üslupla arz ediyor. İnsanoğlu yeni olana meraklı, ilgisini çekiyor…

Mevcut cahilî sistem (kapitalizm) ve kültür hegemonyası, kişisel gelişim kitaplarının önünü açıyor. Açıyor; çünkü bu kitaplar sistemin ihtiyaç duyduğu insan tipini yetiştiriyor: Egosu şişirilmiş, kendini önemli gören, bireyci ve bencil, zihni/kalbi başarıyla zehirlenmiş insan… En verimli çağlarını sistemin istismar ettiği, yolun sonuna geldiğinde yapayalnız olduğunu anlayan insan… Tüm gençliğini başarı için harcayan, yaşlanınca konuşacak insan bulmak için suç işleyip cezaevine giren insan…[29] Cahilî sistemin zehirleyerek tüm ömrünü kapitalist çarkın dişlileri arasında öğüttüğü; işi bitince de Yalnızlık Bakanlığının, sosyal yardım uzmanının ve psikologların insafına terk ettiği modern insan…

İki kaynaktan beslenmek kalbi zehirler/bulandırır!

Vahiy ile kişisel gelişim kitapları; dayanakları, metotları ve gayeleri farklı iki ayrı kaynaktır. Bir Müslim vahiyden, bir kapitalist de kişisel gelişim kitaplarından faydalanabilir. Lakin hem vahiy hem de kişisel gelişim kitaplarından aynı ânda faydalanılmaz. Zira her iki kaynak da aynı şeyi vadediyor (arınmak/inşa etmek); fakat her birinin özü (dayanağı-metodu-gayesi) farklı, birbirine zıt… Kalp, zahirde birbirine benzeyen, hakikatte ise birbirine tamamen zıt iki öğretiyle karşılaştığında şaşırır, bulanır, manevi bir zehirlenme yaşar. Peki, neden?

“Allah, hiçbir adamın içinde iki kalp yaratmamıştır.”[30]

İnsanın tek bir kalbi vardır. İslam inancına göre kulluğun merkezi olan kalp, dışarıdan maruz kaldığı şeye göre şekillenir, sıfat kazanır. Örneğin dışarıdan zikir duyarsa, kalp mutmain olur:

“…Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.”[31]

Dışarıdan söz bozmayla karşılaşırsa katılaşır:

“Sözlerini bozmaları sebebiyle onlara lanet ettik ve kalplerini katı kıldık…”[32]

Konumuza dönecek olursak; vahyi tilavet eden bir insan sürekli Yüce Allah’ı övmeyi, O’nu tazimi, her güzelliği O’na (cc) nispet etmeyi, her kötülüğü nefse/günahlara bağlamayı, başarılarda “Yardım yalnızca Allah’tandır.” demeyi öğrenir… Bu tip kitaplarda ise insanı övmeyi, onu yüceltmeyi, onun irade ve potansiyeline aşırı vurguyu öğrenir. Birbirine zıt bu iki veri kalbe girdi mi kalp, kulluk zehirlenmesi yaşar. Zira her iki veri de kalbi farklı yönde şekillendirir. Birinci veri Allah’ı (cc) tazim edip nefsi geriye çekme yönünde, ikinci veri ise nefsi tazim edip Allah’ı (hâşâ) geri plana atma yönünde…

Kaynak karmaşası!

Dikkat çekmek istediğim bir diğer nokta şudur: Her birimiz Yüce Allah’ın kitabını tanıyoruz: Onun zihni ve kalbi mutmain kılan bir burhan/delil, kulluk ve mücadele yolunu aydınlatan bir kandil/nur, kalpleri sabit kılan bir destekçi, şüphe ve şehvetleri tedavi eden bir şifa kaynağı, insanın ufkunu genişleten bir hikmet/basiret okulu, unutulanları hatırlatan bir öğüt/nasihatçi, insanı Mele-i A’lâ’ya bağlayan bir bağ olduğunu; dahası, hiçbir şey bilmeyen cahil bir topluluğu önce arındırdığını, sonra inşa ettiğini, sonra insanoğlunun ulaşabileceği en yüce ufka ulaştırdığını biliyoruz… Kitab’a inanıyor ve tilavet ediyoruz. Ne ki Allah’ın (cc) rahmet ettiği müstesna, onun etkilerini hissedemiyoruz. Neden? Bunun birçok nedeni var. Nedenlerden biri direkt konumuzla ilgili: Kaynak karmaşası! Şöyle ki; Kur’ân’ın üstlendiği vazifeler vardır, arındırmak ve inşa etmek gibi. Farklı bazı kaynaklar da aynı vazifeyi üstlendiğini iddia ediyor, kişisel gelişim alanı gibi. Biz o farklı kaynaklara yönelince ikiye bölünüyor, her şeyimizle Allah’ın Kitabı’na yönelemiyoruz. Oysa Kur’ân; her şeyiyle ona yönelen, hassas/takvalı bir kalple onu okuyan, onun üzerinde derin düşünen/tedebbür eden, Kitab’ı öğütçü/nasihatçi kılarak tilavet edenlere… yol gösteriyor. Her şeyiyle ona yönelmeyenlere ise kapılarını açmıyor, hazinelerini sunmuyor. Şayet Allah’ın Kitabı’ndan gereğince azıklanamıyorsak, nasıl bir ruh/kalp hâliyle onu tilavet ettiğimizi gözden geçirmeli ve farklı kaynaklara olan ilgimizle bu İlahi membaı bulandırıp bulandırmadığımıza bakmalıyız.

Hikmet, müminin yitiğidir![33]

Aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Bu kitaplarda “Hikmet, müminin yitiğidir.” diyebileceğimiz faydalı bilgiler yok mudur? Elbette vardır. Ancak bir insanın hikmet ile boş/lağv sözü ayırabilmesi için önce hikmeti öğrenmiş olması; faydalı bilgi ile zararlı bilgiyi ayırt edebilmesi için önce faydalı bilgiyi öğrenmiş olması gerekir. Peki, insan bu seviyeye, yani hikmete nasıl ulaşır? Hikmet, insanın vahyi anlama çabasının ve onunla amelin mükâfatıdır. Yüce Allah anlama ve amel etme çabasındaki samimi kullarına hikmet verir:

“Hikmeti (olgunluğu, söz ve davranışta isabetli olmayı) dilediğine verir. Kime de hikmet verilmişse ona çok fazla hayır verilmiştir. Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar.”[34]

İbni Mes’ud’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Şu iki kimse dışında hiçbir kimseye gıpta edilmez. Bunlardan birincisi; Allah’ın, kendisine mal verdiği ve bu malı hak yolda harcayan kimsedir. İkincisi ise Allah’ın, kendisine hikmet verip buna göre hüküm veren ve bunu (insanlara) öğreten kimsedir.”[35]

O hâlde ne yapmalı?

Hiç şüphesiz bir Müslim’in başarılı, güçlü, hayırda öncü, üstün derecelere sahip olmayı istemesi güzeldir. Zira şeriat hem bir bütün olarak İslam ümmetinin hem de Müslim bireylerin en hayırlı, hayırda öncü ve veren el olmasını ister:

“Siz insanlara şahit olasınız, Resûl de size şahit olsun diye sizi vasat/seçkin/hayırlı bir ümmet kıldık…”[36]

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a iman edersiniz…”[37]

“Sonra Kitab’ı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Onlardan kimi nefsine zulmeder, kimisi orta yolludur. Kimisi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışıp öne geçer. Bu, büyük lütuf ve ihsanın ta kendisidir.”[38]

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle demiştir:

“Kuvvetli mümin, zayıf müminden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir. Aslında hepsinde hayır vardır. Sana fayda sağlayacak şeye karşı hırslı ol ve Allah’tan yardım iste, acizlik gösterme. Eğer sana bir şey isabet ederse de, ‘Keşke şöyle, şöyle yapsaydım’ deme. Bunun yerine, ‘Allah’ın takdiridir. Allah dilediğini yapar.’ de. Şüphesiz ki ‘keşke’ sözcüğü şeytan işine yol açar.’ buyurmuştur.”[39]

Abdullah ibni Ömer’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) minberin üzerinde sadakadan, iffetten ve dilencilikten bahsedip devamında şöyle dedi: ‘Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Üstteki el, veren eldir. Alttaki el de isteyen eldir.’ ”[40]

İslami öğretilere dayanmak ve bir başkasını küçümsememek kaydıyla hayırda öncü/başarılı olmayı istemek, sorun değildir. Bir başkasını küçümsememek kaydı, başarı/öncülük ile dünyevi hırs ve kibri ayırmak içindir. Dünyevi hırs, insanı başarılı ve öncü yapabilir. Hırs sahibi, başarıyı kendinden bileceğinden kibre kapılır, başarılı görmediği insanları ezer, küçümser. İslami öğretilere dayanarak başarılı olan kişi ise başarısını Allah’tan (cc) bilir. Bu bilgi, onu tevazuya ve Rabbini tazime sevk eder. İnsanları küçümsemek şöyle dursun, elde ettiği hayrı onlarla paylaşır, onların başarısı için çabalar. Nimeti paylaşmanın nimete şükür olduğunu bilir.

Başarıda İslami öğretilere gelince vahiyden derlediğim şu bilgileri ve tecrübeleri paylaşabilirim:

Bilgi edinmek

İlk olarak; başarı ve öncülük istediğimiz alana dair bilgi edinmeliyiz. İslam öğretisinde bilgi; inanç ve eylemin öncülüdür. Önce öğrenir, sonra inanır ve eyleme geçeriz:

“Bil ki şüphesiz, Allah’tan başka (ibadeti hak eden) hiçbir ilah yoktur…”[41]

Bu ayette Allah (cc) bilmeyi, itikadın/Lailaheillallah’ın mukaddimesi kılmıştır. Hâliyle kim neyi istiyorsa, onu öğrenmelidir. Benim tavsiyem, güvenilir en az üç kaynak okunmalı veya konuyu izah eden üç ders dinlenmelidir.

Bilgi edinmenin bir diğer faydası, o alanda öncü/örnek insanları tanımaktır. Öncüleri tanımak önemli midir? Evet, önemlidir. Zira İslam, örnek göstererek öğreten bir dindir. Allah Resûlü’ne (sav), kendisinden önce geçen enbiyayı[42]; sahabeye Allah Resûlü’nü[43]; sahabeden sonra gelenlere sahabeyi[44] örnek göstermiştir. Neden? Her birimizin mizacı/karakteri farklıdır ve her insan mizacına uygun davranışlar sergiler. Başarılı ve hayırda öncü insanları tanıdığımızda mizacımıza uygun öncüleri tespit ederiz. Bazı öncü şahsiyetleri kendimize yakın bulur, onların ayak izlerini takip ederiz. Böylece İslam’ın emri olan örnek almayı gerçekleştirmiş oluruz.

Niyet etmek

Başarı istediğimiz alana dair şer’i bilgi edindikten sonra, o bilgiye paralel niyetimizi oluşturmalıyız.

Ömer ibni Hattab’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ameller niyetlere göredir ve herkes için niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti, elde edeceği dünyalığa veya evleneceği bir kadına ise onun hicreti, hicret ettiği şeyedir.”[45]

İslami öğretide niyet, amelden önce gelir. Niyetten kastım, “Ben bu ameli niye yapmak istiyorum?” sorusunun cevabıdır. “Allah (cc) için yapıyorum.” cevabı, sorumuza verilecek en kolay ve basit cevap olacaktır. Bu cevap, güçlü bir niyet oluşturmayacaktır. Güçlü olmayan niyet, amele yönelik güçlü sevgi ve irade oluşturmayacaktır.

Örnek olması için namazı ele alalım. Namazını ıslah etmek isteyen bir Müslim, “Niye namaz kılıyorum?” sorusuna şu cevapları vermelidir:

Allah (cc) için kılıyorum. Allah (cc) için namaz kılıyorum ne demektir? Ben, O’nun kuluyum. Kul, efendisine itaat eder. O, namazı emretti, ben de efendime itaat ediyorum.

Namaz, kul ile Allah (cc) arasındaki bağdır. Rabbimle aramdaki bağı güçlendirmek istiyorum.

Namaz, nimetlere teşekkür vesilesidir. Rabbimin sayısız nimetine teşekkür etmek istiyorum.

Namaz, iman ile küfür arasındaki çizgidir. Safımı belli etmek istiyorum.

Namazın arındırıcı ve inşa edici etkisi vardır. Beni bencil/aceleci/vaveylacı (helu) yönümden ve günahlarımdan arındırmasını ve beni secde secde Allah’a (cc) yakınlaştırıp inşa etmesini istiyorum.

Namaz bir yardım dileme vesilesi, ben de zayıf tabiatlı bir kulum. Namazla yardım dilemek, zayıflığımı İlahi yardımla cebretmek istiyorum…

Yukarıda okuduğumuz cümlelerin her biri, “Allah için” cevabına mündemiçtir. Çünkü namazın bu faydalarını bize bildiren ve bu faydalarla bizi namaza teşvik eden, Allah’tır (cc). Hâliyle, zikredilen faydaları umduğumuzda Allah’ın öğrettiği hayırları ummuş olacağız. Böyle bir niyet, detaylı bir niyettir. Kalbi programlayacak, kalpte irade ve sevgi oluşturacak kuvvettedir. Şayet insan kalbi, yalnızca “Allah için” cevabıyla programlanacak mahiyette olsa tüm ameller için “Allah için yapın.” denilir, bu kadarla yetinilirdi. Ancak vahiy, her sorumluluğun dünya ve ahiret karşılığına dair onlarca fayda zikretmiştir. Faydaların her biri, kulları amele teşvik etmek içindir.

Niyeti detaylandırma meselesini diğer tüm şer’i sorumluluklara uygulayabiliriz. “Ben neden ilim talep ediyorum?” sorusuna, “Allah (cc) için” demek yerine, detaylı bir cevap verebiliriz. Şer’i ilimden tüm meşru beklentilerimizi cevaba yansıtabilir, niyetimizi detaylandırabiliriz. Yüce Allah’ın ve Resûlü’nün (sav) ilim için zikrettiği her fazilet, meşru beklentidir. Kişi o fazileti beklenti olarak niyetine yansıtabilir.

Dua etmek

Amel yapmadan önce, amel esnasında ve amel sonrasında en önemli amel, dua etmektir. Zira dua, ibadetin/kulluğun özüdür: Dua, kulluğun balans ayarıdır. İstikameti şaşıran kalbe yön veren pusula, yol haritasıdır. Dua, çokça unutan insana aidiyetini hatırlatan bir nasihatçidir. Dua, kalbe ekilen umut tohumudur. Dua, niyet tohumunu sulayan abıhayattır. Dua, zamanın eskittiği niyeti yenileyen, kulluk ateşini harlayan yardımcıdır. Dua; zayıf, aceleci, bencil, cedelci, zalim, cahil, nankör ve kaygılı insanın yaralarını saran bir kalp tabibidir. Dua, insanın Allah katındaki değerini gösteren bir ölçüdür; zira her insan, duası kadar Allah katında değerlidir. Dua, tevhid inancını/ağacını besleyen, köklerini sağlamlaştıran ve meyvelerine lezzet katan güneştir…

Ezcümle dua, Nebi’den (sav) rivayet edilen özlü sözde olduğu gibi ibadetin/kulluğun özüdür. Öz/Kök ne kadar sağlamsa kulluk da o oranda sağlam, ne kadar çürükse kulluk da o oranda çürüktür… Ayrıca dua, niyetin sahih mi fasit mi olduğunu anlayabileceğimiz bir sağlama aracıdır. Bir insan başarısının İslam’dan/kulluktan mı, yoksa dünyevi hırslardan mı kaynaklandığını anlamak için duasına bakmalıdır. Başarının ardındaki itici güç duaysa, bu başarı İslami; duasızlıksa dünyevidir.

Duaya dair tavsiyem; imamlarımızın (enbiyaların) dualarını çokça okumak, üzerinde tefekkür etmektir. Onların dualarını okuyan bir insan, duadan ziyade Allah’a (cc) gönüllerini açtıklarını; O’nunla bir dostla (El-Veliy) dertleşir gibi dertleştiklerini; her şeyi, ama her şeyi O’ndan (cc) istediklerini görecektir. Örnek olsun; İbrahim’in (as) şu toplu duasını okuyalım:

“(Hatırlayın!) Hani İbrahim şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu beldeyi güvenli kıl. Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim! Gerçekten o (putlar), insanlardan birçoğunu saptırdılar. Bana uyan, hiç şüphesiz bendendir. Bana isyan edene gelince, şüphesiz ki sen, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’sin. Rabbimiz! Şüphesiz ki ben, ailemden bir kısmını namazı dosdoğru kılsınlar diye senin mukaddes evinin (Kâbe’nin) yanında, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. İnsanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir/onlara karşı ilgili kıl. Onları meyvelerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, gizlediğimizi de açıktan ilan ettiğimizi de bilirsin. Ne yerde ne gökte hiçbir şey Allah’a kapalı/gizli kalmaz. Yaşlılıkta bana İsmail ve İshak’ı veren Allah’a hamd olsun. Şüphesiz ki benim Rabbim, duayı işitendir/icabet edendir. Rabbim! Beni ve zürriyetimi namazı dosdoğru kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul et. Rabbimiz! Hesabın görüleceği günde beni, annemi, babamı ve tüm müminleri bağışla.’ ”[46]

Bu duada putlardan korunma isteği var, ailenin durumunu Allah’a (cc) arz var, aile için çeşitli meyveleri rızık olarak istemek var, insanların ailesine ilgi göstermesini istemek var, namazı ikame talebi var, ahiret yurdu var… Bu duanın sahibi kim? Allah’ın halili/dostu İbrahim! Allah’tan meyve istiyor. Evet, Allah’ı en iyi tanıyan kul, Rabbinden, çocukları için çeşitli meyveler vermesini istiyor… Bugün bizler bu duayı anlayamıyorsak Allah’ı tazim ettiğimizden değil, O’ndan uzaklaştığımız, O’na yabancılaştığımız ve bir manav tezgahını dahi kendimize Allah’tan (cc) daha yakın gördüğümüz içindir.

“Sizden biri her ihtiyacını Allah’tan istesin; ayakkabısının bağcığı kopsa dahi onu Allah’tan istesin.”[47]

Programlı olmak

“De ki: ‘İşte bu, benim (biricik) yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar (neye, niçin ve nasıl olacağını bilerek, programlı ve düzen içinde) basiret üzere Allah’a davet ediyorum/ediyoruz. Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.’ ”[48]

Programlı olmak, basiret üzere hareket etmektir. Programlı olmak, Yüce Allah’ın yaratma ilkesine tabi olmak, kevnî ayetlerden ibret almaktır. O (cc); mutlak irade ve sınırsız güç sahibi olmasına rağmen, her şeyi bir plan/program dâhilinde, aşama aşama yaratmış, irade ve kudretinin tecellisini zamana yaymıştır:

“(O Allah) ki gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratan, sonra arşa istiva edendir. (O,) Rahmân’dır. O’nu bilene sor.”[49]

“Andolsun ki, insanı süzülmüş çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası/meni olarak sağlam bir yere/rahme yerleştirdik. Sonra meniyi pıhtılaşmış kan (alak) olarak yarattık. Sonra o kanı çiğnenmiş bir et parçası (mudğa) olarak yarattık. Sonra o et parçasını kemik olarak yarattık, sonra da kemiğe et giydirdik. Sonra onu (sureti, aklı, duyguları olan) bambaşka bir varlık olarak inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.”[50]

Zamana yayılan yaratma, bir kader/plan/program çerçevesinde gerçekleşir:

“Hiç şüphesiz biz, her şeyi bir kaderle yarattık.”[51]

Hayırda öncü olmak isteyen insan, programlı olmak zorundadır. Programsız her çaba, zayi olmaya mahkûmdur. Bir saat programlı çalışmak, on saat programsız çalışmaktan daha faydalıdır. Programlı çalışan insan sıra gözeterek rafa eşya dizen kimse gibidir. Sıralı ilerlediğinden işini daha hızlı bitirir, daha az yere daha çok şey sığdırır ve istediği zaman aradığını bulur. Programsız insan rastgele istif yaptığından bir türlü işi bitmez. Bir alana kapasitesinin çok altında malzeme dizer. Bu karışıklıkta aradığını bulması zorlaşır. Yani program yalnızca ânı değil, geleceği de düzene sokar. Programsızlık ise bugünün ve yarının işini zorlaştırır.

Çabalamak

“Şüphesiz insana, kendi çabasının dışında bir şey yoktur. Ve kuşkusuz onun çabası ileride görülecektir. Sonra onun yaptıklarına, eksiksiz bir karşılık verilecektir. Ve şüphesiz ki varılacak son nokta, Rabbine olacaktır.”[52]

İnsan yalnızca kendi çabasından faydalanır. Her çabanın karşılığı ileride görülür ve her çaba eksiksiz olarak karşılığını bulur. Hiçbir çaba hemen, bugün karşılığını bulmaz. Her çaba toprağa atılan bir tohumdur. İlk çabayı çabayla sulayarak, çabayla güneşlendirerek, çabayla budayarak… elle tutulur gözle görülür bir sonuç elde edilir. O sonuca başarı, hayırda öncülük diyoruz. İlk çabanın toprakta kök salıp filiz vermesi, sürekli çabayla desteklenmesiyle mümkündür. Yüce Allah güzel bir çaba ortaya koyanların amelini/emeğini zayi etmez, hak ettikleri karşılığı verir:

“Sabret! Şüphesiz ki Allah, muhsinlerin/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanların ecrini zayi etmez.”[53]

] ] ]

Kanaatim odur ki; kişisel gelişim kitapları, İslami gençliği vahiyden alıkoyan şamata/gürültü cinsinden kitaplardır.[54] Parasını Çiftlik Bank’a yatıran kişi ile gençliğini/emeğini bu kitaplara yatıran kişi arasında pek fark yoktur. Kısa vadede zenginlik ve başarı, ham hayaldir… Kişisel gelişim kitapları gençlerin kütüphanesine düşmüş birer ateştir… Son olarak daha önce dergimizde yayınlanan “Başarı”[55] yazısını da okumanızı tavsiye ederim.

Selam olsun niyetini duayla, duasını çabayla destekleyenlere…

 


[1]. 42/Şûrâ, 30

[2]. 30/Rûm, 41

[3]. 7/A’râf, 96

[4]. “Yedi gök, yer ve bu ikisi içinde olanlar O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O, (kulların hak ettikleri cezayı erteleyen) Halîm, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr’dur.” (17/İsrâ, 44)

[5]. “Allah’ın dini dışında bir (din mi) arıyorlar? (Hem de) göklerde ve yerde olanların tamamı isteyerek veya zorla ona teslim olmuşken?! O’na döndürülecek (ve bu yaptıklarının hesabını vereceklerdir).” (3/Âl-i İmran, 83)

[6]. 17/İsrâ, 15

[7]. 6/En’âm, 42-45

[8]. 7/A’râf, 133- 135

[9]. 26/Şuarâ, 57-59

[10]. 28/Kasas, 5-6

[11]. 91/Şems, 8-10

[12]. 24/Nûr, 21

[13]. 3/Âl-i İmran, 164

[14]. 17/İsrâ, 9

[15]. 81/Tekvîr, 27-28

[16]. bk. 18/Kehf, 14

[17]. bk. 30/Rûm, 30

[18]. bk. 4/Nîsa, 24

[19]. bk. 2/Bakara, 20; Nehcu’l Esmâ, 2/73

[20]. 4/Nîsa, 128

[21]. 59/Haşr, 9

[22]. Ebu Davud, 1698

[23]. “Biz, yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi sırat-ı mustakime/dosdoğru yola hidayet et.” (1/Fâtiha, 5-6)

[24]. Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Nefsim elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki içimden; odun toplanmasını emredip, daha sonra namaz kılınmasını buyurup, ezan okutturup, birine de emrederek cemaate imam olmasını sağlayıp, daha sonra cemaate gelmeyenlerin arkasından yetişip evlerini yakmak geçiyor. Nefsim elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki cemaate gelmeyen bu kimseler, burada etli kemik parçaları veya iki adet âlâ paça olduğunu bilseydi yatsı namazına gelirdi.” (Buhari, 644; Müslim, 651)

[25]. Ebu Zerr’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ey Ebu Zerr! Çorba yaptığın zaman suyunu çok yap ve komşularını gözet.” (Müslim, 2625)

[26]. Aişe Annemizden rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Mümin kimse güzel ahlakı sebebiyle gündüzleri oruçla, geceleri namazla geçiren kimselerin derecesine ulaşır.” (Ebu Davud, 4798)

Ebu Derda’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet Günü’nde terazide güzel ahlaktan daha ağır basacak bir şey yoktur.” (Ebu Davud, 4799)

[27]. “Mallarını gece, gündüz; gizli, açık (zaman ve mekân gözetmeksizin) infak eden kimselerin, Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (2/Bakara, 274)

“O (muttakiler) ki; bollukta da darlıkta da infak ederler, öfkelerini yutar ve insanları affederler. Allah, muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları sever.” (3/Âl-i İmran, 134)

[28]. Ebu Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Bir adam Nebi’ye (sav) geldi. O da (sav) (misafire bir şeyler ikram etmek üzere) hanımlarına haber gönderdi.

Onlar, ‘Yanımızda sudan başka bir şey yok.’ diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav), ‘Bu kişiyi kim beraberinde alıp götürür ya da misafir eder?’ diye buyurdu.

Ensar’dan bir adam, ‘Ben!’ dedi.

Adamı alarak hanımına gitti ve ‘Allah Resûlü’nün (sav) misafirine ikram et.’ dedi.

Hanımı, ‘Yanımızda çocuklarına yetecek kadarından fazlası yok.’ deyince adam, ‘Yemeği hazırla ve kandili yak. Çocuklar akşam yemeğini yemek istedikleri takdirde onları uyut.’ dedi.

Kadın yemeğini hazırladı, kandilini yaktı, çocuklarını uyuttu. Daha sonra kalkıp kandilini düzeltir gibi yaparken kandili söndürdü. Her ikisi de adama yemek yedikleri izlenimini verdiler. Karı koca yemek yemeden geceyi geçirdiler. Sabah olunca Allah Resûlü’nün (sav) yanına gittiler.

Allah Resûlü (sav), ‘Bu gece Allah (cc) ikinizin yaptığına güldü -ya da beğendi-.’ dedi.

Bunun üzerine Yüce Allah, ‘Şiddetle ihtiyaç duymalarına rağmen (kardeşlerini) kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin bencilliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.’ (59/Haşr, 9) ayetini indirdi.” (Buhari, 3798; Müslim, 2054)

[29]. Bahsedilen örnekte, Japonya’da yaşanmış gerçek bir olaya atıf yapılmıştır.

[30]. 33/Ahzâb, 4

[31]. 13/Ra’d, 28

[32]. 5/Mâide, 13

[33]. Bu söz hadis olarak rivayet edilmiştir. Ancak Allah Resûlü’ne (sav) nisbeti sahih değildir. Zira isnadında İbrahim ibni Fadl vardır. İbrahim ibni Fadl zayıf bir ravidir ve rivayet yalnızca onun kanalıyla bize ulaşmıştır. Rivayeti nakleden İmam Tirmizi, bu iki nedenle rivayetin zayıf olduğuna hükmetmiştir. (bk. Tirmizi, 2687) Hadis olarak sahih olmasa da hikmet sevgisini teşvik eden bir söz olarak anlamı güzeldir. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

[34]. 2/Bakara, 269

[35]. Buhari, 1409; Müslim, 816

[36]. 2/Bakara, 143

[37]. 3/Âl-i İmran, 110

[38]. 35/Fâtır, 32

[39]. Müslim, 2664

[40]. Buhari, 1429; Müslim, 1033

[41]. 47/Muhammed, 19

[42]. bk. 6/En’âm, 90

[43]. bk. 33/Ahzâb, 21

[44]. bk. 9/Tevbe, 100

[45]. Buhari, 1; Müslim, 1907

[46]. 14/İbrahîm, 35-41

[47]. Tirmizi, 3604’e mulhak olarak. Rivayet; mürsel ve müsned olarak rivayet edilmiştir. Her iki isnadın da sıhhatinde konuşulmuştur.

[48]. 12/Yûsuf, 108

[49]. 25/Furkân, 59

[50]. 23/Mü’minûn, 12-14

[51]. 54/Kamer, 49

[52]. 53/Necm, 39-42

[53]. 11/Hûd, 115

[54]. bk. 41/Fussilet, 26

[55]. Tevhid Dergisi, S 66

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver