Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam O’nun Rasûlü’ne olsun.
Mekke’de sıkışan daveti rahatlatmak için bir umut merkezi hâline gelen Medine, üzerine düşen sorumluluğu, kendisinden beklenileni hakkıyla yerine getiriyordu. İlk Akabe biatından sonra Medine’ye ayak basan Musab b. Umeyr davetçi kimliğini konuşturmuş, Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem dizinin dibinde yetişmesinin tüm avantajlarını kullanarak Medine’yi Peygamberin gelişine hazır hale getirmişti. Sonuç olarak bir sene sonra 75 Medineli ikinci Akabe biatı için yine bir hac mevsiminde Peygamberin huzuruna gelmişlerdir.
“Kafilenin başkanı Bera b. Ma’rur idi. Akabe gecesi, gecenin ilk üçte biri geçince 73 erkek ve 2 kadın Allah Rasûlü’ne gizlice geldiler.
Akabe’de herkes toplandıktan sonra Rasûlullah şöyle dedi:
‘Kim konuşmak istiyorsa kısa konuşsun, fazla uzatmasın. Zira, müşriklerin casusları sizi her yerde aramaktadırlar.’
İlk önce Abbas konuştu:
‘Ey Hazrec topluluğu! (O vakit Araplar ensardan olan Hazrec ve Evs kabilelerinin ikisine de Hazrec diyorlardı.) Şüphesiz bildiğiniz gibi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bizdendir. Ve biz onu kavmimizden korumuşuzdur. O millet ve memleketi içinde izzet ve emniyet içindedir. Sizden başka kimseye katılmak istemiyor. Eğer siz davet ettiğiniz şeyde ona vefalı olacağınıza ve ona muhalefet edenlerden onu koruyacağınıza aklınız kesiyorsa, size ve yüklendiğinize diyecek yok. Eğer onu yanınıza aldıktan sonra yardımsız kendisiyle baş başa bırakacaksanız şimdiden onu bırakınız. Çünkü o kavminde ve beldesinde izzet ve kuvvet içindedir.’ ” [1]
İkinci Akabe biatının bu bölümünde ilk dikkatimizi çeken husus güvenlik tedbirleridir. Başka rivayetlerle beraber incelendiğinde alınan tedbirleri şu şekilde sıralayabiliriz:
• Bu biatleşme hac mevsiminde yapılmıştır. Böylece buluşmayı kalabalığın en yoğun olduğu bir vakte denk getirip dikkat çekilmenin önüne geçilmiştir.
• Buluşulan mekân yerleşim yerlerinden uzaktadır. Ayrıca ensar bu yere topluca değil parça parça gelmişlerdir.
• Yine vakit olarak gece vakti tercih edilmiştir.
• Allah Rasûlü yanına sadece Abbas’ı almış. Diğer sahabelerden Ali ve Ebu Bekir’i gözcü olarak buluşma mevkisinin geliş güzergâhlarına yerleştirmiştir.
• Yine Allah Rasûlü konuşmaların kısa tutulmasını isteyerek buluşma mekânının öğrenilmesi ihtimaline karşı ekstra bir tedbir geliştirmiştir.
• Son olarak hac ibadeti için Medine’ye gelen kafilenin 500 kişi olması ve 75 kişilik bir topluluğun bu süreç boyunca niyetlerini hiç açık etmemeleri zaten tedbirlerin ne kadar üst düzeyde alındığının en bariz göstergesidir.
Abbas’ın radıyallahu anh konuşmasındaki dikkat çekici husus ise Medinelilerin bir heyecan ile böyle bir işe atılmalarının önüne geçmektir. Abbas Medinelilerin gerçekten Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem koruma ve diğer vaatlerinin hakkını verebilecekler mi diye düşünerek bir kez daha onların ağızlarından bu gerçeği duymak istemiştir.
Önemli olan başka bir nokta ise liderlerinin yanında, onların söylemek isteyip de çeşitli nedenlerle ifade edemeyecekleri hususları dillendiren böyle şahısların var olmasıdır. Elbette Allah Rasûlü İslam davası, Müslümanlar ve kendi geleceği ile ilgili bu tarz endişelere sahipti. Ancak onun sallallahu aleyhi ve sellem, pozisyonu gereği bunları dillendirmesi hoş olmayabilirdi. İşte bu tarz vakaları iyi gözlemleyen dava neferleri, liderlerinin söylemek isteyip de konuşamadıkları anlarda bu tarz rolleri üstlenmelidirler.
“Abbas’ın konuşması sırasında Esad b. Zurare ve arkadaşlarına söz dokundurması bu kimselerin ağrına gitti. Esad şöyle dedi:
__ Ya Rasûlullah! Bize izin ver de canını sıkmaksızın ve senin hoşlanmayacağın bir şeyle itiraz etmiş olmaksızın sana icabetimizi ve imanımızı doğrulamak için ona cevap verelim.
Rasûlullah:
__ Suçlayıcı olmaksızın ona cevap veriniz, buyurdu.
Bunun üzerine Esad b. Zurare Rasûlullah’a dönerek:
__ Ya Rasûlullah! Her davetin yumuşak ve sert bir yolu ve usulü vardır. Bugün senin yaptığın davet insanların yüzünü ekşitecek, kendilerine ağır gelecek bir davettir. Sen bizi öteden beri üzerinde bulunduğumuz dinimizi bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin ki bu çok zor ve ağır bir şey olduğu hâlde biz senin bu teklifini kabul ettik. Sen bizi yakın uzak bütün akraba ve komşularla aramızdaki samimi ilişkileri kesmeye davet ettin. Bu da çok zor ve ağır bir şey olduğu hâlde biz senin bu teklifini de kabul ettik. Bizler yurdumuzda izzetli ve her tecavüzden emniyet içerisinde iken kendisini kavminin yalnız bırakmış olduğu, amcalarının bile öldürmek için düşmanlarına teslim etmek istedikleri zatın korumasını üzerimize aldık. Hatta biz kendimizden başka bir kimsenin başımıza geçmesini kabul edemeyen bir topluluk olmamıza ve bunun bizim için kabulü çok zor olmasına rağmen biz senin bu husustaki tekliflerini de kabul ettik ki, bütün bunlar Allah’ın doğru yolu bulma azmini ve hayırlı sonuçlara ulaşma ümidini ihsan ettiği kişiler hariç insanlar nazarında hiç de hoşa gidecek şeyler olmadığı hâlde biz senin bu husustaki teklifini de dillerimizle ikrar kalplerimizle tasdik etmek suretiyle kabul ettik.
Biz senin Allah’tan getirdiklerine inanarak ve kalplerimize yerleşen bir bilgiyle tasdikte bulunarak sana biat edeceğiz. Biz Rabbimize biat edeceğiz. Allah’ın eli ellerimizin üzerindedir. Bizim kanlarımız senin kanlarınla ellerimiz de senin ellerinledir. Biz kendilerimizi, oğullarımızı ve kadınlarımızı savunduğumuz ve koruduğumuz şeylerden seni de koruyacak ve savunacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak Allah’ın ahdini bozmuş bedbaht kimseler gibi olalım. Ya Rasûlullah! Bu sana bizim sadakat yeminimizdir. Yardımına sığınılacak ancak Allah’tır, dedi.
Sonra da Abbas’a dönerek:
__ Ey konuşurken Rasûlullah’ın yanında bize söz dokunduran zat! Kardeşinin oğlunun sana insanların en sevgilisi olduğu sözünle neyi kastettiğini en iyi bilen Allah’tır. Biz, yakın uzak bütün akrabalarımızla samimi ilişkilerimizi keserek şehadet getirmiş bulunuyoruz ki bu zat Allah’ın Rasûlü’dür. Onu Allah yanındakiyle göndermiştir. Kendisi asla yalancı değildir. Getirdiği Kur’an da insan sözüne benzemez. Rasûlullah hakkında seni tatmin edecek teminatı bizden istemene gelince Rasûlullah için istediğin teminatı al! dedi.
Sonra da Rasûlullah’a dönerek:
__ Bizden kendin için dilediğin teminatı al, Rabbin için ise istediğin şartı koş dedi.”
Ensar adına konuşan, Esad b. Zurare bu kısacık konuşmasında dahi Peygamberin ve tüm tevhid davetçilerinin davetlerinin içeriğini ve davetin sonuçlarını çok güzel bir biçimde anladığını göstermektedir.
Konuşmanın içeriğinde dikkatimizi çeken diğer bir nokta ise şudur:
Ensar, Allah Rasûlü’nü ve Müslümanları kendi topraklarına, Mekke’de işkence ve zorluklarla karşılaşıyorlar diye davet etmiyordu. Bilakis bu davanın hak olduğuna inanıyorlar, tüm dünyaya yayılacak bu davetin merkezi, himayecisi olma şerefine kendilerinin nail olmalarını istiyorlardı. Habeşistan ile Medine’yi ya da belli şartlar ile Peygambere destek vermeyi taahhüt eden kabileler ile ensarı birbirinden ayıran temel nokta bu idi.
Elbette bu sözler, tutulduğunda kazancı büyük, aksi bir durumda sonuçları itibariyle ağır sözlerdi. Herhangi bir kişi ya da topluluk, sorumluluk kendisine teklif edilmeden o yükün altına girmek isterse başarısızlık hâlinde sonuçların ağırlığını tek başına yüklenmesi gerekebilir. Eğer sorumluluk kendisine teklif edilmiş ve bu şekilde amele başlamış ise sonuçlardan teklifi yapan ve kabul eden taraflar değişik oranlarda mesul olurlar. Ensar başlangıçta da ikinci Akabe biatında da Allah Rasûlü ve İslam davasına dair bazı sorumlulukların altına ellerini bizzat sokmuşlardı. Bu durumda onların yükünü daha da ağırlaştırmakta idi.
İslam davasına hizmet etmeye gönüllü tüm fertler bu ayrım ve sonuçlarını sürekli aklında tutmalıdırlar. Kaldıramayacakları yüklerin altına girmemeli ve bir sorumluluk teklif edilirse de Allah’tan bol bol yardım dileyerek amele başlamalıdırlar.
Sonra Rasûlullah şöyle dedi: “Ferahlık ve sıkıntıda itaat etmek, darlıkta ve zenginlikte Allah için harcamak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, yaptığını Allah için yapıp kınayanın kınamasından korkmamak size geldiğimde nefsinizi, kadınlarınızı, çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni korumanız üzere sizinle beyatlaşıyorum. Bunu yaparsanız size cennet vardır.” [2]
Birinci Akabe biatı kadınlar biatı olarak adlandırılırken bu biat harp biatı olarak isimlendirilmiştir. Çünkü başka rivayetlerde biatın maddeleri şu şekildedir.
Ubade b. Samit radıyallahu anh şöyle demiştir:
“Darda ve ferahta, sevinçte ve kederde dinleme ve itaat etme üzerine, başkalarını kendimize tercih etme üzerine ve idarenin ehline verilmesinde birbirimizle çekişmemeye ve nerede olursak olalım hakkı söylemeye, Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından korkmamaya, harp biatiyle biat ettik.” [3]
İki biatı beraber incelediğimizde İslam şeriatının her parçasına sinmiş olan tedriciliği bir kez daha açıkça görmekteyiz. İlk biatta itikadî ve ahlaki temel bazı mevzular maddelenmiş iken burada toplumun genelini etkileyecek, idareye taalluk eden hususların daha fazla ön plana çıktığını, emir komuta ilişkisinin daha belirgin olduğunu görmekteyiz. Çünkü artık bir devletin temelleri atılmakta idi. Elbette bu aşamaya gelmeleri için bir zaman gerekecekti ve Musab b. Umeyr bu kitleyi böyle bir sözü, gözü kapalı bir şekilde vermeye hazır hâle getiren kişiydi.
Ensar sadece kuru kuru söz söylememiş aynı zamanda hayatları boyunca yaptıkları ameller ile de biatın hakkını gerçekten vermişlerdir. Siyer ve tarih kitaplarına baktığımızda bu biata katılanların neredeyse üçte birinin Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem zamanında veya sonrasında şehit olduklarını görmekteyiz. Yine aynı şekilde ikinci Akabe biatında söz verenlerin çoğunun Allah Rasûlü’yle beraber savaşlara katıldıklarını okumaktayız. Onlar ahitlerine sadık kaldılar ve sözlerinin gereklerini yerine getirdiler. Öyle ki sadece erkekler değil kadınlar dahi bu biatın sonuçlarını hayatları ile bizlere gösterdiler. Akabe biatındaki kadın sahabelerden Nesibe binti Kab Uhud gününde yaralandı. Vücudunda 12 yara vardı. Müslümanlara su dağıtıyor onların yaraları ile ilgileniyordu. Uhud savaşında Müslümanlar geriye doğru kaçınca kılıcıyla bizzat Peygamberin yanına gitti ve Allah Rasûlü’nü korudu. Nesibe radıyallahu anh yine Rıdvan biatına katılanlardan birisi idi. Son olarak yalancı peygamber Müseyleme ile yapılan Yemame savaşına katıldı ve elini kaybetti.
Onlar girdikleri bu ağır yükten o kadar memnun oluyor ve övünç duyuyorlardı ki, biatten hemen sonra aralarında bir tartışma başladı: Acaba ilk önce biat için Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem elini uzatan kimdi? Ben-i Neccar iddia ediyordu ki, ilk biat eden Esad b. Zurare idi. Ben-i Abd el-Eşhel ise bu şerefin Ebu’l Haysem b. et-Teyyihan’a ait olduğunu iddia ediyordu.
Allah hepsinden razı olsun. Bizlere de verdiğimiz sözlere onlar gibi sadık olabilmeyi nasip etsin.
Davamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.
İlk Yorumu Sen Yap