İhlas genel itibariyle ahlak ve tezkiye ilimleri altında geniş şekilde yer alan bir konudur. Ancak biz bu ay meselenin ahlakî boyutundan ziyade menhece taalluk eden boyutunu anlatmaya çalışacağız. Başarı Allah’tandır.
Bilindiği üzere ihlas farklı birçok tanımı olan kavramdır. Ancak bütün bu tariflerin işaret etmiş olduğu ortak nokta, ihlasın bir amelin olmazsa olmazı olup, amele değer katan asıl konumunda olmasıdır.
İhlas ile alakalı deliller Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitabında ve Rasûlü’nün sünnetinde mevcuttur. Öncelikle bu delillerden birkaçını zikredelim:
“Halbuki onlara ancak, dini yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.” (98/Beyyine, 5)
“De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi Allah içindir.’ ” (6/En’am, 162)
“Tevbe edip hallerini düzeltenler ve Allah’a sarılıp dinlerini Allah için halis kılanlar, işte onlar müminlerle beraberdir.” (4/Nisa, 146)
“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse salih amel işlesin ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin!” (18/Kehf, 110)
Hadislerden de birçok örnek zikretmek mümkündür:
“Ameller niyetlere göredir. Herkese yalnız niyet ettiğinin karşılığı vardır. Her kimin hicreti Allah ve Rasûlü’ne ise, hicreti de Allah ve Rasûlü’nedir. Her kimin hicreti de kavuşacağı bir dünyalık veya evleneceği bir kadın için ise; hicreti de o göç ettiği şeyedir.” (Buhari, Müslim)
“Kıyamet günü hakkında ilk karar verilenler şehitlerdir. Şehit, Rabbine gelir, ona nimetini tanıtır, o da tanır ve: ‘O nimet ile ne yaptın?’ denir. O da: ‘Şehit oluncaya kadar senin yolunda savaştım’ der. Bunun üzerine bu kişiye: ‘Hayır yalan söyledin, ‘cesurdur’ desinler diye savaştın ve istediğin söylendi’ denir. Sonra yüzüstü sürülerek cehenneme atılması emredilir ve cehenneme atılır.” (İmam Müslim’in Ebu Hureyre’den rivayet ettiği uzun bir hadisin bir bölümüdür.)
Yapılan amelin Allah katında sahibine fayda vermesi ancak ihlaslı bir şekilde yerine getirilmesiyle mümkündür. İhlasla yerine getirilmeyen amel, kemiyeti ne olursa olsun sahibi için yüktür. Nice amel yapan vardır ki ihlası gözetmediği için hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğramıştır. Hüsranı kendimizden uzak etmenin yolu, amellerimizde gayeyi sadece Allah subhanehu ve teâlâ yapmaktır.
Bu hakikat dinin bütün alanlarında geçerli olan bir hakikattir. İhlasın, sadece şeriatın belirlediği bir takım amellerde geçerli olan bir hakikat olduğunu düşünmek büyük bir yanılgıdır. Rabbimiz bizden, bu dünyadaki mesaimiz içerisinde kendisine amel dediğimiz ne kadar şey varsa, hepsinde ihlası gözetmemizi istemiştir. Gayenin ancak O subhanehu ve teâlâ olduğu bir hayat, anlamlı hayattır. Hayat O’na adandığı takdirde anlam kazanacaktır. Yaşamın ve hayatın O’na has kılınması, kişiyi ebedî saadete ulaştıracak yegâne yoldur.
Menhec, dini hayata hakim kılarken mücadele sahasında takip edilen kaide ve esaslar bütünüdür. Yeryüzüne tevhidin hakim olabilmesi ve şirkin izale edilebilmesi, takip edilen İslamî menhec esasları ile gerçekleştirilecek olan mücadele ile mümkündür. İslamî olan mücadelenin merhaleler şeklinde ilerleyen ve birbiriyle bağlantılı olan basamakları vardır. Bu basamakların zirve noktası cihattır. Cihadın da bir takım mukaddimeleri vardır. Davet, cemaat ve hicret gibi mukaddimelerle beraber yapılacak cihad, Allah’ın yardımıyla beraber Müslümanların zaferi ile sonuçlanacaktır. Müslümanların zaferiyle kastedilen, Rabbimizin şu ayetinde zikretmiş olduğu vaadlerdir;
“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslam’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (24/Nur, 55)
Dikkat edilirse Allah subhanehu ve teâlâ sadece kendisi için amel yapan ve ameli yaparken kendisinden başkasının rızasını hesaba katmayan müminlere, bu vaadleri müjdelemiştir.
Ezcümle İslamî olan mücadelenin ‘İslamî’ olarak kalabilmesi, yukarıda zikrettiğimiz ihlas kaidesinin gözetilmesi ile mümkündür. Aksi takdirde mücadelenin İslamî olması, isimden öteye geçemeyecektir. Mücadelenin ‘ismi’ olmaktan çıkıp İslamî olabilmesi için, mücadele sahasında olan şahısların ihlası ilk ders olarak beyinlerine kazımaları gerekmektedir.
Şeytanın tarihi, insanlık tarihi ile paraleldir. Şeytan, Rabbine söz verdiği andan bu zamana kadar birçok insanın ayağını kaydırmıştır. Şeytan ya insanların yapmış oldukları amelleri terk etmeleri, o amelleri yapmamaları için çaba sarfeder, başarırsa bir kazanır; ya da kişinin amelinin bizzat kendisi ile uğraşmaz ona değer katan ihlas ile uğraşır, başarırsa iki kere kazanır. Böylece kişi, bir yığın ihlaslı yaptığını sandığı amel ile, azaba dahil edilecektir. Yani şeytan bu kişinin, hem dünyada hem de ahirette yorulmasına sebebiyet verecektir. Oruç tuttuğunuzu düşünün. Şeytanın önünde iki seçenek var. Ya sizi oruç tutma amelinden vazgeçirecek ya da başaramazsa o orucun makbul bir oruç olması için gereken ihlası zedeleyecek. Başardığını bir düşünsenize dünyada açlığa ve susuzluğa maruz kalıyorsunuz, sonra ahirette sizin amel defterinizde böyle bir amelin kayıtlı olmadığını görüyorsunuz ve dahası bu ameli Allah için yapmadığınızdan dolayı Allah’ın azarına maruz kalıyorsunuz. Yani iki cihanda da rahat edemiyorsunuz.
Anlatılan bu meseleyi bir de kanların, malların mevzu bahis olduğu ameller için düşünün. Dünyada en kıymetliniz olan kanınızı veriyorsunuz, Rabbinizin huzuruna kanlarınız akar bir vaziyette çıkıyorsunuz: ‘Rabbim bu kanı senin için ve dinin için feda ettim’ diyorsunuz. Rabbiniz size: “Yalan söylüyorsun cesurdur desinler diye kanını akıttın. Sen de, benim için yapmadığın amelin de benden uzak olsun” diyor. Bu ne büyük bir felakettir. Sebep, amelin başlangıcından sonucuna kadar ihlasın muhafaza edilememesi…
O halde, dünyasını ve ahiretini düşünen akıllı Müslüman, sadece Allah için amel yapan kişidir.
Şurası bir gerçektir ki Müslümanın dünya hayatı son nefesini verinceye kadar mücadelelerle doludur. Müslüman şeytana, nefsî hastalıklarına karşı, kafirlere karşı sürekli mücadele içerisinde olması gereken kişidir. Düşmanın çok olduğu yerde, mücadelenin olmaması gibi bir şey düşünülemez. Bu düşmanlara karşı verilen mücadele esnasında kimilerimiz canından, kimilerimiz malından, kimilerimiz en sevdiklerinden, kimilerimiz vakitlerinden, kimilerimiz uykularından, kimilerimiz de başka başka şeylerinden feragat etme durumuyla karşı karşıya kalmaktayız. Yani mücadele neye karşı olursa olsun yorucu bir iştir.
Bunlardan feragat etmiş olan iki Müslüman düşünelim. Bu iki Müslüman da dünyada fazlasıyla yorulmuş. Ecelin, takdir edildiği vakit geldiği zaman, bu iki Müslümana uğruyor, iki Müslümanda vefat ediyor. Gelin Allah ve Rasûlü’nün bize haber vermiş olduğu haberler ışığında bu Müslümanların ahirette karşı karşıya kalacağı muameleye bir bakalım.
Bu iki müslümandan biri dünyada yorulmuştur, belki canından belki malından belki eşinden belki kardeşinden, vaktinden, uykusundan vazgeçmiş ve gelmiş huzura…
“Cennetliklerden dünyadayken en çok sefalete maruz kalmış biri getirilip cennete konulur ve kendisine şöyle sorulur: ‘Ey Ademoğlu! Hiç sefalete maruz kaldın mı? Hiç sıkıntı çektin mi?’, O da şöyle cevap verir: ‘Hayır vallahi ya Rabb. Hiç sefalete maruz kalmadım ve hiç sıkıntı çekmedim.’ ” (Müslim)
Diğer Müslüman da ter akıtmıştır, kan dökmüştür, sıkıntı çekmiştir, dünyalık arzuları elinin tersiyle itmiştir ve gelmiştir huzuru ilahiye…
Ameline güvenir bu Müslüman ve Rabbine: ” ‘Ya Rabbi insanlar senin dinin için bir şey yapmaya tenezzül etmezken ben genç yaşımda senin dinine hizmet ettim, insanlar batıl davalar uğruna terlerini, vakitlerini, kanlarını verirken ben senin için bunlardan vazgeçtim’ der. Yalnız Rabbinin cevabı beklediği gibi olmaz. Rabbi der ki: ‘Yalan söylüyorsun sen falanca Müslüman ne kadar da fedakârdır desinler diye bunca şeyi feda ettin. Sen de, benim için yapmadığın amelin de benden uzak olun.’ “
Aynı amel ama ayrı olan iki akıbet… Çekilen onca cefa, akıtılan onca ter ve kan, feda edilen onca vakit… Hepsi boşa gitti. İhlasın olmaması, o kadar amelin yok olmasına sebebiyet verdi.
Bu sebeple Müslüman ister davetçi, ister mücahid, isterse de mücadelenin bir parçası olan herhangi bir kişi olsun, yaptığı ve yapacağı amellerin muhasebesini yapmalıdır. Yapmalıdır ki dünyada çekmiş olduğu çilenin ahirette bir karşılığı olabilsin.
Şimdi bu anlatılanları biraz daha somut hale getirelim ve örnekler verelim. Mücadelenin iki önemli sacayağı vardır; Davet ve cihad. İhlas bütün amellerde önemli bir yere sahiptir. Ancak bu amellerde ihlas diğer amellere nazaran daha kıymetlidir. Çünkü her ikisi de insanın genel bilinen özelliklerini zorlayan amellerdir.
Daveti ele alalım mesela. Davet öyle bir ameliyedir ki; herkesin doğru olduğuna inandığı şeylerin aslında yanlış olduğunu beyan etmek ve bunu ilan etmektir. Bunu gerçekleştirmek ise tabir caizse her yiğidin harcı değildir. Çünkü biz biliyoruz ki insanların doğru bildikleri yanlışları, onları hatırlatmanın götürüsü çoktur. Bu götürünün toplumsal boyutu, beraber yaşanılan insanlardan görülen sıkıntı, psikolojik veya fiziksel saldırılar, hakaretler olduğu gibi; devletsel boyutu da hapsedilmek, sürgün edilmek, işkenceye maruz bırakılmak gibi saldırılardan ibarettir. Bunu dünyanın dört bir yanındaki Müslüman davetçileri görerek öğrenmekteyiz. Bu kadar çekilen çile ihlasla taçlandığında değerlidir; ama ihlas ile süslenmediğinde ahirette kişiye yüktür.
Peki, insanın ihlası ne şekilde zedelenebilir?
Bunun belli bir kaidesi mevcut değildir. Ancak bazı tecrübî bilgiler yolumuzu aydınlatabilir.
Mesela, Müslüman ve aynı zamanda muvahhid olan bir davetçi düşünelim. Girdiği her toplulukta insanları tevhide davet ediyor ve şirkten uzaklaşmalarını telkin ediyor. Ama Sünnetullah gereği kendisini en fazla sevenler artık kendisinden en fazla nefret eden insanlar oluyor, konuştuğu insanlar artık kendisiyle konuşmamaya başlıyor, artık olmadık kötü sıfatlarla damgalanıyor, cezaevlerinde senelerini geçiriyor, işkencelere maruz kalıyor belki de öldürülüyor. Hayatı tamamen çile ile geçiyor. İhlas muhafaza edildiği zaman bu sıkıntıların hepsini unutuyor ve kendisine deniliyor ki:
“Haydi, katıl salih kullarıma ve gir cennetime!” (89/Fecr, 29-30)
İhlas nasıl zedeleniyor peki? Davetçi, Allah’ın subhanehu ve teâlâ dininin davetçisi olması gerekirken kendi hizbinin, cemaatinin davetçisi oluyor. Belki de davetteki becerisini insanlar nazarında kanıtlamak gayesi de güdebiliyor, insanların ‘Müslümana bak ne kadar güzel meseleleri izah ediyor’ demesini, kendisi için sevimli olarak görebiliyor. Katlandığı sıkıntıların neticesinde kardeşlerinin kendisini takdir etmesini bekleyebiliyor ya da ‘insanlar bir şey yapıyordu ben de yapayım dedim’ diye düşünebiliyor.
Mücahidi düşünelim. Cihad, canların mevzu bahis olduğu bir ameldir. Mücahid kendisi için en sevimli olan şeyden vazgeçtiği için mukaddestir. Bundan dolayı da zor bir ameldir. Buna karar vermek bile insanın kalbine korku düşürmeye yetecektir. Bu amel ihlas ile taçlandığında kurtuluşa erilmiştir. Bir de bu amel şehadetle süslendi mi, işte o zaman nur üstüne nur olmuştur. Kişi Allah’ın subhanehu ve teâlâ, korku ve hüznü olmayan kullarından olmuştur. Artık bu kişi için dünyada çekilen sıkıntının ne önemi vardır ki?
Bir de bu ameli ihlas ile taçlandırmayanları düşünelim. Mesela bugün dünyanın dört bir yanında Müslümanlar kâfirlere karşı cihadı sürdürmektedir -Rabbimiz onların ayaklarını sabit kılsın-. Lakin bazı Müslümanlara şahit olmaktayız ki bu Müslümanların cihad tasavvuru çok farklıdır. Cihadı sadece aylık olarak yerine getirilmesi gereken bir vazife olarak görür veya izlediği birkaç videodan ibaret sanırlar. Eline silah verilip mevzilere sürüleceğini zannedip de, eline bulaşık verildiğinde cihad yolundan geri dönerler. Bu ihlasın olmamasından kaynaklanır. Yoksa kişi ihlaslı yaptığı bir ameli, küçük meseleler yüzünden neden yerle bir etsin ki?
Cihatta kişinin ihlasının olmadığının alametlerinden biri de, kişinin kendi cemaati için cihad etmesidir. Sahip olunan cemaat anlayışı, kişinin ihlasına etki ediyorsa; burada bir problem var demektir. Bu cemaat anlayışı, İslam’ın genel kaidelerine aykırı olan bir cemaat anlayışıdır. Bu sebeple insanlara şu fikrin aşılanması gerekmektedir; aynı esaslara iman etmiş olan insanlar, aynı davanın altına elini koymuş olan insanlardır ve aynı davada birleşmeleri gerekmektedir. Eğer bugün var olan cemaat anlayışı, kişileri bu düşüncelere sevk ediyorsa bunun ismi cemaatçilik değil hizipçilik ve fırkacılıktır. Bunun göstergesi de bugün bazı Müslümanların: ‘Ben kendi cemaatimin dışındaki hiçbir cemaatin safında cihad etmem’ demeleridir. Bu da ihlasın öldüğü yerlerden bir tanesidir.
Bütün bunlarla beraber şunu da söyleyebiliriz; çok amel yapmak mesele değildir. Mesele bu amelleri ihlas kaydını gözeterek yapmaktır. Münafıkları düşünün. Namaz kılıyorlar, infak ediyorlar hatta cihada da katılıyorlar. Ama bu onları münafıklıktan kurtarmıyor. Sebep ihlasın içselleştirilememiş olması ve günü kurtarmak peşinde olmalarıydı.
Evet, ihlas elde edilmesi, muhafaza edilmesi zor olan bir ameldir. İhlası elde etmede veya onu muhafaza etmede bize yardımcı olacak bazı etkenleri zikredip yazımıza son verelim;
1. Rabbimizi isim ve sıfatlarıyla çok iyi tanımalıyız.
2. Ahiret bilincine sahip olmalıyız ve bu konudaki nasları sürekli mütalaa etmeliyiz.
3. İhsan bilinciyle, yani sanki Allah’ı görüyormuşçasına hareket etmemiz lazım. En azından Allah’ın bizi gördüğünü bilmemiz gerekir.
4. Her amelin öncesinde ve sonrasında muhasebe yapmalıyız. Çünkü akıllı olan kişi hesaba çekilmeden önce kendisini hesaba çeken kimsedir.
5. İnsanların yanında yaptığımız amellerle, yalnız başımıza yaptığımız amelleri gözden geçirmeliyiz.
Rabbimizden dileğimiz bizi muhlis olan kulları arasına dahil etmesidir.
Dualarımızın sonu Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap