Mekke cahiliye yaşantısına ait hemen hemen tüm özellikleri üzerinde barındıran bir yerdi. Sanki Allah subhanehu ve teâlâ Peygamberinin gelişinden önce karanlığı gitgide koyulaştırıyordu. Ki insanlar aydınlığı daha rahat fark edebilsinler, O’na sallallahu aleyhi ve sellem daha hızlı bir şekilde yönelebilsinler.
Bu cahiliye yaşantısı insanlar arasında uzun soluklu savaşların ve zulümlerin kapısını da daha rahat bir şekilde aralıyordu. Kabileler kavmiyetçilik bağı ile hareket ediyor, en basit mevzularda başka kabilelere saldırabiliyorlardı.
Kavmiyetçilik davası ile hareket etmedikleri zamanlarda ise güçlü olanlar nefislerinin istekleri doğrultusunda hareket ediyor, insanlara zulmediyorlardı. Özellikle Arap yarımadasında bir devlet otoritesinin olmaması bu savaş ve zulümlerin başlamasında ve gelişip, kolay kolay bitmemesinde önemli bir etkendi.
Savaşlar her ne kadar sonuç itibariyle bir tarafın galibiyeti ile sonuçlanıyor gibi gözükse de aslında pek kazançlı çıkanı olmuyordu. Özellikle Mekke toplumu için savaş ve karmaşa bütün gelir kaynaklarının kuruması demekti. Çünkü onlar Hac yapmaya Arap yarımadasının her bir köşesinden gelenlerin Ukaz ve benzeri panayırlarda alışveriş yapmaları sayesinde ayakta duruyorlardı.
Patlayacak bir savaş direk onların ticaretine zarar verecekti. Araplar hem ticaret hem de dini vecibelerini yerine getirmek yani Hac yapmak için Haram aylara dikkat ederlerdi.
Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında Harem bölgesinde herhangi bir savaşa kalkışmazlardı. Kan davalılar bu zamanda birbirlerini Harem bölgesinde görseler dahi birbirlerine asla saldırmazlardı.
Tüm bu önlemlere rağmen bazen savaşların önüne geçemiyorlardı. Ficar savaşları bunun örneğidir.
Bu savaş da diğerleri gibi çok basit meselelerden çıkmış ve Haram aylarda gerçekleşmiştir. Başta Mekke eşrafı olmak üzere savaşın tüm tarafları maddi olarak ciddi manada zarar görmüşlerdi.
Burada Ficar savaşlarıyla alakalı bir konuya değinmekte fayda var. Kureyş ile Kays kabileleri arsında geçen bu savaşa Allah Rasûlü iştirak etmiş midir?
Bazı alimler bir rivayete dayanarak Allah Rasûlü’nün amcaları için ok topladığını, bu şekilde savaşa iştirak ettiğini söylerler.
‘Peygamberimiz yirmi yaşlarında iken bu savaşa amcaları ile birlikte katıldı. Fakat kimseye ok atmamış, kimsenin kanını dökmemiştir. Sadece karşı taraftan atılan okları toplayıp, amcalarına vermiştir.’ (İbni Hişam)
Diğer bir grup alim ise bunun mümkün olmadığını ileri sürerler ve görüşlerinin dayanaklarını da şu şekilde açıklarlar:
‘Bu savaş cahili bir savaştır. İki tarafta cahili bazı kazanımları elde etmek için savaşmaktadırlar. Böyle bir savaşta Allah Rasûlü’nün bulunması mümkün değildir. Çünkü Allah, Rasûlü’nü ancak hak üzere savaşmasını, hakkın tabiileri ile mücadele etmesini ister ve buna izin verir. Bunun dışındakilerden ise Peygamberini korur.’
Özellikle ikinci görüşü savunan alimler dayandıkları noktayı destekleyecek başka olayları da sıralamışlardır. Geçen yazımızda Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem Peygamberlik gelmeden önce de haram olan şeylerden ve cahili yaşantıdan uzak durduğunu ya da bizzat Allah tarafından korunduğunu anlatmıştık. Bu rivayetlerin hepsi ikinci görüşü savunan alimler tarafından ortaya konulmaktadır.
Allahu Âlem.
Ficar savaşlarının etkisinin hala hissedildiği ortamda bazı zorbalar kimsenin bir daha böyle bir savaşa kalkışamayacağını düşünerek, bireysel zulümlerine devam ediyorlardı. Bu zorbalardan birisi de Mekke’nin kodamanlarından As bin Vail idi. Onun zulmü Hılfu’l Fudûl’ü doğurdu. Şimdi Hılfu’l Fudûl’ün nasıl oluştuğuna bir göz atalım.
‘Sehm’li bir tüccar Mekke’ye satmak için bir miktar mal getirir. As bin Vail bu tüccardan bir miktar mal alır ancak adamın parasını ödemez. Adam kimden yardım isterse kendisinden ya yüz çevrilir ya da kovalanır. Tüccar son bir çare olarak Mekke’ye hakim bir noktada olan Ebu Kubeys dağına çıkar ve Kabe’nin gölgesinde oturan Mekke eşrafının duyabileceği bir şekilde uğradığı haksızlığı dile getirir.
Sehm’li tüccarın bu girişimi karşısında ilk olarak Zübeyr bin Abdulmuttalib ayağa kalkar, hakkı gasbedilmiş bu adama yardım etmenin üzerlerine vacip olduğunu söyler. Zübeyr’in bu görüşü destek bulur hemen girişimlere başlanır. Bunun için Abdullah b. Cüd’an’ın evinde toplanılır. Toplantıya Mekke eşrafından birçok kişi katılır. Temsilciler hep birlikte Kabe’ye gelirler. Haceru-l Esved’i yıkarlar. Yıkadıkları suyu bir kaba toplar ve yapılacak anlaşmanın kutsal bir yönünün olması açısından suyu içer ve yemin ederler. Faziletli kimselerin anlaşması anlamına gelen Hılfu’l Fudûl birliğinin oluşumunu başlatan yemin şu şekildedir:
‘Allah’a yemin ederiz ki, zulme uğrayanın yanında, zalim olanın karşısında yer alacağız. mazlumun hakkını zalimden alma konusunda hepimiz birlik ve beraberlik içinde yer alacağız. Bu birlik ve beraberlik, denizin bir kılı aşındırıp yok etmesine, Hira ve Sabir dağlarının yerlerinden ayrılmasına kadar devam edecek; herkes verdiği söze yaptığı yemine sadık kalacaktır.’
Birlik ilk olarak Sehm’li tüccarın uğradığı zulmü ortadan kaldırır ve As bin Vail’den adamın alacağını geri alırlar. Bununla birlikte faziletli kimselerin bu birliği kısa sürede büyük bir şöhret kazanmış, birçok zulme engel olmuştur. Bunlardan bir tanesi de Mekke’ye Hac için gelen bir adamın kızına Nübeyh bin Haccac’ın el koyması olayında Hılfu’l Fudûl üyelerinin devreye girmesidir. Kızı elinden alınan kişi:
__ Bu adama karşı kim bana yardım edecek? deyince kendisine
__ Hılfu’l Fudûl üyelerine git, denilir.
Adam Kâbe’ye gelir ve:
__ Ey Hılfu’l Fudûl üyeleri! diye bağırır.
Her taraftan ona doğru insanlar gelir ve:
__ Sana ne oldu? derler.
Adam:
__ Nübeyh kızım konusunda bana zulmetti, onu benden zorla aldı, der.
Onunla birlikte Nübeyh’in evinin kapısına kadar yürürler. Nübeyh onların karşısına çıkınca ona:
__ Yazıklar olsun sana, kızı çıkar! Bizim kim olduğumuzu ve ne üzerine antlaştığımızı biliyorsun, derler.
Nübeyh:
__ Tamam, ancak bu gece ondan faydalanmama izin verin, deyince onlar:
__ Hayır, devenin sağılacağı vakit kadar dahi olsa sana izin vermeyiz, derler.
Bunun üzerine kızı çıkarır ve babasına teslim eder.’ (İbni Hişam)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem daha sonra Medine’de iken bu cemiyeti hatırlatmış ve ondan övgü ile bahsetmiştir:
“Ben Abdullah b. Cüd’an’ın evinde öyle bir antlaşmaya şahit oldum ki, onu en güzel kızıl develerle dahi değişmem. Devr-i İslam’da dahi böyle bir anlaşmaya çağırılsam kabul ederim.” (İmam Ahmed)
Olay bundan ibaret olmakla beraber günümüzün saptırıcıları bu meseleyide kendi şirkleri için malzeme olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Ve parlamentolaragirip mücadele(!) etmenin delili olarak Hılfu’l Fudûl meselesini ileri sürmüşlerdir.
Bu zatlar diyorlar ki: ‘Nasıl Allah Rasûlü müşriklerle bir araya gelmiş ve bir zulmü ortadan kaldırmak için aynı çatı altında beraber olmuşsa, bunu da Peygamberlik geldikten sonra tasdiklemiş ise bizde aynı amaçlar ile meclislere girip milletvekili olabiliriz.’
Bu iddiaya cevap vermek için ya da iddiayı çürütmek için ilim ehli olmaya gerek yoktur! Biraz muhakeme yeteneğine sahip herkes meselenin, verilen örneğin, yapılan kıyasın alakasız olduğunu anlayacaktır! Çünkü karşılaştırılan iki şey arasında ‘müşrik’ kelimesi hariç hiçbir alaka yoktur! Bilakis neresinden tutulsa elimizde kalacak olan bu kıyasta birçok zıtlık mevcuttur!
Acaba Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, bu antlaşmaya bağlı kalacağına dair söz verirken şirk kanunlarının ve Mekke tağutlarının tazim edildiği bir yemin ile mi işe başladı?
Acaba Hılfu’l Fudûl de Allah’ın haramları helal, helalleri haram mı yapılıyordu?
Acaba Allah Rasûlü’nün övgü ile bahsettiği bu kurumda çoğunluk ‘Bu zülme sessiz kalınacak’ dediğinde geri kalanlarda bunu uygulama mecburiyetinde mi kalıyorlardı?
Bu ancak ‘müşriklerle beraber bir yardım kuruluşu çatısı altında faaliyet yapabilir miyiz?’ sorusuna verilecek olumlu yanıtta kullanılabilecek bir delil olabilir.
Son olarak Hılfu’l Fudûl’u kendi şirklerine mazeret olarak ileri sürenlere şunu hatırlatalım:
Bu topluluk bir zulmü ortadan kaldırmak için biraraya geldi. Sizin Hılfu’l Fudûl’u örnek alıp da girdiğiniz meclisler ise zulmün en büyüğü olan şirkin merkezleridir.
“Şüphesiz ki şirk zulümlerin en büyüğüdür..”(31/Lokman, 13)
Duamızın sonu Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdır.
İlk Yorumu Sen Yap