Allah’ın adıyla…
Bizleri yeni bir sayıyla buluşturan, ‘Din nasihattir’ vazifesini yerine getirmemize olanak sağlayan ve bizleri dininde kardeş kılan Rabbimize hamd olsun. Salât ve selam; Nebimiz Muhammed Mustafa’ya, onun temiz ailesine, ashabına ve kıyamete kadar tâbilerinin üzerine olsun.
Hiç şüphesiz dünya hayatı bir imtihandır. Her imtihanda olduğu gibi, bu imtihanın da kazananları ve kaybedenleri olacaktır. Vahyin ıstılahında felaha erenler ve hüsrana uğrayanlar olarak ifadesini bulan iki zümreyi de mezkur sonuca ulaştıran bazı sebepler vardır. İmtihanı kazanmanın yolu; hayat kitabı olan ve kulluk klavuzu mahiyetindeki vahye sıkı sıkıya yapışmaktır. Vahiy: insanı arındırmak ve takvaya ulaştırmak için terbiye eden bir muallim, yol gösteren bir rehber ve yolu aydınlatan bir kandildir. Vahiy: insanı içinde barındırdığı öğüt, mev’ize ve hatırlatmalarla terbiye eder. Vahyin kalbinde karar kılıp, kelimelerle vucut bulduğu Nebi de, dinin nasihat olduğunu söylemektedir.
İnsan, iman ve ahlakta hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın öğüde ihtiyaç duymaktadır. Allah’tan razı olan ve Allah’ın (cc) kendilerinden razı olduğu sahabeler dahi -insan olmaları hasebiyle- unutmakta, kalpleri katılaşmakta ve Allah tarafından öğüt ve hatırlatmalarla uyarılmaktaydılar.
“İman edenlerin, Allah’ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin ‘saygı ve korku ile yumuşaması’ zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasık olanlardı.” [1]
Abdullah İbni Mesud der ki:
“İslam oluşumuz üzerinden dört yıl geçmeden Allah bu ayetle bizleri uyardı.” [2]
Başlık ve girişten de anlaşılacağı üzere bu ayın başyazısı; yol arkadaşlarımıza hatırlatmalardan oluşmaktadır.
Davamız Ağır, Yolumuz Uzundur
Tevhid ve Sünnet davası; yer, gök ve dağların dahi omuzlamaktan imtina ettiği, zor ve meşakkatli bir davadır.
“Doğrusu biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da; onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. Onu, insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok bilgisizdir.” [3]
Bu yola girenler ve girmeye aday olanlar, bu hakikati bilmek ve kabul etmek zorundadırlar. İnsan, çıkacağı yolun uzunluğu ve meşakkatine göre ruhen hazırlık yapar, yol azığı alır yanına. Girdiği yolun hakikatinden haberdar olmayanlar yolda dökülmeye mahkumdurlar. Çünkü hazırlıkları yolun sonunu görmelerine uygun değildir. Allah (cc), Rasûlü’yle diyaloğa geçtiği ilk andan itibaren yolun zorluğunu ve nasıl bir davayı yüklendiğini ona hissettirmiştir.
“… Bu hâl, kendisine Hira mağarasında Hak gelinceye kadar devam etti. Bir gün ona melek gelip: ‘Oku!’ dedi. Nebi: ‘Ben okuma bilmiyorum!’ cevabını verdi. Nebi, hadisenin gerisini şöyle anlatıyor: ‘Ben okuma bilmiyorum deyince melek beni tutup kucakladı, takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı. Tekrar: ‘Oku!’ dedi. Ben tekrar: ‘Okuma bilmiyorum!’ dedim. Beni ikinci defa kucaklayıp, takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar bıraktı ve ‘Oku!’ dedi. Ben yine: ‘Okuma bilmiyorum!’ dedim. Beni tekrar alıp, üçüncü sefer takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve: ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin Kerim’dir, O kalemle öğretti, insana bilmediğini öğretti.’ [4] dedi.” [5]
Vahiyle muhatap olan Allah Rasûlü (sav), korkmuştu. Daha yumuşak bir karşılaşmayla vahiy meleğiyle tanışabilirdi. Ancak Allah (cc) daha ilk andan meleğin onu sıkmasını ve takatini kesmesini istedi. Nebi’nin, yüklendiği vazifenin hakikatini anlamasını istedi. Bu dava ağırdı. Düşmanları çok, yandaşı azdı. Yol uzun, meşakkatli ve saçları ağartan belalarla doluydu. Nebi, bunu anlamalıydı.
Nebi durumu Hatice annemize anlatınca, onu teselli etti.
“Asla korkma! Vallahi Allah seni ebediyen rüsvay etmeyecektir. Zira sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru konuşursun, işini göremeyenlerin yükünü taşırsın. Fakire kazandırırsın, misafire ikram edersin, Hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında (halka) yardım edersin’ diyerek endişesinin geçmesini sağladı. Sonra onu amca oğlunun yanına götürdü. Varaka bin Nevfel ona şu cümleleri söyledi:
‘… ‘Bu gördüğün melektir. O, Musa`ya da inmiştir. Keşke ben genç olsaydım (da sana yardım etseydim); keşke, kavmin seni sürüp çıkardıkları vakit hayatta olsaydım’ dedi. Rasûlullah: ‘Onlar beni buradan sürüp çıkaracaklar mı?’ diye sordu. Varaka: ‘Senin getirdiğin gibi bir din getiren hiç kimse yok ki, ona husumet edilmemiş olsun!’ dedi.”
Hatice annemiz ve Varaka’yı konuşturan kimdi? Kalpleri eviren çeviren Allah’tı elbet. O (cc), Varaka’nın dilinden, geçmiş Rasûllerin sünnetini hatırlatıyordu Nebi’ye. Bu davayı getiren herkes, insanlar tarafından düşman edinilmiş, hasım sahibi olmuşlardı. Peşpeşe gelen ayetlerin tamamı bu hakikati tekrar ediyor, Nebi’nin kalbine ilmek ilmek dokuyordu; bu yol zor ve azığı sabır diyordu ayetler.
“Ey örtünüp bürünen (Peygamber!) Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Nefsini arındır. Şirkten uzak dur. İyiliği, daha fazlasını bekleyerek (bir kazanç elde etmek için) yapma. Rabbinin rızasına ermek için sabret…” [6]
“Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk, birazı hariç olmak üzere geceyi; yarısını ibadetle geçir. Yahut bundan biraz eksilt. Yahut buna biraz ekle. Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku. Şüphesiz biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz vahyedeceğiz. Şüphesiz gece ibadetinin etkisi daha fazla, (bu ibadetteki) sözler (Kur’an ve dua okuyuşlar) ise daha düzgün ve açıktır. Çünkü gündüzün sana uzun bir meşguliyet vardır. Rabbinin adını an ve bütün benliğinle O’na yönel. O, doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Öyle ise O’nu vekil edin. Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzellikle ayrıl…” [7]
Azığı sabır; ab-ı hayatı gözyaşı, kan, ter; zemini musibet olan bir yolda olduğumuzu bilmeliyiz. Zor olan, zoru ister. Kolaycılık, rehavet ve konfor düşkünlüğüyle sarp yokuşlar, yalçın kayalıklar aşılmaz. Dava yolunu yüz akıyla tamamlamak ve Allah’ın huzuruna dükülmeden, müminler olarak can verip gidebilmek için; hazırlıklı olmalıyız. Maddi ve manevi olarak ihtiyacımız olan şer’i azığımızı tamamlamalı, yolun öncülerinin siretlerini okuyarak yolu nasıl tamamladıklarına dair çıkarımlarda bulunmalıyız.
Hepimizin malumudur ki; Allah Rasûlü’nden önce Peygamberler sadece kavimlerine gönderilir, mesajları belli bir bölgeyle sınırlı kalırdı. Allah Rasûlü’yle beraber tüm insanlığa gönderilen, belli bir bölgeyle sınırlı olmayan ve kıyamete kadar geçerli olan evrensel bir dava başladı. Allah (cc), bu dava için çölü ve çöl insanını seçti. Oysa; böylesi büyük dava Kisra’nın, Kayser’in ülkesinde başlamalı gibi geliyordu insana. Ama öyle olmadı. Gözlerden ırak, kendi hâlinde yaşayan, büyük iddiaları olmayan, direkt olmasa da indirekt olarak imparatorluklara tebalık yapan bir bölgede başladı bu dava. Elbette bunun birçok hikmeti vardı. Hikmetlerden biri; çöl insanın zorluklara alışık olmasıydı. Bu dava zordu ve Allah zora alışmış, zorlukla iç içe ve zor koşullara teslim olmayıp, zora boyun eğdirebilen bir topluluğun bu davanın tebası ve yardımcıları olmasını istedi.
Onlar kısa bir zamanda davalarını anlayıp, yaşamaya ve insaları davet etmeye başladılar. Günümüz dava sahiplerinin oluşumlarını tamamlamakta zorlandıkları on üç yıl gibi kısa bir sürede devletleştiler. Yirmi yıl geçmeden fetihlere ve dünyaya adalet dağıtmaya koyuldular.Günümüz insanına bu sürede bu işleri başarmak hayal gibi geliyor.
Neden?
Müminlere sürekli tuzaklar kuran ve onları Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcayan şer odakları; insanları tevhid davasından uzak tutmak için uğraşırlardı. Tevhid, fıtrat dini olduğundan bunu başaramadılar. Bunun üzerine yeni yollar aramaya başladılar. Ve daha tehlikeli olanını buldular. İnsanlara öyle alışkanlıklar kazandırdılar ki; bu yeni alışkanlıklarla İslam davasını yüklenmek, yüklense dahi yolun sonunu getirmek neredeyse mümkün değildi.
Bu yeni standartlara göre; herkes günde en az sekiz saat çalışmalı, haftada bir gün, sene ortasında on beş gün, yıl sonunda üç ay tatil yapmalı, günde üç öğün yemek yemeli, her öğünde en az üç çeşit yemek olmalı, günlük duş alabilmeli, giyim mağazalarının sezonluk trendlerine göre giyinmeli… Saydıklarımız alt sınır olarak kabul edildi. Ve insanlara bunun haricinde orta, üst ve ultra sınırlar çizdiler. Medya aracılığıyla her sınıf mensubunu bir üst sınıfa özendirip daha fazla çalışmalarını, kazanmak için gerekirse tüm ahlak ilkelerini çiğnemelerini istediler.
Her geçen gün teknoloji biraz daha hayatı kolaylaştırıp, konfor düzeyini arttırıyor. Konfor, para istiyor. Parası olmayanlar için küresel tuğyan bankaları devreye sokuyor. Lüksü ihtiyaç hâline getiren medya ve lükse erişmeyi kolaylaştıran banka kredileri sayesinde insanlar ömür boyu ödemek zorunda oldukları borçlarla boğuşuyorlar. Böylece fıtratlarına uygun bir davaya davet edilseler de alışkanlıkları ve alışkanlıklarının bedeli olan kredi borçları insanlara engel oluşturuyor.
Davaya gönül vermiş insanların birçoğu böyle bir toplumun içinde yetişiyor. Davanın tabiatında var olan zorluk ve zor şartlara alışmaktan uzak, rahata alışmış ve rahatı seven bireyler olarak neşv-u nema buluyorlar.
Bu sebeple; muvahhidlerin, alışılmış standartların dışına çıkması gerekiyor. Toplumda amentu ilkesi gibi kabul edilen yeme-içme, uyuma, eşya, elbise, araç vb. kabulleri değiştirmeleri; ailelerini ona göre eğitmeleri gerekiyor.
Dava imtihandır. İmtihan ise çeşitlidir. Kimi zaman hayırla kimi zaman şerle imtihan eder Allah. Mümin, şer odakları tarafından belirlenen standartların kölesi olmamalıdır. Bilinçli olarak hayatında bazı zorlukların yer almasını sağlamalı, alışılmış şartların dışına çıkarak beslenme, giyim, ev eşyası, uyku saatleri ve uyuma zamanı, yaşam alanı vb. konularda değişiklikler yapmalıdır.
Aksi hâlde insanın davası; alıştığı şartlar olur. Allah’a (cc) tek taraflı kulluk eden, nimet hâlinde mutmain, musibet hâlinde ökçelerinin üzerine gerisin geriye dönen, apaçık zarar edenlerden olur.
Bu konuda; İslam davasının yükünü omuzlamış, yüz akıyla imtihanı geçmiş ve mücadelesini şehadetle (Allah’ın izniyle) tamamlamış Seyyid Kutup der ki:
“Büyük bir davayı yüklenebilmek ve davanın gerektirdiği fedakârlıkları yapabilmek için; hazırlığa, donanım ve desteğe ihtiyaç vardır. İlahî hayat sisteminin nefislerde ve tüm yeryüzünde yerleşmesi uğrunda, canların, mal ve ürünlerin azalması, korku, açlık, şehadet, cihad ve cihadın zorluklarını göğüslemek, söz konusu fedakârlığın bir gereğidir. Tüm bu zor şartlarda bir desteğin bulunması şarttır:
‘Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, hiç şüphesiz sabredenlerle beraberdir.’ [8]
Allah (cc), davanın gerektirdiği zorlu çalışmayı elbette ki bilmektedir. Çünkü bu çalışma, yoldaki tüm cazibe ve dürtülere rağmen istikametten ayrılmamayı Allah’a daveti, her tür sindirme ve engellere rağmen yürümeyi gerektirmektedir. Bu, insanın her an harekete hazır olmasını, sinirlere hakimiyeti ve içteki-dıştaki her şeye karşı dikkat kesilmeyi gerektiren bir çalışmadır. İşte tüm bu konularda sabretmek gerekir. İtaatte sabır… Günah işlememede sabır… Yardımın gecikmesine ve yorgunluğa karşı sabır… Batılın güçlenmesine karşı sabır… Taraftar azlığına karşı sabır… Diken dolu yolda sabır… Kaypak karakterlere, inatçı kişiliklere, laf dinlemez kimselere ve katı gönüllere karşı sabır…
Rasûlullah’a (sav) “Kalk” diye emredildi. O da kalktı ve yirmi seneden fazla hep ayakta kaldı. Hiç dinlenmeden, hiç durmadan, kendisi ve ailesi için yaşamadan… Kalktı; üstüne aldığı ağır ve sorumluluk dolu Allah’a davet yükünü, hayatı boyunca hiç indirmeden… Yeryüzündeki büyük emanetin yükü, yani tüm insanlığın yükü, akidenin yükü, değişik alanlardaki cihad ve mücadele yükü altında hiç ezilmeden ayakta kaldı. Cahilî evham ve düşüncelerin arasında boğulmuş, dünyevî cazibe ve ağırlıkların altında bunalmış, şehvetlerin sömürü ve boyunduruğuna girmiş insan ruhunu kurtarmak için yılmadan savaştı. Cihad ve mücadele görevini asla aksatmadı.
Bu mücadelenin sonunda davaya inanan Sahabe-i Kiram (r.anhum), cahiliyyenin ve dünyevî hayatın boyunduruğundan kurtulup ruhsal özgürlüğüne kavuştu. Ama bu, mücadelenin sonu demek değildi. Çünkü bu mücadelenin başka alanlarda sürdürülmesi gerekiyordu. Davayı ve müminleri rahat bırakmayan, bu taptaze filizi yeşerdiği yerde, büyüyüp toprağa kök salmadan ve dalları göğe yükselmeden koparıp öldürmeye çalışan İslam davası düşmanlarıyla savaşmak gerekiyordu. Bundan dolayı mücadele alanı, büyüdükçe büyüyordu. Arabistan’daki savaşlar bitmek üzereyken Bizans saldırısı başlıyordu, henüz çiçeği burnunda olan yeni ümmete karşı…
İşte bu savaşlar olup biterken, nefis savaşı devam ediyordu. Çünkü bu, kıyamete kadar şeytana karşı sürdürülecek amansız bir savaştır. Ve şeytan hep tetikte… İnsan nefsinin ta derinliklerinde faaliyetlerini sürdürmek için tetikte… Allah’ın Rasûlü (sav) gerek bu alanda ve gerekse diğer alanlarda sürdürüyordu savaşını… Dünya nimetlerini tepip sıkıntılı bir yaşam sürdürmek pahasına, olanca güç ve emeğiyle savaştı durdu. Hatta etrafındaki müminler güvenlik içinde istirahat ederlerken…
O (sav) tükenmez bir gayretle, sabırların en güzelini göstererek, gece namazlarına kalkıp ibadet ediyor; yüce Rabbine Kur’an tilavet edip, yönelerek sürdürüyordu cihadını… Rabbinin destek ve yardımına kavuşmak için sürdürüyordu… Yalnız kendisini düşünen kimse rahat bir yaşantı sürdürebilir. Ama o, küçük yaşar ve küçük ölür. Büyük davayı yüklenen kimseye gelince, o kim, uyku kim? Bu büyük davanın adamı kim, istirahat kim? Evet o kim, yumuşak yatak, sakin yaşam ve rahat meta kim? Allah’ın Rasûlü (sav) işin hakikatini bilip, takdir ettiği için kendisini uyku ve rahatlığa davet eden Hatice’ye: ‘Uyku zamanı geçti ey Hatice!’ diyordu.
Evet, uyku zamanı geçmişti. Bundan sonra hep uykusuzluk, hep yorgunluk ve zorlu cihad vardı. Bundan dolayı ibadet kaçınılmazdı. Çünkü İslam’a göre ibadet; hayatın sosyal ve ahlakî akışından ayrı olarak düşünülemezdi. En yüksek derecelere yükselmenin yoludur ibadet…
Yolda destek sağlayan vazgeçilmez bir azıktır ibadet… Kısacası Allah (cc) ile ilişkide olmaktır. Yardım ve destek, bu ilişkinin sonucudur. Kalbin tezkiye ve temizliği için bu ilişkiye gerek vardır. Halkın adetlerini, toplumsal gelenekleri ve sosyal baskıları aşması için bu ilişkiye muhtaçtır insan. Çünkü bir insan eğer Allah (cc) ile ilişkideyse; halktan da, toplum ve ortamdan da daha yüce, daha üstün ve daha doğru yolda olduğunu anlayabilir. Gördüğü aydınlığa başkasını da götürmeye ehil olduğunu bu ilişkiyle anlayabilir. Çünkü başkaları onu, ilahi nizamdan kopuk bir hayatın getirdiği karanlıklara ve cahiliyye bataklığına yöneltemezler. İslam, bir bütündür. Şiar türü ibadetleri, edebi, ahlakı, kanun ve iltizamı bünyesinde toplayan bir bütün… Çünkü bunların tümü davanın içindedir. Akide davasının gerçekleşmesinde ve hepsinin uyum içinde bir tek hedefe yönelmesinde, herbirinin kendisine has bir etkisi vardır. Zaten bu dinin temel yapısına dayanak olan şey de; bu uyum ve bütünlüktür. İslami yapının varlığı, bu uyum ve bütünlüğün varlığına bağlıdır…” [9]
•••
Tevhid ve Sünnet davasına sahip olmak; bir şeref ve ayrıcalıktır. İnsanların çoğu boş ve değersiz şeylere meyil gösterdiklerinden, Allah onları değersiz ve boş işlerle uğraştırmaktadır. Salih amelleriyle değer kazananlarsa -Allah’ın kolaylaştırmasıyla- değerli bir davanın mensubu olurlar. Hayatları yatak odası, lavabo ve yemek masasından ibaret değildir onların.
Allah’ın (cc) bu nimetinin adı ‘şahit ümmet’ ya da ‘insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet’ olmaktır.
Müminin en fazla teşekkür etmesi gereken nimet; hidayetten sonra kendisine bahşedilen İslam davasına hizmet şerefidir.
Şükür; nimete orantılı olmalı; nimete yakışır şekilde Allah’a şükredilmelidir. “Hani melekler şöyle seslenmişlerdi: ‘Ey Meryem! Allah seni seçti, temizledi ve dünya kadınlarına üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rükû edenlerle birlikte rükû eyle.’ ” [10] Seçilen ve üstün kılınan Meryem’in (as); sürekli ve gönülden bir kullukla Allah’a cevap vermesi istenmiştir.
Malumdur ki; asıl teşekkür, ameli/fiili olarak yapılandır. Bu da Allah’ın (cc) verdiği nimeti korumaya çalışmak, değerini bilmek ve nimeti Allah yolunda kullanmakla olur.
“…Ey Davud ailesi! Allah’ın nimetlerine teşekkür etmek için amel yapınız! Kullarımdan çok azı teşekkür eder…” [11]
Tevhid ve Sünnet davasıyla şerefyab olmuş kimselerin nimete orantılı ve amelî olarak şükür edebilmeleri için:
• Dava adamının yaptığı fedakârlıklar hangi boyutta olursa olsun; şiarı, Allah’ın razı olduğu ve örnek gösterdiği şu insanların sözlerindeki gibi olmalıdır.
“Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği; yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size sadece Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür istemiyoruz. Çünkü biz suratların asılacağı, zorlu bir gün dolayısıyla Rabbimizden korkarız’. Allah da onları Bugünün kötülüğünden korumuş ve kendilerine bir yüz parlaklığı ve sevinç vermiştir.Sabretmelerinden dolayı onları cennet ve ipekle mükafatlandırmıştır. Orada koltuklara dayanırlar. Ne (yakıcı) güneş ne de dondurucu soğuk görürler….” [12]
Yapılan işlerde takdir beklemek ve insanların teşekkürüyle motive olmak; gerçek övgüyü ve sahibini unutmaya sebep olur. Kalp, insanların övgüsü ve iltifatıyla sevinç duymaya başladığında; kalp sıhhatinin özü olan ihlas zedelenmeye başlar. Önce Allah katındaki değer, buna bağlı olarak da kullar nezdindeki değerini kaybetmeye başlar insan. Dava adamı, ihlasını kaybettiğinde tüm sermayesini kaybetmiş demektir. Dünyada yaptıkları boşa gitmiş, ahirete ise koca bir ‘hiç’ kalmıştır.
Bu sebeple en önemli gündem maddemiz ihlas ve Allah rızası olmalıdır. İhlası hatırlatan kitap, makale, ders, bireysel nasihatler en değer verdiğimiz ve yanımızdan ayırmadığımız şeyler arasında olmalıdır.
• Davanın bir kervan olduğunu, sonradan kervana eklenenlerin önden gidenleri rol model kabul ederek davalarına hizmet ettikleri unutulmamalıdır. Önden gidenlerde ciddiyet, adanmışlık, disiplin ve fedakârlık görenler; davalarına sıkı sıkıya sarılacak, ellerinden gelenin en güzelini ortaya koyacaklardır. Aksi hâlde ilklerin yanlışları sonlara doğru katlanarak artacak ve davaya zarar verecektir.
Sahabe toplumunun büyümesine rağmen kalitenin düşmemiş olmasının sebebi; öncü olanların geriden gelenlere örneklik vazifesini hakkıyla yerine gtirmiş olmalarındandır.
“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” [13]
• Kişi, davayı sahiplenmeli, düşünmeli ve kendisine bir şey söylenmeden davasının ihtiyaçları için elinden geleni yapmalıdır. Hicret için hazırlanan Nebi’nin (sav), Ebu Bekir (ra) geldiğinde hicret ihtimaline binaen yol için deve satın almış olması ve yol hazırlıkları yapmış olması örneğinde olduğu gibi davranmalıdır.
Bunun yolu, davasını her şeyden önemli görmek ve davanın maslahatını şahsi, ailevi vb. tüm maslahatların önüne almakla mümkündür.
• Bir dava uğruna ömür eskitmek insana ayrıcalık kazandırır. Batıl ve dünyevi davalarda bu ayrıcalık menfaat ve dünyevi imtiyazlar şeklinde; hak ve uhrevi davalardaysa örneklik ve fedakârlık şeklinde olur. Nimete şükretmek isteyenler davada sabit kadem oldukça daha fazla adanmışlık örneği göstermelidiler. Dava adamına yakışmayan lakırdılardan uzak durmalı, nefislerini böyle basit düşüncelerden korumalıdırlar.
‘Biz çok çalıştık! Biraz da yeniler fedakârlık yapsın’ düşüncesi Allah’ın hoşnut olmadığı ve tehlike olarak isimlendirdiği bir ahlaktır. Savaş esnasında atını düşman saflarının arasına süren, kardeşlerine hücum fırsatı sunmak için nefsini feda eden bir mücahidin bu davranışı arkadaşları tarafından kınandı. ‘Kendi eliyle kendini tehlikeye attı’ dediler. Bu manazaraya şahit olan Ebu Eyyub El-Ensari şöyle itiraz etti:
“Ey müminler! Bu ayet; biz, Ensar hakkında nazil oldu. Allah, Peygambere yardım edip dinini galip kıldığında biz: ‘Artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ve nemalanmasıyla meşgul olalım.’ demiştik. Bunun üzerine: ‘Allah yolunda harcamada bulunun ve kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.’ ” [14] ayeti indi.
• Söz ve davranışlarının sadece kendisini bağlamadığını; kendisiyle beraber dava arkadaşların da mal edileceğini bilerek hareket etmelidir. Dava adamının vakar ve sükûnetine yakışır şekilde düşünerek ve danışarak iş yapmalıdırlar. Cemaat, İslam’ın yasakladığı ve şeytana av olmak olarak açıkladığı bireysellikten kurtulmak içindir. Cemaat hayatı içerisinde bireysel davranmak; nimete nankörlüktür.
Bunun gibi yaptıkları hataların manevi cezasının sadece kendi şahıslarına değil; koca İslam cemaatine zarar vereceğini ve onları Allah’ın yardımından mahrum bırakacağını bilmelidirler.
“Size Kadir gecesini (hangi gün olduğunu) haber vermek için çıktım. Şu iki adam tartıştılar ve bunun bilgisi kaldırıldı. Onu Ramazan’ın son on gününde arayınız.” [15]
• Günü birlik söylemler, sezonluk parlamalar, şeriat ve hikmet terazisinde değeri olmayan projelerle ilgilenmemeli; vaktini ve enerjisini boşa harcamamalıdır dava adamı.
Yolu kısa, çilesiz ve kestirmeden netice elde ettiren programlar; süslü cümlelerle ifade edildiğinde insanlar meyil gösterebilir. Dava adamı; yürüdüğü yolu tanıdığından, edebi değeri yüksek hakikat değeri düşük söylemlere prim vermez. Yol, yolcu ve netice Allah tarafından belirlenmiş ve yüz binlerce Peygamber hayatında pratiğini bulmuştur. Yol; Tevhid yoluysa; yaşanacaklar ve elde edilecek netice değişmeyecektir. Seyyid Kutub (rh) der ki:
‘Rasûlullah’tan sonraki İslam davetçilerinin yol ve görevleri en açık çizgileriyle belirlenmiştir. Zaferin;yolun sonunda, yani yoldaki zorluk ve engelleri aştıktan sonra kendilerini beklediği de bildirilmiştir. Davalara ilişkin ‘Sünnetullah’, Kur’an’da açık bir şekilde zikredilmiştir. Davanın çoğunluk tarafından yalanlanması… Dava adamlarının eziyetlere uğraması… Davetçilerin yalanlama ve eziyetlere sabretmesi… Ve Sünnetullah… Yani sonuçta zafer… Görülüyor ki; Allah’ın yardımı, belirlenmiş vaktinde gelir. Muhlis, iyi ve suçsuz davetçilerin yalanlama ve eziyetlerle karşılaşması veya sapan ve saptıran mücrimlerin durmadan müminleri yalanlayıp eziyete uğratmaları, bu yardımı öne almaz. Allah’ın yardımı, belirlenmiş vaktinden önce gelmez. Canından ve arzularından vazgeçen fedakâr ve muhlis dava adamının, olanca arzusuyla kavminin hidayetini istemesi, dalâlet ve azgınlıkları nedeniyle, dünya ve ahirette kendilerini bekleyen azap ve çöküşten dolayı üzüntü duyması da yardım vaadini çabuklaştırmaz. Evet ilahî yardım bu sebeplerden hiçbiri için acele etmez. Çünkü Allah , yarattıklarından biri istedi diye acele etmez. Ama O’nun kelimeleri de(buyrukları) asla değişmez. İster bu buyruklar muhakkak zafere ilişkin olsun, isterse de ezelden belirlenmiş (yardım) zamanına ilişkin olsun…
Sabra davet ve sabra yöneltmek; tüm davetlere eşlik eden bir olgu, her Peygamber ve Peygamberi izleyen her mümin için tekrarlanan bir buyruktur. Sabır, bir zarurettir. Dava yükünü taşımayı ve yol zorluklarında dayanmayı sağlayan bir zaruret… Davetçileri uzak; ama ufuktaki hedeflerine bağlayıp dayanışmalarını sağlayan bir zaruret… Yani Allah’ın (cc) tedbirini alıp zamanını takdir buyurduğu nihai hüküm gelinceye kadar sabretmek…
‘Rabbinin hükmü (gelinceye kadar) sabret.’ [16]
Davetin asıl meşakkati, Allah’ın (cc) vaktini tayin ettiği hükmü sabırla bekleme meşakkatidir. Çünkü davet yolunda pek çok meşakkatler vardır. Yalanlama, işkenceler, kaypaklıklar, inatçılık, batılın güçlenmesi, dış görünüşüyle batılı galip gören insanların yoldan çıkması ve tüm bunlara karşı nefse hakim olma zorlukları… Nefsin ilahî hükmü huzurla karşılaması… Yolun zorlukları ne olursa olsun Allah’ın hak vaadinden hiç bir kuşku ve tereddüde kapılmadan gönül huzuruyla yolculuğa devam etmek… Bu da Allah’tan sabır, başarı, yardım ve azim isteyen bir iştir:
‘Güzelce bir sabırla sabret.’ [17] ‘ [18]
Allah (cc), bizleri yürüdükleri yolu tanıyan, hazırlıklarını en güzel şekilde yapan, ihlas ve sadakatten ayrılmayan, Allah’ın bir an dahi nefisleriyle baş başa bırakmayıp rahmetiyle desteklediği bahtiyar dava adamlarından eylesin! Allahumme Âmin.
İlk Yorumu Sen Yap