Ahzab savaşı bitmişti. Pek çok ayet indi bu savaşla alakalı. Her bir ayet münafıkları deşifre etmişti. Üç kafadar için yeni bir eğitim süreci de başlamış oldu böylelikle. İnen ayetleri sıcağı sıcağına ezberlemeye koyuldular.
Bir gün Rafi, ayet tekrarı yaparken üvey babası çıkageldi. Biraz havadan sudan konuştular. Ardından babası Rafi’ye son günlerde dikkatini çeken bir olayı anlattı:
Peygamber’imizin amcasının oğlu Abdullah çok zeki bir çocuktu. Arkadaşına, Peygamber’imizin şerefli arkadaşlarından onun sözlerini öğrenip ezberlemeyi teklif etmişti. Arkadaşı, Rasûl’ün bu kadar sahabesi varken bizim onun sözlerini ezberlememize ne gerek var, diye düşünerek bu teklifi reddetmişti. Ancak İbni Abbas kendine bir program yapmış ve her gün Rasûl’ün bir sahabesine giderek işittiği hadisleri soruyor ve ezberliyordu. Daha şimdiden Peygamber’imizin sözleriyle alakalı İbni Abbas’a danışan büyükler vardı.
Rafi de canım Peygamber’imin hayatı konusunda epey bir malumat sahibi olmuştu. Hem de her olayı canlı şahitlerden dinlemişti. İbni Abbas gibi o da bu konuda azimli olursa, belki ileride Rasûl’ün hayatını dahi yazabilirdi. Babasıyla aralarındaki sohbet bu yönde uzayıp gitti.
Bu fikir Rafi’nin çok hoşuna gitmişti. Ünlü bir tarihçi olabilirdi. Tabi ya, neden olmasın?
Yeni bir tarihçi doğuyor diye düşünmeye başladı. Yıllar sonra, insanlar, onun yazdığı eserlerden Peygamber’i tanıyacaktı belki de. Bu ne büyük bir şeref kaynağı olurdu. Ünlü tarihçi Rafi… Kulağa ne de hoş geliyordu.
Hemen eve koştu. Duyduklarını bundan böyle not edecekti. Yazmak için bir şeyler bulmalıydı. Duyduklarını kaydettiği gibi bunu kimden duyduğunu da aktarmalıydı sonraki nesillere.
Ama bir dakika! Bir sorun vardı. Öylece kalakaldı Rafi… Kendi kendine:
‘İyi de ben okuma yazma bilmiyorum ki!’ dedi. Bütün hayalleri suya düşmüştü. Kapının önüne çıktı umutsuzca. Sedire uzandı. Of… Bir şeyler bulmalıydı. Bu sorunu aşacak bir şeyler… Neden şimdiye kadar öğrenmemişti ki sanki…
Medine’de okuma yazma oranı çok düşük değildi aslında. Ama sema’ (işitme) yoluyla ayetleri ezberleme daha yaygındı. Bu toprağın insanına bir lütuf idi bu yetenek. Duyduklarını hemen ezberleyebiliyorlardı. Zihinler ezber konusunda çok berraktı. Belki de bu sebepten okuma yazmaya pek önem vermemiş olabilirdi ailesi. Rasûl de bilmiyordu okuma yazma. Ümmi bir peygamberdi o…
Bunları düşünürken aklına bir fikir geldi. Kendine bir öğretici bulabilirdi. Şu Yahudi cariyeler bunun için çok uygundu. Onların hemen hemen hepsi okuma biliyordu. Onlardan yardım isteyebilirdi. Hatta bir tek kendi değil, arkadaşları için de bu çok güzel bir fırsat olurdu.
Bunu annesiyle paylaşmalıydı.
Annesine düşüncelerini açıkladı Rafi. Annesi oğluna destek olacağını söyledi ve hemen harekete geçti. Komşuları Kureyzaoğulları kuşatmasına katıldığı için Yahudi cariyeleri vardı. Okuma yazma bilen kültürlü bir kadındı. Zaten Yahudiler oldukça bilgili bir toplumdu. Bu nedenle de kendilerini hep üstün görürlerdi.
Annesi komşularıyla konuştu. Bu fikir herkesin hoşuna gitmişti. Akşam babaya da sorulacaktı. Bakalım sonuç ne olacaktı? Rafi akşamı zor etti. Babası da annesi gibi bu çalışmadan memnuniyet duydu. Rafi’yi bu orijinal fikrinden dolayı tebrik etti.
Gece boyu gözüne uyku girmedi Rafi’nin. Henüz bir şey netleşmeden arkadaşlarına söylemek istememişti, onları boşuna umutlandırmaktan korkmuştu. Ama artık yarından itibaren yeni bir dönem başlıyordu. Bunu hemen tüm mahalleye duyurmalıydı.
Nihayet sabah olmuştu. Arkadaşlarını başına toplayan Rafi, olan biteni bir solukta anlatmıştı. İçlerinden sevinen de oldu, aman ne gerek var diyen de. Bu arada annesi de komşuları ile bir odayı eğitim için hazır hâle getiriyorlardı. Bu hazırlık ona Daru’l Erkam’ı hatırlattı. Eşi ile orada iman etmiş, Rasûl’ün sohbetlerine katılmışlardı. Orası da bir sınıf , bir okul sayılırdı.
Her şey tamamlanmıştı. Tek bir eksik kalmıştı; o da herkese yetecek sayıda kum levhaların temin edilmesiydi…
Çöl kumu levhaların üzerine dökülecek ve cariyenin gösterdiği harfleri çocuklar kumun üzerine yazacaklardı. Hata mı yaptılar…Dert etmeye gerek yok. Küçük bir el darbesiyle tüm hatayı silmek mümkündü.
Bu eğitimi geçen, kıymetli papirüsleri temin edip yazı yazabilirdi. Papirüs bir bitki yaprağı idi. Kur’an ayetleri bu yapraklara yazılıyordu. Rafi şimdiden bu kağıtları kullanmak için heyecanlanıyordu.
Ders veren cariyeye neden bu kadar az yaprak var ve neden bu kadar kıymetli bu yapraklar diye sormuştu. Cariyenin verdiği cevap çok ilginçti. Bu yapraklar Medine’de yokmuş, Habeşistan’dan geliyormuş. Tüccarlar gemilerle mal getirirken, bu yapraklardan da getirip satıyormuş. Ana vatanı Medine olmayınca fiyatı pahalı oluyormuş.
Rafi şimdi anlamıştı kağıtların kıymetini. Deniz aşırı bir ülke… Habeşistan… Sanki bu ismi bir yerlerden duymuştu. Hiç yabancı gelmiyordu ona. Zihnini zorladı. Bir türlü hatırlayamadı. Kim bahsetmişti acaba? Habeşistan’da bir şeyler olmuştu. Neydi o neydi?
Ders biter bitmez annesine sormalıydı. Allah Allah nasıl da taktı kafaya…
Namaz vakti yaklaşmıştı. Mescide doğru yol aldı. Okuma yazmanın heyecanını bile bastırmıştı bu merak. Habeşistan… Habeşistan… Kabe’yi fillerle yıkmaya gelen ülke miydi? Yok o değildi ya. Ben nasıl bir tarihçi olacağım diye üzülmeye başladı ki arkasından biri seslendi:
– Selamun aleykum genç… Ne bu dalgınlık böyle?
– Aleykum selam Cafer Amca. Aklımda bir şey vardı da, seni fark etmemişim kusura bakma.
– Hayırdır? Ne var aklında?
– Habeşistan.
– Habeşistan mı?
– Evet Habeşistan. Müslümanların Habeşistan’la bir alakası oldu mu hiç? Yani oradan papirüs satın almaktan başka.
– Tabi oldu. Müslümanlar Habeşistan’a iki grup hâlinde hicret ettiler ve orada uzun bir müddet rahat yaşadılar. Ben de o hicret eden kafilede idim. Orada çok heyecanlı günlerimiz oldu.
– Sahi mi Cafer Amca, bana anlatır mısın?
– Olur tabi neden olmasın. İkindi namazından sonra mescitte buluşalım.
– Arkadaşlarımı da çağırabilir miyim?
– Elbette.
Rafi kulaklarına inanamıyordu. Tam adamına denk gelmişim ya hu, diye geçiriyordu içinden. Beraberce mescide girdiler.
Devam edecek
İlk Yorumu Sen Yap