Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.
Allah Rasûlü, Allah’tan subhanehu ve teâlâ gelen ilk direktifler doğrultusunda vahyi insanlara ulaştırmaya, onları hidayete çağırmaya başladı. On üç yıl devam eden davet süreci siyer kitaplarında genel olarak şöyle tasnif edilmektedir:
A. Mekke Dönemi
• Gizli Davet Dönemi (Genellikle 3 yıl)
• Açık Davet Dönemi
B. Medine Dönemi
Elbette ki bu ayrım, sonuçları itibari ile İslami Hareketi kuvvetli bir biçimde etkileyecek bir tasniftir. İşte biz bu yazımızda gizli/açık davet şeklindeki kategorilendirmenin neden eksik/yanlış olduğunu açıklamaya çalışacağız.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bazı rivayetlerde üç sene, bazı rivayetlerde ise daha az süren ilk davet yıllarını “Gizli Davet Dönemi” olarak adlandıranlar şunu ileri sürmektedirler:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu dönemde belli başlı kişilere daveti ulaştırdı ve İslam’ı kabul edenler de imanlarını gizlediler. Müşrikler açık davet safhasına geçinceye kadar Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem peygamberlik iddiasından habersizdiler.”
Bu ifadeler, içerisinde bazı eksiklikleri ve yanlışlıkları barındıran bir iddiadır. Şimdi madde madde onları sıralamaya çalışalım:
1. İslam’ın ilk yıllarında gizli davet yapıldığını belirten siyer kitapları başta olmak üzere, tüm siyer kitaplarında ilk Müslümanlar ile alakalı hidayete ulaşma kıssaları zikredilmektedir. İlginç olan ise bu kıssalarda bazı ifadelerin gizli davet iddialarını çürütecek nitelikte olmasıdır.
Mesela; Ebu Bekr’ın radıyallahu anh İbni Hişam’da yer alan İslam’a giriş kıssası bunlardan birisidir. Ebu Bekr radıyallahu anh Allah Rasûlü ile karşılaşınca ona şöyle diyor:
‘Kureyş’in senin hakkında “Bizim ilahlarımızı kabul etmiyor, fikirlerimizi ve akıllarımızı kıt görüyor ve babalarımızı tekfir ediyor” diye söyledikleri doğru mu? ‘
Nasıl oluyor da gizli yürütülen bir davetin, hem de henüz başında Mekkeli müşrikler her şeyi bu kadar tafsilatıyla bilebiliyorlar?
Yine bazı kitaplarda ilk Müslümanlar arasında sayılan Amr ibn Abese’nin kıssası da konumuza ışık tutması açısından önemlidir.
Allah Rasûlü ile buluşmasını şöyle anlatıyor:
“Ben cahiliye devrinde iken halkın sapıklıkta olduğuna ve onların hak üzere olmadıklarına inanıyordum. Onlar putlara taparlardı. Bu sırada Mekkeli bir kişinin önemli şeylerden haber verdiğini duydum. Hayvanıma binerek o kişinin yanına geldim.”
Kureyş’ten uzakta yaşayan bir kişi dahi bu daveti duyuyor ise, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem çağrısını bir gizlilik içinde yaptığını söylememiz ne kadar doğru olur?
2. Allah Rasûlü’nün siretine genel olarak baktığımızda bazı konularda ciddi düzeyde gizlilik uyguladığını görmekteyiz. Ve Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem gizlediği hiçbir meselenin muhataplarınca açığa çıkarılamadığına şahitlik etmekteyiz.
Mesela; Mekke dönemi boyunca Müslümanların gizli eğitim merkezi Daru’l Erkam’dı.
Bu merkez, müşrikler tarafından asla öğrenilemedi. Az sayıdaki Müslüman’a Mekke gibi küçük bir yerde uygulanan baskıyı da hesaba katarsak Daru’l Erkam’ın gizliliğinin ne kadar büyük bir başarı olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz.
Aynı şekilde Allah Rasûlü’nün zayıflıkları nedeni ile bazı Müslümanlara imanlarını gizlemelerini tavsiye etmesi, onların da Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem buyruklarına uymaları sonucunda müşriklerin onları fark edememeleri konumuza başka bir örnek teşkil etmektedir. Ömer’ın radıyallahu anh İslam’a giriş kıssası bu duruma işaret eden bir vakıadır.
Ömer’in kız kardeşi Fatıma binti el-Hattab ve kocası Said bin Zeyd radıyallahu anh Müslüman olmuşlardı. Bunlar müslüman olduklarını Ömer’den gizliyorlardı. Nuaym bin Abdullah en-Nahham (Beni Adiyy bin Kâ’b’den bir kişidir) Müslüman olmuştu ve bu kişi de İslâm’a girdiğini kavminden korktuğundan dolayı gizliyordu. Habbab bin el-Eret, Fatıma binti el-Hattab’a gidip geldikçe ona Kur’an okurdu.
Birgün Ömer kılıcını kuşanarak, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabından bazı kimselerle karşılaşıp onlarla dövüşme isteğiyle evden dışarı çıktı. Zira kendisine Müslümanların Safa yanında bir evde toplandığı haber verilmişti. Toplanan Müslümanlar erkek ve kadın olarak yaklaşık kırk kişi idi. Burada Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte amcası Hamza bin Abdulmuttalib, Ebu Bekir es-Sıddık, Ali bin Ebi Talib ve Müslümanlardan bir takım kişiler radıyallahu anhum bulunmakta idi. Buradakiler, Habeşistan topraklarına hicret etmeyip Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Mekke’de kalan kimselerdendi. Yolda Nuaym bin Abdullah, Ömer’e rastladı. Ona dedi ki:
“Ey Ömer! Nereye gidiyorsun?” Ömer’de ona dedi ki:
“Sabii (dinini değiştiren) Muhammed’e gidiyorum. O Kureyş’in düzenini bozdu. Onların hepsini akılsızlıkla itham etti. Ve Kureyş’in dinini ayıpladı, ilahlarını kötüledi. İşte bunun için onu öldüreceğim.”
Nuaym ona şöyle dedi:
“Vallahi ey Ömer! Nefsin seni kandırmıştır. Sen Muhammed’i öldürürsen Ben-i Abd-i Menafin sana yeryüzünde yaşama hakkı tanıyacağını mı zannediyorsun? Sen kendi ailene git de onları düzeltmeye bak.”
Ömer ona dedi ki:
“Ailemden kimdir o kişiler?” Nuaym dedi ki:
“Enişten ve amcanın oğlu Said bin Zeyd bin Amr ve kız kardeşin Fatıma binti el-Hattab’dır. Vallahi onlar Müslüman olup Muhammed’in dinine tabi oldular. Sana düşen Muhammed’i bırakıp onlara gitmendir.”
Bunun üzerine Ömer, kızkardeşi ve eniştesinin evine yöneldi. Bu sırada onların evinde Habbab bin el-Eret bulunmaktaydı. Yanında ise onlara okumakta olduğu, içinde “Tâ ha” sûresi bulunan bir sahife vardı. Dışarıdan Ömer’in ses ve hareketlerini işittikleri zaman Habbab evin küçük bir odasına saklandı. Fatıma binti el-Hattab sahifeyi alıp uyluğunun altına koydu. Fakat Ömer eve yaklaşırken Habbab’ın onlara okuduğu şeyi işit- mişti. Eve girdiğinde şöyle dedi:
“İşitmiş olduğum o anlaşılmayan şey nedir?” Onlar da ona dediler ki: “Sen bir şey işitmiş değilsin.” Ömer dedi ki:
“Hayır Vallahi! Duydum ki, siz Muhammed ve onun dinine tabi olmuşsunuz” derdemez eniştesi Said bin Zeyd’i kuvvetlice yakaladı. Bunu gören kız kardeşi Fatıma binti el-Hattab onu kocasından uzaklaştırmak için üzerine yürüdü. Bu defa Ömer kız kardeşine vurdu ve kafasını yardı. Bunu yapınca kız kardeşi ve eniştesi ona şöyle dediler:
“Evet, Müslüman olduk. Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettik. Elinden geleni, aklından geçeni yap.” Ömer kız kardeşinden akan kanı görünce yaptığına pişman oldu ve dedi ki:
“Biraz önce okuduğunuzu işittiğim sahifeyi bana ver de Muhammed’in getirdiği o şeye bir bakayım.” Ömer’in bu sözüne kızkardeşi şöyle cevap verdi:
“Biz senin o sahifeye bir şey yapmandan korkuyoruz.” Ömer:
“Benden korkma.” dedi ve o sahifeyi okuduktan sonra geri vereceğine dair ilahlarına yemin etti. Bunu söylediğinde kızkardeşi onun İslâm’a girmesini umarak dedi ki:
“Ey kardeşim! Sen necissin. Şirk üzeresin. Oysa bu sahifeye temizlenmiş kimseden başkası el süremez.”
Bunun üzerine Ömer kalktı ve gusletti. Kızkardeşi de ona sahifeyi verdi. Surenin baş taraflarını okuduğunda:
“Bu ne güzel ve kerim bir kelâmdır.” dedi.
Rivayetten de anlaşılacağı üzere Ömer radıyallahu anh imanını gizleyen bu Müslümanlardan habersizdi. Hem de onların içinde en yakın akrabaları olmasına rağmen.
Yine siyere genel olarak baktığımızda Allah Rasûlü’nün savaşlarında da bu gizliliği görmekteyiz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir topluluğa karşı sefere çıkacağında ve bu hareketini gizlemek istediğinde, kimse bu durumdan haberdar olmazdı. Bu sebepten ötürü birçok düşman topluluğu, sahabeleri karşılarında gördüklerinde evlerinde rahat rahat oturur hâldeydiler. Mekke’nin Fethi bunun en güzel örneklerindendir.
Allah Rasûlü’nün gizlilik anlayışı ve bunu uygulayışı ile alakalı verdiğimiz bu genel ve özel örneklerle anlatmak istediğimiz şudur:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir şeyi gizlemek istediğinde onu en iyi şekilde yapabilecek kabiliyete sahipti. Siyerde gizlemeyi amaçladığı ama başaramayıp da açığa çıkan nerede ise hiçbir meseleye rastlamak mümkün değildir. Öyleyse davetin ilk yılları gizli davet dönemi ise ve bu tanımdan kasıt Allah Rasûlü’nün anlattıklarının sadece belli başlı kişilerce bilinmesi ise, bu süreçte Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem gizlilik konusunda başarısız olduğunu söylememiz gerekir. Birinci maddede verdiğimiz ve onun altında zikredebileceğimiz başka örnekler bizi bu sonuca getirir.
Tüm bu ihtilaf ve çelişki gibi görünen meseleleri ortadan kaldıran taksimat ise –Allahualem- şudur:
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem davetinin ilk yıllarında her muhataba İslam’ı anlatmamış ve belli başlı kişileri seçerek onlara davet yapmıştır. Davetin yükünü kaldırabilecek, İslam toplumunun çekirdek kadrosunu oluşturacak ve diğer insanlara bu daveti ulaştırabilecek düzeydeki kişilerin İslam’a çağırıldığı bu döneme bireysel davet dönemi diyebiliriz. Öncü kadroya davet ulaştırılırken çağrının gizli kalmasına yönelik herhangi bir çaba gösterilmemiştir. O yüzden daveti bir şekilde duyan ve bu ilk dönemde dini öğrenmek için Allah Rasûlü’nün yanına gelenleri de O sallallahu aleyhi ve sellem geri çevirmemiş, bireysel davet döneminin hedef kitlesine uygun olmasalar bile onlara da hakikatler anlatılmıştır. Özellikle ilk yıllara gizli davet dönemi denmesinin en büyük sebeplerinden olan sahabelerden bazılarının imanlarını gizlemeleri hâli, genellikle bu cenahtaki Müslümanlarda vuku bulmuştur. Ancak onlardan bazılarının imanlarını “Gizli Davet Dönemi” olarak adlandırılan dönemden sonra da gizlemeye devam etmeleri, meselenin gizli davetle değil zayıflıkla alakalı olduğunu göstermektedir.
Burada akla şu soru takılabilir: “Bizlerin bu döneme bireysel davet, gizli davet veya başka bir ad vermemizin ve bunu tartışmamızın ne önemi var? Herkes istediği şekilde tanımlasın.”
Evet! İtiraz bir yönü ile haklıdır. Sonuçta yapılan bir isimlendirmedir ve herkesin ortaya koyduğu tasnif için kendine uygun delili mevcuttur. Fakat mevzu, basit bir isimlendirmenin ötesine geçip İslami Hareket’in tümünü etkileyebilecek düzeyde hükümler bina etmeye varınca konu ehemmiyet kazanmaktadır.
Mesela; bugün Müslüman olan ya da kendini İslam’a nispet eden birçok topluluk, gizli davet dönemi ayrımını kendilerine ölçü alıp bazı davranışlarda bulunmaktadırlar. İmanlarını gizlemekte, daveti çok az bir kitleye ulaştırmakta ya da böyle bir çabaya hiç girmemekte, küfür toplumunda fark edilmemek için İslam’ın şiarlarını üzerlerinde taşımamaktadırlar.
Elbette doğru bir yöntemle belirlenmemiş bu menhec sonucunda ortaya çıkan böylesi davranışlar, tabilerini sonraki aşama olarak gördükleri açık davete değil, küfre ya da küfre rızaya götürmektedir. Halbuki onlardan beklenen şey ‘gizli’ davet döneminde ashabı taklit ettiklerini iddia ettikleri gibi diğer aşamalarda da taklidi sürdürmeleri idi.
Bu ayrımı sahiplenip de bir türlü açık davet aşamasına geçemeyenlerin kendilerine şu soruyu sormalarını tavsiye ediyoruz:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ‘gizli’ daveti ne zaman bitirdi? Hangi şartlar altında daveti açıktan yapmaya başladı?
Gizli davetin varlığına delil buldukları siyer kitaplarının çoğu “yakın akrabanı uyar” (26/Şuara, 214) ayeti ve Ömer’in radıyallahu anh İslam’a girişi ile açık davetin başladığını söylüyor. Yine aynı kitaplar Ömer’in radıyallahu anh 40. Müslüman olduğunu belirtiyor elbette. Biz bu bilgileri mutlak olarak doğru gördüğümüz için zikretmiyoruz. Sadece gizli davet kavramını kendi gevşekliklerine kılıf olarak kullananların samimiyetsizliklerini ortaya koymak için onların delil aldıkları kaynaklardan bilgi aktarıyoruz ve soruyoruz:
Acaba Allah Rasûlü’nün kırk müslümanla en adi müşriklerin olduğu Mekke gibi bir toplumda açıktan davete başladığını gören sizler, hakiki manada insanları hakka çağırmak için ne bekliyorsunuz?
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Medine’de yedi yüz-bin kişi ile dünyaya kafa tutuyordu! Mesele eğer sayı ise, bugün meydanları, konferans salonlarını dolduranlar nasıl oluyor da kendilerini mustazaf olarak adlandırıp İslam’ın bazı hakikatlerini gizli davet bahanesiyle saklayabiliyorlar?
Evet! Siyere baktığımızda zayıflık hâlinin imanı gizlemek için bir sebep olduğunu görmekteyiz. Buna itirazımız yok. Ancak bunu ayrım yapmadan bütün bir topluluk için kabul edip menhec hâline getirmek ve açık daveti sadece siyer kitapları okurken hatırlamak, reddedilmesi elzem olan bir düşüncedir. Hemen hemen bütün peygamberlerin kıssaları da buna işaret etmektedir. Onlar etraflarındaki bir avuç Müslüman ile davetlerini en gür seda ile haykırmışlardır. Nuh aleyhisselam bunlardan sadece birisidir. Acaba dokuz yüz elli sene boyunca şu şekilde davet yaparken etrafında kaç destekçisi vardır?
Nûh şöyle dedi: “Ey Rabbim! Gerçekten ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim. Fakat benim davetim ancak onların kaçışını artırdı. Kuşkusuz sen onları bağışlayasın diye kendilerini her davet edişimde parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, inanmamakta direndiler ve büyük bir kibir gösterdiler. Sonra ben onları açık açık davet ettim. Sonra, onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.” (71/Nuh, 5-9)
Son olarak mevzumuz ile alakalı bir hatırlatmada bulunup konumuzu tamamlayalım. Bugün gizli davet döneminin varlığını menhec olarak kabul etmiş olanlar kuruldukları andan itibaren hemen gizli davet dönemi ile davetlerine başlamaktadırlar. Halbuki onların davette yeni başladıkları bir sahada daha önceden birçok camia hakkı haykırmış ve artık davetin gizliliği diye bir şey kalmamış olabilir. Her yapı, süreci en baştan yaşamak zorunda değildir. Bir toplumda davet artık apaçık bir şekilde ortaya konmuş ise, yeni oluşumların İslami Hareket’e o aşamadan eklemlenmeleri hem kendileri hem de davanın maslahatı için daha faydalı olacaktır.
Sonuç olarak bizler; Allah Rasûlü’nün davetinin ilk yıllarının hem delil yönünden hem de İslami Hareket’e olumsuz yansıması nedeniyle “Gizli Davet Dönemi” olarak adlandırılmasının uygun olmadığını düşünüyoruz.
Allah en doğrusunu bilir.
Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap