Kavmiyetçilik had safhada idi. Kişi kendi kavminden olana haklı da haksız da olsa yardım etmeyi bir görev bilir, bu yardım sadece lafta kalmayıp kan akıtmaya kadar giderdi.
Arap toplumunda gördüğümüz kavmiyetçilik, günümüzdeki modern ırkçılık şeklinde değildi. Öyle olsa idi, hepsi Arap ırkından olan o kabilelerin asla birbirlerine kılıç çekmemeleri gerekirdi. Onlar kavmiyetçiliği kabilecilik olarak algılamışlardı. Evs ve Hazreç örneğinde olduğu gibi aynı babanın iki oğlu olmalarına rağmen babaları ölünce kabileler ayrılıyor ve yıllarca sürecek savaşlara giriyorlardı.
Kabilelerin birbirleri ile yaptıkları savaşlar artık kavimlerin gücünü tüketmiş, mecburen aralarında bazı ittifaklar yapmak zorunda kalmışlardı.
(GEÇEN SAYIDAN DEVAM…)
5. Her ne kadar hepimiz, bizi birbirimize bağlayan bağın iman kardeşliği bağı olduğunu bilsek de, şeytanın bazı aldatmalarına kanabiliyoruz. Yalnız şeytanın bizi kandırmaya çalıştığı noktalar her zaman ‘Akrabalık bağların, iman kardeşliğinden daha önemlidir’ vesvesesinde olduğu kadarcık olamayabiliyor. O yüzden hayatımızda var olan ve iman kardeşliğinin önüne geçirme ihtimalimiz olan bütün bağları tek tek incelemeli, muhasebemizi yapmalıyız. Güncel olarak karşımıza çıkan iki örneği bu vesile ile anlatmaya çalışalım:
a. Cihad, dinin zirvesi ve amellerin en faziletlilerindendir. Sırf onun faziletini anlatmak için onlarca sayfa yazı yazıp, saatlerce konuşabiliriz. Ancak amelin bu kadar önemli olması, o fiili yapanlarla aramızda bir bağ oluşturmaya ve bu bağı iman kardeşliği bağının önüne geçirmeye yetmez. ‘Bir insan cihad bölgelerinde savaşıyor ya da oralara para gönderiyorsa benim kardeşimdir.’ deyip itikadî bir çok meseleyi arkaya atıp görmezden gelmek, iman bağından başka bir bağ üzerine kardeşlik hukukunu uygulamaktaki ölçümüz Kur’an ve sünnete uygun bir itikada sahip olmaktır. Kişinin ayrıca cihada gidiyor ya da yardım ediyor olması en fazla, iman kardeşliğini pekiştirici bir etkiye neden olabilir. Ama asla tek başına bir ölçü değildir.
Nice baba, Amerikan tağutuna karşı silahlı mücadele verirken, çocuğu yerli tağutların putları önünde saygı duruşuna geçmekte zihnini her gün rejimin ifsad hareketine karşı hazır hale getirmektedir. Şimdi bu babanın cihadı(!) bizim onunla kardeş olmamız için yeterli midir? 80 yılda damarları kurumuş olan T.C. rejimini, iktidarda olduğu sürede muhafazakâr demokrat kimliği ile yeniden inşa edip sağlamlaştıran bir tağutu ‘Ama o da namaz kılıyor’, ‘Eşi de baş örtülü’, ‘Askeri bile dize getirdi. İsrail’e böyle laf söyleyen kimse var mı?’ safsataları ile tekfir etmeyen bir mücahid(!) düşünülebilir mi?
Hayır! Bu kişinin ameli boştur. Sırf cihad ediyor diye dillendirdiği bu düşüncelere ses çıkarmayanlarda İslam’dan habersizdirler. Zorluğu, bizzat naslar tarafından belirtilmiş Tebuk ve Hendek savaşlarına münafıkların da katıldığını açıp, siyerden okusunlar. Demek ki silahı eline alan herkes sütten çıkmış ak kaşık değil! Dolayısı ile sadece bu ameli ile muvahhid bir mücahid olacak diye bir kaide de yok.
Tekrardan hatırlatalım: Cihad İslam’daki en büyük amellerdendir. Ama yapılana ‘cihad’ denilebilmesi için ilk önce fiili yapanın itikadının sahih olması gerekir. İman ehli olup da cihad amelini de gerçekleştirenler, bu ümmetin yüz aklarıdır. Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem buyurduğu gibi, onlar cihad yaptığı müddetçe biz gündüzleri oruçla, geceleri de namazla geçirsek yine de onların derecesine çıkamayız. Allah subhanehu ve teâlâ onlardan razı olsun. Ayaklarını sabit kılsın. Üzerlerine sabır yağdırsın.
b. Vereceğimiz ikinci örnek ise cemaat bağıdır. Hepimiz biliyoruz ki, Allah subhanehu ve teâlâ ve O’nun Rasûlü, mü’minlere topluca Allah’ın subhanehu ve teâlâ ipine sarılmalarını, ayrılığa düşmemelerini ve cemaat olmalarını emrediyor. Zaten amacı, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma olan bir Müslümanın, cahilî sistemin onu dört bir yandan sardığı bu ortamda görevini tek başına yerine getirebileceğini düşünmek zordur. Müslüman fert, muhakkak organize olmuş bir yapının içerisinde yer almalı, gücünün yettiği oranda elini taşın altına sokmalıdır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de birçok grup bu görevi yerine getirmek için kolları sıvamış ve işe girmiştir. Allah subhanehu ve teâlâ onların niyetlerini halis, amellerini makbul eylesin.
Ancak üzülerek gördüğümüz bir nokta var ki o da; bu cemaatlerin güzel niyetlerle yola çıktıktan belli bir süre sonra, Allah’ın subhanehu ve teâlâ onları diğer mü’minlerle kardeş yaptığı iman bağının önüne cemaat bağını geçirme yanlışına düşmeleridir. Halbuki kardeşlik hukukunu uygulamak için ‘Aynı cemaatten olmalısınız’ diye bir şart yoktur! Peki biz böyle bir yanılgıya düşüp düşmediğimizi nasıl anlayacağız? Kendimize bazı sorular sorarak basit bir örnek verelim mesela:
Cemaatimizde olan bir kardeşin maddi sıkıntı çektiğini öğrendik ne yaparız?
Hemen bunu gidermek için çaba gösterir, efor harcarız. Peki aynı sıkıntı ile cemaatimizden olmayan bir Müslümanın karşılaştığını görsek, önceki canlılığımız, sıkıntıya olan duyarlılığımız değişir mi? Eğer her iki durumda da yardım etme aşkımız aynı ise birri iyi anlayıp, hayata geçirdiğimizi gösterecektir. Veya örneği şöyle değiştirelim:
Bir ortamda cemaatimizden olan bir kardeşin gıybetinin yapıldığını duyduk. Hemen tepki gösterir, kardeşimizi savunuruz ve ortamdakileri Allah’tan subhanehu ve teâlâ korkmaya çağırırız. Peki orada hakkı değiştirmemize yol açar mı? Eğer tavrımız değişiyor ve sessizliğe bürünüyorsak acil bir tedaviye ihtiyacımız var demektir. Kendimize ‘Niye cemaatten olmayan bir kardeşin hakkını gözetirken gevşeklik gösteriyorum?’ diye sormalıyız. Ama bundan daha önemli bir soru şu olmalı herhâlde ‘Cemaatimdeki bir ferde yardım etmeye iten gerçek neden ne?’ Cemaat bağının iman kardeşliğinin önüne geçip geçmediğinin cevabı bu sorularda saklı.
Burada konuyu tam olarak kapatmadan son bir soru daha soralım:
Diyelim ki; cemaat olarak bir faaliyet yapmayı planlıyoruz. Fakat Allah’ın subhanehu ve teâlâ takdiri gereği beceremiyoruz. Ama bakıyoruz ki başka bir cemaat bizim yapmayı düşündüğümüz işi çok güzel bir şekilde yapmış. Ne hissederiz? Gıpta etmek, sevinmek, başarılarının devamı için dua etmek, ‘Nasıl başarılı olmuşlar?’ diyerek eksikliklerimizi görmeye çalışmak… Ya da; üzüntü, ‘Nasıl beceriyorlar?’ diye içi içini yeme, eksik bir şeyler görmek için çabalama, ‘Tek başlarına mümkün değil beceremezler. Muhakkak bir yerlerden destek almışlardır.’ demek… İkinci tabloyu hayal ederken irkilmemek imkansız. Ancak iman ehli olsa da kendisini, ihlasını zedeleyecek amellerden soyutlayamayan kişinin düşeceği hal bu olacaktır maalesef. Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasını kazanmak için değil de kendi ‘Yapısını’ büyütmek için amel eden kimsenin, cemaat bağını iman kardeşliğinin önüne geçireceği de kuşku götürmez bir gerçektir.
Tabi, yerdiğimiz örneklerin hepsi itikadı ve menheci düzgün cemaatler için geçerlidir. Yoksa tek dertleri başörtüsünün serbest bırakılıp andımızın okullardan kaldırılması olan, referandumda cemaat şuuru(!) ile oy kullanmaya gidenler konumuz dahilinde değildir. Allah subhanehu ve teâlâ ayaklarımızı sabit kılsın.
Elbette iman kardeşliğinin önüne geçirilen bağlar ‘cihad’ ve ‘cemaat’ bağları ile sınırlı değil. Bu yüzden Müslümanlar olarak muhasebe saatimizin bir bölümünü de bu konuya ayırmalı ve kardeşlik hukukuna ne kadar riayet ettiğimizi ölçmeliyiz.
Burada ve diğer konularda yaptığımız bütün eleştiri ve nasihatler öncelikle kendi nefsimize, daha sonra da tüm Müslüman kardeşlerimizedir.
6. Uzun yıllar süren savaşlar Arap toplumunu tükenme noktasına getirmiş, onlar da zoraki ittifaklara yönelmişlerdi. Bu dönemde tevhidî haykıran herhangi bir güç mevcut değildi. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem davete başladıktan sonra, birbirlerini bitirmek için en ufak fırsatı bile kaçırmayan Arap kavimleri, bir anda İslam’a karşı tek vücut oldular. Biri işkence yaparken diğeri hakaret ediyor, bir diğeri ise daveti engelliyordu. Ebetteki bu birliktelikleri sünnetullahın bir gereği idi. Çünkü ‘Küfür tek millettir.’ Kulları, kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah’a subhanehu ve teâlâ kul olmaya çağıran bir davete, heva ve heveslerini ilah edinmiş toplumlardan başka bir tepki beklemek de hayal olurdu. Ancak Allah subhanehu ve teâlâ onların tek millet olduğunu bildirdikten sonra aynı zamanda kalplerinin paramparça olduğunu da hatırlatıyordu. Görüntüsü heybetli bir yapı gibi olan küfür, en ufak bir sarsıntıda dağılıp gidecek kadar içten çürümüş bir halde idi.
‘Gerçekten sizin korkunuz kalplerinde, Allah korkusundan çok yer etmiştir. Bu, onların iyi anlayamayanlar topluluğundan olmalarındandır.
“Onlar sizinle ancak topluca, surlarla çevrilmiş kasabalarda yahut duvarlar arkasından savaşırlar. Kendi aralarında savaşları şiddetlidir. Sen onları bir arada sanırsın ama kalpleri darmadağınıktır. Bu onların akıllarını kullanmayan bir topluluk olmalarındandır.’ ” (59/Haşr, 13-14)
Günümüzde de bunun örneklerini görmek mümkün. Yaşadığımız coğrafyada yıllardır ‘aralarından su sızmaz’ denilen siyasi kanatlar, bir görev değişikliği nedeniyle uzun zamandır süren beraberliklerine büyük darbeler vurabilmektedirler. Bu da onların görece birlikteliklerinin temelinde, heva ve çıkarlarının ortak olmasının yattığını bize göstermektedir. Çıkarları çatışınca da birbirlerini tanımaz hale gelmektedirler.
Küfrün bu parçalanmışlığı karşısında Müslüman ümmetin hali bir vücudun azaları gibidir. Yalnız burada bir sorum var:
Neden küfrün bu durumuna rağmen, Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardım edeceğini vaad ettiği Müslüman topluluk başarılı olamıyor? Sorun sayının az, imkanların kısıtlı olması mı? Hayır, meselenin bunlarla bir alakası yok. Mesele Müslüman cemaatin Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımına mazhar alabilmesi için gerekli şartları yerine getirmemesi ile ilişkilidir. Zaferin sadece Allah katından geleceğine inanmış, itikadını ve menhecini Kur’an ve sünnet ışığında belirlemiş, hak üzere olduğu müddetçe cemaatinin ilkelerine sıkı sıkıya sarılmış bir topluluğunun sayıca az ya da çok olması, onların küfrü temellerinden sarsması için pek de önemli bir neden değildir.
O zaman bir Müslüman olarak üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeli, egemenliğin sadece, Aziz ve Hakim olan Allah’ın subhanehu ve teâlâ elinde olduğuna dair inancımızı güçlendirmeli ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ küfrün yerine İslam’ı hakim kılma şerefini bize nasip etmesini dualarımıza eklemeliyiz.
Bu arada şunu da unutmamız gerekir: Biz amelden sorumluyuz, sonuçtan değil. Şartlara uygun hareket ettikten sonra Allah’ın subhanehu ve teâlâ bize zafer nasip edip-etmemesi O’nun hikmetinin bir gereğidir. Allahu Alem.
“Nice az topluluklar Allah’ın izniyle, nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara, 245)
İlk Yorumu Sen Yap