GENEL OLARAK ARAPLARIN DURUMU, CAHİLİYE – 3

 

Kavmiyetçilik had safhada idi. Kişi kendi kavminden olana haklı da haksız da olsa yardım etmeyi bir görev bilir, bu yardım sadece lafta kalmayıp kan akıtmaya kadar giderdi.

Arap toplumunda gördüğümüz kavmiyetçilik, günümüzdeki modern ırkçılık şeklinde değildi. Öyle olsa idi, hepsi Arap ırkından olan o kabilelerin asla birbirlerine kılıç çekmemeleri gerekirdi. Onlar kavmiyetçiliği kabilecilik olarak algılamışlardı. Evs ve Hazreç örneğinde olduğu gibi aynı babanın iki oğlu olmalarına rağmen babaları ölünce kabileler ayrılıyor ve yıllarca sürecek savaşlara giriyorlardı.

Kabilelerin birbirleri ile yaptıkları savaşlar artık kavimlerin gücünü tüketmiş, mecburen aralarında bazı ittifaklar yapmak zorunda kalmışlardı.

NOTLAR:

Hamd, Allah’a, salat ve selam O’nun Rasûlüne sallallahu aleyhi ve sellem olsun.

1. Arap toplumunda olan ve Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem ilahi direktiflerle temizlemeye çalıştığı pisliklerden bir tanesi de kavmiyetçilik idi. İslam güneşinin doğduğu Arap yarımadasının en büyük sorunlarından bir tanesi de buydu. Sosyal yaşantı, savaşlar barışlar, ekonomik durum, hep bu kavmiyetçilik zihniyetinin etkisi alında şekilleniyordu.

İslam işe bu cahilî toplumda meydana çıkan bağları tespit etmekle ve onların yanlışlığını izah etmekle başladı. İlk inen ayetlerde insanın bir kan pıhtısından yaratıldığı vurgulandı. Yani ‘Benim kavmim ya da atam şunlar, bunlardır’ diyen müşriklere; onların da atalarının da, ırkları ile övünerek ezdikleri diğer kavimlerin de aslında aynı unsurdan meydana geldiklerini hatırlatıyordu. İşin zaten ilginç yanı da buydu: Onlar övündükleri konuda hiçbir etkiye sahip değillerdi. Öyle ya, onun veya diğerinin anne ya da babasını seçme gibi bir hakkı yoktu ki gururlanıp diğer kavimlere üstünlük taslayabilsinler!

Aslında sinelere sinsice yerleşmiş, İslam için neredeyse her şeylerini feda etmiş Ensar ve Muhaciri, Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem dizinin dibinde geçirdikleri onca zamandan sonra bile, birbirine düşürebilen bu cahiliye hasleti köklü bir geçmişe sahiptir. Âdem aleyhisselam topraktan yaratıldığında Melekler secdeye kapanırken Şeytan’ı Allah’ın subhanehu ve teâlâ emrinden yüz çevirten neydi ki? Önderi iblis olan bu zihniyetin, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki temsilcileri olan Mekke müşrikler davete nasıl karşılık vermişlerdi?

‘Biz atalarımızdan böyle bir şey duymadık’ dünya ve ahiret saadetlerini etkileyecek olan bir meselede karar vermek için kullandıkları ölçüler yine cahili ölçülerdi: ‘Atalarımız, Kavimlerimiz, Soylarımız!’

Asırlar geçti ama değişen pek bir şey yok. Her zamanda, farklı milletlerde, farklı şekillerde, açığa çıkabilen bu haslet, günümüzde de toplumlara şekil veren en önemli etkenlerdendir. Arap toplumunda bir kavmin ferdi, diğer kavmin tavuğuna ‘Kışt’ dedi diye aylarca savaşabilirken, onların itikadî yönden torunları olan asrımızın cahiliyesi küfür mirasına sahip çıkmada hiç de geri durur mu?!

Bugün neredeyse ülke sınırlarını belirleyen tek ölçü ırk oldu. Topraklarında yaşayan diğer milletleri yok saymak ya da varmış gibi yapıp kendi değerlerini(!) eritmek, hemen hemen her devletin öncelikli hedefleri arasına girdi. Demokrasi ve insan haklarının beşiği olarak gösterilen ve bireye sadece ‘İnsan’ olması hasebiyle değer verilmesi gerektiğini her seferde geri kalmış(!) ülkelere öğütleyen Avrupa’nın hali, her şeyi özetlemiyor mu? Yakın bir zaman da topraklarında gerçekleşen ırkçı cinayetlerin tevafuken ortaya çıkması sonucu ne oldu? Timsah gözyaşları içerisinde sarf edilen bir-iki cümle haricinde demokrasi havarileri sus-pus! Devletin bütün istihbarî kurumlarının olayların faillerini gözettikleri ortaya çıkınca kıyamet mi koptu? Dahası Avrupa’da iktidarlar ırkçılığı önemseyen sağ görüşlü partilerin eline geçiyor. Artık yıllardır, ‘Demokrasi, insan hakları…’ diye Avrupa, Amerika ve diğer tağuti güçler tarafından sömürülen toplumların, demokrasi ve insan haklarının helvadan birer put olduğunu, acıktıkları zaman tapıcıları tarafından yenilip yeni putlar ortaya çıkarılacağını anlama vakitleri gelmedi mi?

Çok uzağa gitmeye gerek yok. Yaşadığımız coğrafyada 30 yıldır süren savaş, başka birçok nedeni olmakla beraber, temelde bir ırkın diğer ırka üstünlük kurmaya çalışması değil mi? Her sabah farklı milletlerden 7-8 milyon öğrenci gözlerini ‘Türküm’ diyerek açmıyor mu? İktidara geldiğinden beri ‘Yaratılanı, yaratandan ötürü severiz’ cümlesini ağzına sakız yapan siyasi mekanizmanın, 34 tane köylüyü öldürdükten ağızlarından doğru düzgün bir özür bile çıkmayışı, sakın ölenlerin Kürt olması ile alakalı olmasın! Daha vahim olan, halkın da buna tepkisiz kalması. Demek ki yıllarca damarlara akıtılan zehir, vicdanlarda tesirini göstermiş. İlginç olan bu olay yaşandığında Almanya’ya çıkarma yapıldı. En üst düzeyde tepkiler birinci ağızdan Almanya’ya iletildi. Ne yaman bir çelişki!

Aynı kaynaktan beslendikleri için savaşın karşı cephesinin de çelişkileri bitmek bilmiyor. PKK eylemlerinde sivil Kürtler ölünce özür diliyor. Ama sivil Türkler ölünce sesini çıkartmıyor. İnsan bu hali görünce İslam’ı bizlere nasip ettiği için Allah’a subhanehu ve teâlâ ne kadar da az şükrettiğini hatırlıyor.

2. İslam, hastalığın teşhisini yaptıktan sonra hemen tedavi yöntemini de ortaya koydu: Toplumu birbirine bağlayan bütün cahili bağlar koparılacak. Yerine iman kardeşliği tesis edilecek. İnsanların birbirlerine karşı üstünlüklerinin tek ölçüsü takva olacak.

Elbette bu tedaviden en çok nasibini alan bağ da, kavmiyetçilik bağı oldu. Fakat Mekke toplumunda Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem işi hiç de kolay değildi. Bu bağları ortadan kaldırmak ve iman kardeşliğini tesis etmek için çok çabaladı. Yanında kendisi ile beraber birçok zorluğu göğüsleyen güzide ashabı, daha seneler sonra bu cahilî kalıntı ile yüzleştiler. Ebu Zer ve Bilal radıyallahu anhum arasında geçen hadise, Evs ve Hazreç kabilesinin birbirlerine kılıç çekecek hale gelmeleri dikkat çekecek örneklerden bir kaçıdır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ bizatihi eğittiği ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in de içinde bulunduğu bir toplumda bile, bu tür hastalıklar tekrar dan ortaya çıkıyor, kalıntılarının temizlenmesi seneler alıyorsa, bizim çok daha dikkatli olmamız lazım ‘Bende böyle bir şey olması mümkün değil’ gibi düşünceleri bir kenara bırakıp, damarlarımızda pusuda bekleyen iblisin kışkırtmalarına karşı, sürekli teyakkuz halinde olmalıyız

3. İslam’ın kavmiyetçilik bağını ortadan kaldırması, ana-baba ve akrabalarımıza düşman olmamızı, onlardan nefret etmemizi gerektirmez. Bu kimselere karşı bir sevgi duymak fıtrî bir gerçektir. Hayattaki yegâne örneğimiz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kafir olan annesinin kabrini ziyaret etmiş ve gözyaşı dökmüştür. Zaten anne-babaya her halde iyilikle muamele edilmesi gerektiğini söyleyen, akrabalara iyilik ve sıla-i rahim yapılmasını emreden birçok nass mevcuttur. Yasaklanan şey ise, iman kardeşliği bağı ile çatıştığında, ana-baba, akraba sevgisini bu bağın önüne geçirmektir. Olayı özetleyen ayet ise şudur:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin, Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlara sevgi beslediklerini göremezsin. İsterse bunlar babaları, oğulları, kardeşleri veya soydaşları olsalar bile…”(Mücadele 22)

4. Günümüzde, cahiliyede yaşanan kavmiyetçiliği neredeyse birebir kopyalayan bir toplumla karşı karşıyayız. İnançlarına ‘İslam’ deseler de, dinlerinin İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan bu toplumun fertleri, sosyal ilişkilerinde ırklarını en önemli kriterlerden birisi olarak öne sürüyorlar. Gerçi eğitim sistemiyle, televizyon ve interneti ile, sokağıyla, siyasetiyle, bu duygu sürekli beslendiği için sonuca çok da şaşırmamak gerekir. İçinde debelendikleri bataklığın ne kadar derin olduğunu siyer okumalarımızda Arap cahiliyesinden örnekler karşımıza çıktıkça daha net göreceğiz.

Burada dikkat çekmek istediğimiz bir nokta var:

Toplumun genelinin hali yukarıda resmettiğimiz şekilde olsa da, bir kesim var ki bunları ayrı değerlendirmek daha uygun olacaktır. Çünkü bunlar ne toplumun içinde bulunduğu hal üzereler ne de İslam’ın onlara emrettiği hal üzere. Peki kim bunlar ve ne yapıyorlar?

Bu insanlar İslam tarihini inceledikten sonra, kendi ırklarından olan şahsiyetleri, yaptıkları amellerin İslam’a katkısı ne olursa olsun, günahları ve fıskları hangi boyutlara varırsa varsın ayrıma gitmeden alıp, öne sürüyorlar. Onların faziletlerini ve menkıbelerini anlatmakla bitiremiyorlar. Aslında görünürde yapılan şey, o şahsiyetlerin İslam’a hizmetlerini anlatmak. Ama insanların akıllarında şu soru beliriyor: ‘İyi de, onlardan daha faziletli olan ve İslam’a daha çok katkı sağlayan falan ile falanı niye anlatmıyorsun?’ Mesela bir Arap için Emevi tarihinin bitişi aynı zamanda İslam tarihinin bitişi gibiyse burada bir ilginçlik var demektir. Bir Türk günahıyla sevabıyla Osmanlı tarihinin her anını büyük bir ibadet şuuru ile yâd ediyor. Devletin kurucusu Osman Bey’in rüyasında gördüğü ağacın kaç tane dalı olduğunu bile biliyor. Ama sahabe hayatından habersiz yaşıyorsa, insanın zihninde farklı şeyler canlanmaya başlar. Ya da bir Kürt, İslam tarihinde hayır ile hatırlanan bir komutan ya da alimin Kürt olduğunu ispat etmek için olmadık yorumlara dalıyorsa ‘Buna ne gerek vardı? Zaten yaptıkları ameller kimlik olarak ona yetmez mi?’ sorusunu bize sorduruyor.

Bu kesim, kendi ırklarından olan kişilerin İslam’a yaptıkları katkı nedeniyle mutlu olabilirler. Bunda sorun yok ama bu durum onların milliyetçilik damarlarını harekete geçiriyorsa, aşağıdaki soruları ve buna benzer bir çok soruyu kendilerine sormalı, cevaplarını iyice tahlil etmelidir.

1. Kendi ırkından olan, İslam tarihine mâl olmuş şahsiyetlerin İslam’a aykırı fiillerini temize çıkarmak için olmadık yorumlara giriyor musun? Eğer giriyorsan ve bunu da hüsnü zan olarak adlandırıyorsan, bu halini başka milletten olan şahsiyetlerin yaptıkları yanlışlarda da onları hoş görerek sürdürebiliyor musun?!

2. Irkının İslam’la mı şereflendiğine yoksa İslam’ın mı ırkınla şereflendiğine inanıyorsun?!

3. Kavminin İslam’a girmeden önceki tarihini okurken, orada İslam’a muhalif şeyler olsa da kalbine bir heyecan dalgası sarıp, mutluluk ve gururu bir arada hissediyor musun?

4. Irkından birilerinin İslam için yaptığı amellerin aynısını, başka bir kavmin yaptığını gördüğünde ne hissediyorsun? Mutlaka bir yerlerde eksik bir şeyler vardır diye didiklemeye başlıyor musun?

5. En önemlisi nasslarda övülen ilk üç neslin hayatını mı yoksa kendi kavminin İslam tarihindeki serüvenini mi daha iyi biliyorsun? Ya da hangisini öğrenmeye daha isteklisin?

(DEVAM EDECEK…)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver