Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Rabbinden akrabalarını ve genel olarak müşrikleri uyarma emri aldıktan sonra Safa tepesine çıktı ve müşriklere “Yâ Sabâhâh!” diyerek seslendi.
Müşrikler ‘Ey Muhammed! Bizi buraya niçin topladın? Neyi haber vereceksin?’ diye sordular. Allah Rasûlü:
“Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz; düşmanı görünce ailesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp ailesine zarar vermesinden korkarak, ‘Yâ sabahâh!’ diye haykıran bir adamın benzeri gibidir.”
“Ey Kureyş topluluğu! Size bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var. Sabaha veya akşama, üzerinize hücum edeceklerini söyleyecek olursam, bana inanır mısınız?”
O ana kadar ‘Muhammedu’l Emin’ dedikleri, kendisinden yalan namına bir tek şey işitmedikleri, hakikatın dışında hiç bir şey duymadıkları Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem hep bir ağızdan:
‘Evet, biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalan ile itham edilmiş bir insan değilsin.’ dediler.
Bu umumî hitabından sonra Allah Rasûlü, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana, ‘En yakın akrabalarını ahiret azabıyla korkut’ emrini verdi. Sizi ‘Allah bir, O’ndan başka İlâh yok’ demeye davet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve Rasûlüyüm. Eğer, dediklerimi kabul ederseniz, cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki; siz ‘Allah bir, O’ndan başka ilâh yok.’ demedikçe, size ben ne dünyada ne de ahirette bir faide temin edemem.” (Buhari, Müslim)
Meseleler
1. Safa Tepesindeki Davet Irkçılığa İndirilmiş Bir Darbedir
Mekke, cahiliyyenin her çeşidini farklı oranlarda barındıran bir toplumdu. Cahiliyyelerinin önemli bir bölümünü de kavmiyetçilik hastalığı kaplıyordu. Mekke toplumunda insanların birbirlerini değerlendirmedeki en önemli kriterleri hangi kavimden oldukları idi. Kendi içlerinde asla önem vermedikleri kişilere dahi başka bir kavimden saldırı olduğunda, uzun yıllar sürecek savaşları göze alabiliyorlardı. Böyle bir topluma hidayet kaynağı olarak gönderilen Kitap ve Peygamber yani İslam ise, insanların arasındaki cahili kriterlerin hepsini yerle bir etmek ile görevli idi. Ve mücadele ettiği en temel hususlardan birisi de kavmiyetçilik oldu.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Safa tepesinde herhangi bir ayrıma gitmeden bütün insanlara seslendi ve herkesi aynı çağrıya icabet etmeye davet etti. İnsanların artık kabilelerine göre değil hidayete tâbi olanlar ve olmayanlar diye ayrılacağını o günden ilan etmiş oldu. O gün Araplar arasındaki farklı kabilelerin birbirlerine üstü olmadıklarını haykıran İslam bir süre sonra bu gerçeği Rum’a Fars’a Türk’e de hatırlatacaktı.
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (49/Hucurat, 13)
İslam’ın insanların farklı ırklardan olması konusundaki düşüncesini ortaya koyan temel nas budur. Hiç kimse başka bir insana derisinin rengi, ırkı, kabilesi, kavmi, memleketi nedeniyle üstün olamaz. Üstünlük önce İslam sonrasında ise takva ile mümkündür. İslam 1400 sene öncesine göre çok radikal bir çıkış ile bu gerçeği hayata geçirmiştir.
Günümüz, insan hakları, demokrasi, farklılıklara saygı vb. laf kalabalıklarının ayyuka çıktığı bir asır olmasına rağmen devletler ırkçılığa bir çözüm bulamamaktadırlar. Bahsettiğimiz kavramların en revaçta olduğu devletler başta olmak üzere hemen hemen her parlamentoda ırkçılığı açıktan savunan partiler mevcuttur. Irkçılığa karşı imiş gibi gözüken diğer partilerin de ulusal bir mesele gündeme geldiğinde farklı kılıflar altında bilinçaltlarında bastırmaya çalıştıkları milliyetçiliklerinin nasıl açığa çıktığına rahatlıkla şahitlik etmekteyiz.
Bizler de milliyetçiliğin ailede, okulda, iş yerinde kısaca toplumun her yerinde kutsandığı ve özellikle de dinî motifler üzerinden zihinlere nakşedildiği bir toplumdan çıktık. Dolayısıyla hücrelerimize kadar işleyen bu cahiliyyeden ‘ha’ deyince kurtulmak mümkün değildir. Uzun bir müddet sonunda oluşan bir hastalık bir o kadar zaman uğraşmakla, farklı terbiye metodlarını uygulamakla ortadan kalkacaktır. Yoksa farkında olmadan kardeşlik haklarına aykırı davranışlarda bulunup bir Müslümanın kalbini kırabilir İslam toplumunun temellerine hasar verebiliriz.
Meselenin davetimize bakan yönü ise şudur: Hakk kimden gelirse gelsin kabul edilmelidir. Aksi hâlde Yahudilerden bir farkımız kalmaz. Onlar Allah Rasûlü’nün Peygamber olduğunu biliyorlar ama kendi içlerinden çıkmadığı için reddediyorlardı. Bu öyle bir hastalıktır ki Yahudiler ile Mekke müşriklerini aynı safta buluşturmuştur. O yüzden Ebu Cehil’in ağzından şu sözler dökülmüştür:
‘Biz ve Abdimenafoğulları, şan ve şeref hususunda şimdiye kadar hep çekiştik durduk:
Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yemek yedirdik.
Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de arabuluculuk ederek diyet yüklendik.
Onlar halka bağışta bulundular, biz de bağışta bulunduk.
Onlarla, kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna gelince, onlar:
´İşte, bizden, kendisine gökten vahiy gelen bir Peygamber de var!´ dediler.
Biz bunun dengini nereden bulup onlara ulaşacağız?!
Vallahi, biz hiçbir zaman ona inanmayız ve onu tasdik etmeyiz!’ (İbni Hişam Siyeri)
Hakk kimden gelirse gelsin kabul etmemiz gerektiği gibi aynı şekilde hakkı ulaştırmada da insanlar arasında ayrım yapmamalıyız.
Allah subhanehu ve teâlâ her millete her insana değişik meziyetler bahşetmiştir. Dolayısıyla hangi milletten olursa olsun her insanın İslam davasına katacağı faydalar vardır. Çeşitli bahanelerle hizmet ehlini belli bir ırka ya da memlekete has kılmak cahiliyyeyi yeniden hortlatmak anlamına gelecektir.
2. Davette Kullanılan Araçları Güncellemenin Gerekliliği
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Rabbinden aldığı emirle hemen davete başlamış ve çok yönlü bir uğraş vermiştir. O kendisinden önce gönderilen ve örnek olarak gösterilen Peygamberlerin izini adım adım takip etmiştir.
“(Sonra Nuh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim; Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra, ben kendilerine haykırarak davette bulundum. Sonra, onlarla hem açıktan açığa hem de gizli gizli konuştum.” (71/Nuh, 5-9)
Her anı ve vesileyi Allah’ın dinini insanlara ulaştırmak için birer fırsat olarak değerlendirmiştir. Daha davetin başlangıcında Allah Rasûlü’nün akrabalarını yemeğe çağırması, Safa tepesine çıkarak insanları topluca uyarması, Hac mevsimini fırsat bilip başka kabilelerden gelenleri İslam’a davet etmesi bu hakikate işaret etmektedir. Davetin ilerleyen yıllarında araçların daha da çeşitlendiğine şahitlik edeceğiz.
Bizler de davetçiler olarak çağrımızı insanlara ulaştıracak yollar üzerinde kafa yormalıyız. Sadece başımızdaki kişilere sorumluluğu atıp ‘ne söylenirse yaparız’ mantığı ile hareket etmemeliyiz. Kişi ne ile meşgul ise hayata da o gözle bakar. ‘Ben daveti daha geniş kitlelere ulaştırmak için ne yapabilirim?’ sorusunu canlı tutarak yaşamımızı sürdürürsek emin olalım ki aklımıza gelen fikirlerin çokluğu nedeniyle başımız çatlayacak hâle gelir. İkinci aşamada yapılması gereken ise fikirlerin hayata geçirilmesidir. Mesela; Allah Rasûlü akrabalarını yemeğe çağırarak davet için bir ortam oluşturmuştur. Biz bunu davetimize muhatap olan herkes için genişletebiliriz.
Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz husus ise Allah Rasûlü’nün Safa Tepesi üzerinden yaptığı davettir. Allah Rasûlü o günkü şartlara göre insanların önemli hadiseleri duyurmak için kullandığı bir yeri seçmiş, yine o toplum için çok dikkat çekici bir hitap ile konuşmasına başlamış ve kısa öz cümleler ile meramını anlatmıştır. Eğer Allah ve Rasûlü bir dağın tepesine çıkıp davet yapmamız gerektiğini bize nas kılsa idi hiç düşünmeye gerek kalmazdı. Her birimiz insanların etrafında toplanacağı bir yükseklik bulur ve davetimizi yapardık. Ancak böyle bir emir yok. Öyleyse Allah Rasûlü’nü bu yöntemi kullanmaya iten etkenleri yani amelin arka planını öğrenmeliyiz. Öğrenmeliyiz ki sünneti güncelleyebilelim.
Mesela; Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem davet için insanların toplandıkları bir yeri tercih etmesi dikkat edilmesi gereken birinci noktadır. Dolayısıyla şeriata muhalif bir durum olmadığı müddetçe günümüzdeki iftarlar, piknikler, düğünler, taziyeler, vb. mekanlar davet açısından uygun yerlerdir. Müslümanlar böyle mekanları iyi değerlendirmelidir.
Safa tepesindeki davet ile ilgili önemli başka bir husus ise Allah Rasûlü’nün tüm toplumun dikkatini celbedecek bir hitabı davetine mukaddime yapmasıdır. Her yerin kendi örfünde bu tarz hitaplar mevcuttur. Davetçi içinde bulunduğu toplumu en iyi tanıyan ya da tanıması gereken bir kişi olacağını düşündüğümüzde bu hususta hiç de zorlanmayacağını varsayabiliriz. Bahsettiğimiz konu davetçinin bir kitleye hitap ederken başlayacağı cümle ile sınırlı değildir. Mesela; bugün davet içerikli bir videonun insanlar tarafından izlenebilmesi daha çok girişinin nasıl olduğu ile ilgilidir. Ya da İslamı anlatan bir kitabın insanların dikkatini çekebilmesi kapağındaki tasarımı, başlığın ilginçliği ile yakından irtibatlıdır. Her birey kendi alanına bu kaideyi uyarlayabilir.
Davetteki araçların güncellenmesi ile alakalı konumuzu tamamlamadan önce son bir meseleye daha değinmek istiyoruz. Yaşadığımız çağ her gün yeni bir buluşa imza atılan insanların gelişmeleri takip etmekte zorluk yaşadığı bir zaman. Teknoloji dört bir yandan insanı kuşatmış ve esir almış durumda. Elbette teknolojik imkanların bu kadar fazlalaşması beraberinde yeni bazı toplumsal gerçekleri de getirdi. Onlardan birisi de sosyal medya. Artık insanlar birbirleri ile birebir diyalog kurmaktansa sosyal ağlar üzerinden irtibata geçiyor. Genellikle farklı kimlikler altında kurulan bu ilişkiler doğal olarak yüz yüze muamelenin getirdiği faydalardan fersah fersah uzak kalıyor. (Müslüman temel olarak böyle bir ilişkiden uzak durmalı ve elinden geldiği kadar sosyal medya ile bir alaka kurmamalıdır. Elbette bu düşüncemizin bazı sebepleri var ancak bu yazımızın konusu olmadığı için tafsilata girmiyoruz.) Elbette bu durum sosyal medyayı bir kenara atmamız anlamına gelmez. Bilakis her Müslüman yaşamındaki her anı davete uyarlamaya çalıştığı gibi sosyal medyada aktif ise bunu da aynı çerçevede değerlendirmelidir.
Maalesef gerek şahıslar gerek kurumlar bazında Müslümanların sosyal medyayı İslam’ın maslahatına uygun olacak şekilde yeterince kullandığını söyleyemeyiz. Her birey başını ellerinin arasına alıp bu sahada kime karşı neyi savunduğunu etraflıca tefekkür etmelidir. Acaba Müslüman sosyal medyada aktif olduğundan beri kaç müşriğe davet ulaştırmış Tevhid ve Sünnetin savunuculuğunu yapmıştır? Yoksa günümüzün küfürleri ve bidatlarına karşı insanları uyarmak yerine kim olduğunu bilmediği şahsiyetlerle İslam alimlerinin dahi üzerinde ihtilaf ettikleri hususları neticelendirmek için mi çabalamıştır? Sonu gelmeyen ve aradaki kini artırmaktan başka hiçbir işe yaramayan cemaatsel tartışmaların içine mi dalmıştır? Yüzyüze geldiğinde asla söyleyemeyeceği sözleri farklı bir kimlik arkasına sığınıp nefsini tatmin etmek için mi ortaya dökmüştür?
Müslüman gerçek hayatta muhatap olduğu tüm emir ve yasakların sosyal medyayı da kapsadığını unutmamalı ve davet için kullanıldığında en az Safa Tepesi kadar etkili olacak bu aracı iyi değerlendirmelidir. Şeytanın tuzaklarına karşı uyanık olmalı ve enerjisini yanlış yerlerde gerçek hayatta karşılaştığında asla muhatap olmayacağı kişilere cevap yetiştirmekle uğraşarak tüketmemelidir.
İlk Yorumu Sen Yap