Yaşayan Kur’an olan Allah Rasûlü, Hicr ve Şuara surelerindeki emirle beraber hemen harekete geçti. Ve daveti hem akrabalarına hem de Kureyş’in geneline ulaştırmaya başladı.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem akrabalarını eve davet ederek İslam’a çağırması ve Saf’a Tepesi’nden Mekke’nin geneline hitap etmesi ile alakalı çok sayıda rivayet vardır. Bizler hem içerdiği dersler nedeniyle hem de toparlayıcı olduğu için birkaç rivayeti zikretmekle yetineceğiz.
Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem akrabalarına yaptığı davetle ilgili İbni Esir’de şu nakle yer verilmektedir.
“(Ey Muhammed!) Önce en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminleri (merhamet) kanatlarının altına al.” (26/Şuara, 214-215) ayeti indikten sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Abdulmuttaliboğulları’nı Ebu Talib’in evine çağırdı. Davette Abd-i Menafoğulları’ndan bazıları da vardı. Davetliler ikisi kadın olmak üzere kırk beş kişiydi ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bütün amcaları gelmişlerdi. Rasûlullah söze başlamak üzereyken Ebu Leheb Rasûlullah’a hitaben:
‘Bunlar senin halaların ve amca oğullarındır. Sen bu sapıklığı bırak da konuş, iyi bil ki senin için kavmin bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir. Bütün Kureyş bu oymakları ile Araplar üzerine çullanmadan ataoğullarının senin işinin karşısına dikilip seni tutmaları ve esir edip hapsetmeleri gerekir. Bu, onlar için ötekisinden daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben atasının oğullarına gelirken senin gibi şer ve kötülük getiren birini görmedim’ diyerek Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem konuşmasına imkan vermedi ve topluluk dağıldı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onları yine çağırdı ve onlara hitaben şöyle dedi:
“Hamd Allah’adır. O’na hamd ederim ve O’ndan yardım diler, O’na inanır, O’na dayanırım. Şüphesiz şehadet ederim ki; Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur. O birdir, O’nun eşi ve ortağı yoktur. Otlak aramaya gönderilen bir kimse gelip ailesine yalan söylemez. Vallahi ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam bile yine de size karşı yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam bile yine de sizi aldatmam. Sizi davet ettiğim Allah öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur.
Ben de Allah’ın hasseten size, genel olarak da bütün insanlara gönderdiği Rasûlüyüm.
Vallahi siz uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Ve sonra temelli cennette ya da temelli cehennemde kalacaksınız. İnsanlar içerisinde ahiret azabından ilk korktuğum kimseler sizlersiniz” dedi. Ebu Talib:
‘Bizim katımızda sana yardım etmek kadar sevgili bir şey yoktur. Öğütlerini benimseyip kabullendik. Sözlerini de son derece tasdik ettik. Bu toplananlar senin atanın oğullarıdır. Tabii ki ben de onlardan birisiyim. Senin istediğin şeye onlardan koşacak onların andolsun ki en çabuğu da benden başkası değildir. Sen emrolunduğun şeye davet et. Andolsun ki, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an geri durmayacağım. Fakat nefsim Abdulmuttalib’in yanından ayrılmayı kabullenemiyor’ dedi.
Ebu Leheb’den başka hepsi de yumuşak ve uygun sözler söylediler. Fakat Ebu Leheb:
‘Ey Abdulmuttaliboğulları! Bu, vallahi bir kötülüktür. Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce siz onun ellerini tutup bundan alıkoyun. Eğer siz bugün ona boyun eğecek olursanız zillete, hakarete uğrarsınız. Onu korumaya kalkışacak olursanız öldürürsünüz’ dedi. Ebu Talib, Ebu Leheb’e şöyle dedi:
‘Ey korkak! Vallahi biz sağ oldukça onun yardımcısı ve koruyucusuyuz.’
Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem ise şöyle dedi:
“Ey kardeşimin oğlu! Rabbine davet etmek istediğin zamanı bilelim. Silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız.”
Davete ilk anda tepki gösteren ve Tebbet Suresi ile rezil olan Ebu Leheb, yaşadığı müddet boyunca Allah Rasûlü’nün davetine engel olmaya çalışarak Ebu Talib’in tam zıddı bir akraba portresi çizmiştir.
İmam Ahmed, Rebia İbni İbad’dan şöyle nakleder: ‘Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem Zu’l Mecaz panayırında şöyle derken gördüm:
“Ey insanlar! La ilahe illallah deyin, kurtuluşa erin.”
O böyle derken insanlar etrafında toplanmışlardı. Arkasında parlak yüzlü, şaşı ve iki saç örgüsü olan bir adam da: ‘O dinden çıkmıştır. O yalancıdır.’ diyordu. Ve gittiği her yere o da gidiyordu. Bu adamın kim olduğunu sorduğumda bana amcası Ebu Leheb olduğunu söylediler.’
Meseleler
1. Genel/Açık Davetin Kodları
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem akrabalarına ve genel olarak insanlara yaptığı ilk açık davet, içeriği bakımından çok önemlidir. Genel olarak incelediğimizde ilgili rivayetlerin üç ana başlığı kapsadığını görmekteyiz.
Başlıklardan ilki ve en önemlisi ‘tevhid’dir. Allah Rasûlü akrabalarını ve genel olarak müşrikleri Allah’ın subhanehu ve teâlâ varlığına inanmaya çağırmadı. Çünkü zaten onlar günümüz müşrikleri kadar hatta bazı hususlarda onlardan daha iyi şekilde Allah’a inanıyorlardı.
“(Rasûlüm!) De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? ‘Allah’ diyecekler. De ki: Öyle ise (Ona âsi olmaktan) sakınmıyor musunuz?” (10/Yunus, 31)
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? ‘Allah’a aittir’ diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız! de. Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş’ın Rabbi kimdir? diye sor. ‘(Bunlar da) Allah’ındır’ diyecekler. Şu hâlde siz Allah’tan korkmaz mısınız! de. Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor. ‘(Bunların hepsi) Allah’ındır’ diyecekler. Öyle ise nasıl olup da büyüye kapılıyorsunuz? de.” (23/Müminun, 84-89)
Putlar da Mekkeli müşrikler için Allah’a ulaşmada birer vesileden ibaretti. Günümüzdeki müşriklerin şeyhlerini aracı yaptıkları gibi.
“Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (39/Zümer, 3)
O yüzden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekkelileri, sadece Allah’a ibadet etmeye ve O’nun subhanehu ve teâlâ dışında ilah olarak kabul edilen tüm varlıkları reddetmeye çağırdı.
Allah Rasûlü hayatı boyunca aynı hakikati farklı şekillerde defalarca anlattı. O’nun sallallahu aleyhi ve sellem ve tüm Peygamberlerin aleyhimusselam davetlerinin özü bu idi.
“Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.’ ” (7/Âraf, 59)
“Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: ‘Ey, kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Hâla sakınmayacak mısınız?’… ” (7/Âraf, 65)
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah’ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah’ın arzında yesin, (içsin); ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar.’ ” (7/Âraf, 73)
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır.’ ” (7/Âraf, 85)
Şeriatın kemale ermesi için uygulanan tedricilik, tevhid hususunda asla devreye girmedi. Tevhid ile ilgili ilk gün anlatılan ne ise son gün de aynı meseleler tebliğ edildi.
Muhatabın yaşı, ırkı, toplumsal konumu da tevhidin içeriğini değiştirmedi. Çocuk yaştaki Ali ile âmâ Amr, toplumun ileri gelenlerinden Ebu Bekr ile köle Bilal aynı çağrıyı işittiler.
Ve sonuç olarak müşrikler tevhidi çok güzel anladılar. Allah Rasûlü onlara “La ilahe illallah deyin, kurtulun!” diyordu. Onlar ise Ebu Talib’e gidip ‘Yeğenine söyle, atalarımıza sövmeyi bıraksın.’ diyorlardı. Ebu Süfyan, Rum Kralı’na Allah Rasûlü’nün davetini anlatırken; ‘Babalarımızın ateşte olduğunu söylüyor.’ diyordu. Halbuki Allah Rasûlü’nün temelde söylediği bu değildi. Ama ‘La ilahe illallah’ın manasının kabul ve redden ibaret olduğunu çok iyi bilen müşrikler sadece şirki değil, müşrikleri de yani atalarını da reddetmek zorunda kalacaklarını anlamışlardı.
Gerçekten biraz düşünüldüğünde kavmiyetçilik bağlarının bu kadar kuvvetli olduğu bir toplumda böyle bir daveti yapmanın ne kadar zor olduğu gayet iyi anlaşılacaktır.
Günümüzde insanlar tevhidi ya hiç anlamamakta ya da eksik anlamaktadırlar.
‘Şeyhini, milletvekilini, makamını, takımını ilah edinme’ deyince ‘Onlara tapıyor muyuz sanki?’ diyenler ibadet ve ilah kavramlarını anlamamış, tevhidden tamamen habersiz olan kısımdandır. Halbuki bir varlığa tapmak yani ibadet etmek için Allah’a subhanehu ve teâlâ has olan sıfatlardan birisini dahi o varlıklara vermek yeterlidir.
İmam Ahmed, Tirmizi ve İbni Cerir’in muhtelif kanallardan olmak üzere Adiyy İbn Hatim’den radıyallahu anh naklettikleri rivayete göre Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem daveti ona ulaştığında Şam’a kaçmıştı. O, câhiliye devrinde Hristiyan olmuştu. Kız kardeşi ve kavminden bir grup esir edildiler. Sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem kız kardeşine ihsanda bulundu ve ona (hediyeler) verdi ve o da kardeşine dönerek onu İslam’a ve Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yanına gelmeye teşvik etti. Adiyy Medine’ye geldi. Kabilesi Tayy içinde reis olup babası Hatim et-Tai cömertlikle meşhurdu. İnsanlar onun geldiğini haber verdiler. Adiyy, boynunda gümüşten bir haç olduğu hâlde Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yanına girdi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem o sırada: “Onlar Allah’ın dışında hahamlarını, rahiblerini rabler edindiler.” ayetini okuyordu. Adiyy der ki: ‘Ben: Muhakkak ki onlar, onlara ibâdet etmediler’ dedim. Rasûlûllah: “Evet, onlar onlara helali haram kıldılar, haramı da helal kıldılar. Ve onlar da kendilerine uydu. İşte onların onlara ibadeti budur.” buyurdular.
Kişi, şeyhinin gayba muttali olup müridinin her hâlinden haberdar olduğuna inandığında ya da hakimiyet yetkisini milletvekilline verdiğinde elbette onları ilah olarak kabul etmiş olur. Velev ki Mekkeli müşrikler gibi Allah’ın varlığını dili ile ikrar etse bile.
Tevhidi eksik anlayanlar ise kabul ve red yönlerinde bazı kırpmalar yapanlardır. En problemlileri ise şirk ile müşriki birbirinden ayıranlardır.
Onlar başlangıçta şirkin amansız düşmanıdırlar. Şirkin her türlüsü ile mücadele eder, insanları ondan sakındırırlar. Ama şirkin faillerine gelince orada duraksarlar. Çeşitli bahaneler ile müşriğe müşrik dememek için binbir takla atarlar. Şirkle mücadele ederler ama müşriklere hiç ilişmezler. Elbette davetlerindeki bu eksiklik zamanla onları daha gerilere götürür ve kalem kalem şirkleri iptal etmeye başlarlar. Böylece ortada ne şirk ne de müşrik kalır.
Aslında biraz dikkatli bir şekilde incelendiğinde görülecektir ki İslam’ın mücadele ettiği şirk değil müşriktir. Çünkü şirki ikame eden odur. Müşrik olmazsa şirkten kim bahseder ki?
Allah Rasûlü’nün daveti bu eksiklikten münezzehtir. O sallallahu aleyhi ve sellem öyle bir davet yaptı ki bırakın yaşayanları, kabirdeki müşrikler dahi ondan nasibini aldı.
Eğer günümüzde “La ilahe illallah deyin, kurtulun!” denildiğinde insanlar Mekkeli müşrikler gibi tepki vermiyorsa o zaman sorun tevhidde değil davetçilerdedir. Davetçiler ibadet ve ilah kavramlarını çok güzel bir şekilde güncelleyerek ve Mekke toplumu ile yaşadıkları toplumu kıyas yaparak tevhid hakikatinin üzerinden perdeleri kaldırmalıdırlar.
İlk açık davetin içerdiği ikinci başlık ise Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Peygamberliğine imandır.
Hiçbir inanç örneksiz olmaz. İnsanlar duyduklarından daha çok gördüklerinden etkilenmeye meyyaldirler. O yüzden Allah subhanehu ve teâlâ rahmetinin bir tecellisi olarak insanlara vahyini ulaştıracak, açıklayacak ve yaşayacak Peygamberler göndermiştir.
Maalesef günümüzde Kur’an, Peygamberden soyutlanmaya çalışılmaktadır. Allah Rasûlü’ne sadece bir postacı muamelesi yapılmak istenmektedir. Kur’an umumi bilgiler içeren bir kitaptır ve onda müteşabih naslar mevcuttur. Eğer vahiy sünnetin ışığında anlaşılmaz ise Allah’ın subhanehu ve teâlâ muradı tam olarak ortaya çıkmaz.
Zındıklar bu hakikatin farkında olduklarından ve heva heveslerine göre bir din yaşamak istediklerinden dolayı sünneti itibarsızlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bazıları Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem beyan gibi bir fonksiyonun olmadığını iddia ederken, diğer bir grup Rasûl’ün vahyi açıklama görevinin olduğunu kabul etmekle beraber elimize ulaşan kaynakların sıhhatinde problem olduğunu iddia etmektedirler. Eğer şüphecilerin dediklerinde doğruluk payı olsaydı davetin ilk anından itibaren sadece Allah’a subhanehu ve teâlâ ve kitaba iman, ittiba vurgusu yapılırdı. Rasûle imanın üzerinde hiç durulmazdı.
“Biz her Peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (4/Nisa, 64)
“De ki: Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Âl-i İmran, 32)
“(Bazı insanlar:) ‘Allah’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik’ diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” (24/Nur, 47)
“Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an’ı indirdik.” (16/Nahl, 44)
Davetçiler muhataplarına, Allah Rasûlü’nün sadece ‘Kutlu Doğum’ günlerinde hatırlanacak bir şahsiyet olmadığını, bilakis hayatın her alanında izi olması gereken bir örnek olduğunu anlatarak zındıkların projesine engel olmalıdırlar.
Ayrıca insanların bu Kur’an’la aralarına giren, akıl, heva, heves, şeyhlerin-hocaların sünnete aykırı yorumları gibi her türlü aracı ortadan kaldırmalı ve vahyin, Peygamberin ve sünnetin ışığında anlaşılabilmesini sağlamalıdırlar.
Davetçiler bu hususu asla küçümsememelidirler. Günümüzde insanlarla ortak olarak kabul ettiğimiz kaynak Kur’an’dır. Bu meselede ihtilaf ettiklerimiz çok azdır. Ancak ‘Kur’an-ı nasıl anlamalıyız?’ sorusunun binbir türlü cevabı vardır. Batılları yok edip bir tek olan hakkı yani sünnet ışığında vahyi anlamaya insanları yönlendirmek, anlatacağımız her şeyin zihinlerde daha kolay algılanması ve kabul edilmesine vesile olacaktır.
Son olarak Rasûle iman hususunun bizlere bakan yönüne de değinmek gerekir. Allah subhanehu ve teâlâ amellerimizi ihlaslı bir şekilde ve ihsan ilkesi üzerine yapmamızı emretmektedir.
İhlas, sadece Allah’ın rızasını gözeterek amel ortaya koymaktır. İhsan ise ibadetleri en güzel şekilde dört dörtlük yapmaktır.
‘İhsan ilkesini yerine getirmede zirve kimdir?’ sorusuna verilecek cevap, Allah Rasûlü olduğundan Müslüman gözünü bir an olsun sünnetten ayırmamalıdır. Her fiilinde ‘Acaba Allah Rasûlü bunu nasıl yapardı?’ sorusuna cevap aramalı, yaşamını Allah Rasûlü’nün uygulamaları ile kuşatmalıdır. Böylece hem anlattıklarını yaşayarak davetinin daha etkili olmasını sağlayacak hem de ilk davetin Rasûle imanla alakalı kısmının kendine bakan yönünü tamamlamış olacaktır.
İlk açık davetin içerdiği üçüncü başlık ise ahirete imandır. Zaten Mekki ayetlerin geneline baktığımızda içeriğin kıyamet sahneleri ile dolu olduğunu görürüz.
Mekkeli müşriklerin ahiretle ilgili inançları oldukça bozuktu. Geneli yeniden dirilmeyi inkar ediyor, doğal olarak da hesabı kabul etmiyorlardı.
“Onlar, hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir; biz, bir daha da diriltilecek değiliz, demişlerdi. Rabblerinin huzuruna getirildikleri zaman sen onları bir görsen! Allah: Bu (yeniden dirilme olayı), hak değil miymiş? diyecek. Onlar da ‘Rabbimize andolsun ki evet!’ diyecekler. Allah da, ‘Öyle ise inkâr ettiğinizden dolayı azabı tadın!’ diyecek.” (6/Enam, 29-30)
“Onlar: ‘Allah ölen bir kimseyi diriltmez’ diye olanca güçleriyle Allah’a and içtiler. Aksine, bu O’nun bizzat kendisine karşı gerçek bir vâdidir. Fakat insanların çoğu bilmez.” (16/Nahl, 38)
“Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O’nun eseridir. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız! Buna rağmen onlar, öncekilerin dedikleri gibi dediler. Dediler ki: Sahi biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle mi? Hakikaten, gerek bize, gerekse daha önce atalarımıza böyle bir vaadde bulunuldu; (fakat) bu geçmiştekilerin masallarından başka bir şey değildir!” (23/Müminun, 80-83)
“Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir hilkatte diriltileceğiz, öyle mi! De ki: ‘İster taş olun, ister demir, İsterse aklınıza (yeniden dirilmesi) imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık! (Bunlar, Allah’ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez…’) Diyecekler ki: ‘Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?’ De ki: ‘Sizi ilk kez yaratan.’ Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve ‘Ne zamanmış o?’ diyecekler. De ki: ‘Yakın olsa gerek! Allah sizi çağıracağı gün, kendisine hamdederek çağrısına uyarsınız ve (dirilmeden önceki hâlinizde) çok az kaldığınızı sanırsınız.’ ” (17/İsra, 49-52)
Kişi böyle bir inanca sahip olduğunda elbette yaptıklarını sorgulamayacak, kendini frenleyemeyecektir. Hesap yoksa, sorumluluk da yoktur.
“Eksik ölçüp noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar insanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise eksik ölçer ve tartarlar. Onlar düşünmezler mi ki, tekrar diriltilecekler! Büyük bir günde. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır. Doğrusu günahkârların yazısı, muhakkak. Siccîn’de olmaktır. Siccîn nedir, bilir misin? (O günahkârların yazısı) Amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır. O gün vay haline yalancıların! Ki onlar, ceza gününü yalan sayarlar. Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimseler yalanlar.” (83/Mutaffifin, 1-12)
Allah subhanehu ve teâlâ ise ahiret bilincini insanlara aşılayarak onlardan sorumluluk duygusuyla hareket etmelerini istemiştir.
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/Müminun, 115)
“Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez. Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (53/Necm, 38-41)
“Ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır: Andolsun ki sizi ilk defasında yarattığımız şekilde bize geldiniz. Oysa size vâdedilenlerin tahakkuk edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız, değil mi? Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. ‘Vay halimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!’ BöyIece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (18/Kehf, 48-49)
“Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkârcı kişi: ‘Keşke toprak olsaydım!’ diyecektir.” (78/Nebe, 40)
“O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edecektir.” (24/Nur, 24)
Rabbimiz, dünyanın ahiret için sürülecek bir tarla olduğunu ve kişinin burada yapacaklarının yarın karşısına çıkacağını hatırlatmıştır.
Mekkeli müşrikler yeniden dirilmeye iman etmemekle beraber ahiret diye bir gerçeğin varlığından haberdar idiler. Hem atalarından duydukları bazı malumatlar, hem de ehl-i kitabtan işittikleri, bu bilgiyi onlarda oluşturmuştu. Aslında günümüz müşrikleri de her ne kadar imanın altı şartını dillerinde tekerleme yapıp ahirete iman ettiklerini iddia etseler de yaşantıları ile ahiret bilincinden uzak bir tablo ortaya koyarak Mekkeli müşriklerle aynı konuma gelmişlerdir.
Onlar hiç hesaba çekilmeyeceklermiş gibi yaşamakta, nefislerinin isteklerinin köreldiği yıllarda bir Hac ibadeti ile birden bire rotalarını camiye ve güya Allah’a doğru çevirmektedirler.
Davetçi böyle bir toplumda, tevhidin daha kolay kabul edilmesi ve muhafazası için ahirete iman hususunu muhakkak sünnete uygun bir şekilde anlatmalıdır. Özellikle cennet ve cehennemle ilgili ayetleri dengelemeli, muhataplarını Allah’ın azabıyla korkuturken, Allah’ın rızası ve cenneti ile de müjdelemeyi unutmamalıdır. Çünkü bu, hem Allah’ın kullarını, hem de Peygamberlerin kavimlerini terbiye ettiği metottur. Şüphesiz ki hayrın hepsi Allah ve Rasûlü’ndendir.
“Doğrusu biz seni Hak (Kur’an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehenmemliklerden sorumlu değilsin.” (2/Bakara, 119)
“Biliniz ki Allah’ın cezalandırması çetindir ve yine Allah’ın bağışlaması ve esirgemesi sınırsızdır.” (5/Maide, 98)
Elbette ahiretle ilgili ayetler sadece müşriklerin inançlarını düzeltmek için inmedi. Ayetler aynı zamanda binbir zorlukla karşılaşan müminleri teselli mahiyetinde indi. Hem kendilerine yapılanların hesabının er ya da geç sorulacağını, hem de çektikleri sıkıntıların asla karşılıksız kalmayacağını işiten müminler imanlarını yenilediler ve sabırlarını tazelediler. Ayrıca hesaba çekileceklerinin bilinciyle hareket ederek Allah’ın, Peygamberin, kitabın, ailelerinin, kardeşlerinin üzerlerindeki haklarına riayet etmeye çabaladılar.
“O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur ve O hesap görenlerin en çabuğudur.” (6/En’am, 61-62)
Akrabalara Daveti ile İlgili Sorumluluklarımız
Allah’ın subhanehu ve teâlâ açık davet aşamasında Peygamber’inden daveti yöneltmesini istediği ilk taife en yakın akrabalardır.
Yaşamları bir bütün olarak değiştirecek çağrıya icabet için sadece anlatılanların içeriği değil, başka yan etkenlerin varlığı da önemlidir. Onlardan birisi de muhatapların birbirlerini tanımasıdır.
Allah Rasûlü’nün ahlakının ve yaşamının Mekke standartlarının çok üzerinde olmasının, davetini kitlelere kabul ettirmede pozitif bazı etkilere neden olduğu kesindir. Elbette onu en iyi tanıyan akrabaları da İslam çağrısından nasiplerini almışlar, kimisi iman etmiş, kimisi de iman etmese bile düşmanlık beslemeyip Kureyş’e karşı Allah Rasûlü’nü müdafaa etmişlerdir.
Aslında Allah Rasûlü’nün öncelikle yakın akrabalarına davet ile emrolunması İslam’ın geneline yansıyan sorumluluk silsilesinin bir sonucudur. Kişi önce kendi nefsinden, sonra ehlinden, sonra da en yakın akrabalarından sorumludur. Sadece kendini ateşten sakındırması yeterli değildir. Akrabalarının derdi, hastalığı, borcu kısaca her türlü sıkıntısı onu yakından ilgilendirdiği gibi, Allah subhanehu ve teâlâ ile olan ilişkileri de ilgilendirir. Bu yüzden Allah subhanehu ve teâlâ eski milletlere de bizlere de sıla-i rahmi emretmiş, akrabalara karşı sorumluluk bilincinin sürekli canlı olmasını istemiştir.
“Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve ‘İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.” (2/Bakara, 83)
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlar (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (4/Nisa, 36)
Malesef günümüzde davetçiler olarak bu bilinçten oldukça uzağız. Hiç tanımadığımız, sokaktaki, iş yerindeki, otobüsteki kişilere daveti ulaştırmak için çabalamakta, ancak akrabalarımızı unutmaktayız.
Genel olarak insanlara davet yapmak üzerimizdeki tebliğ sorumluluğunun bir gerçeğidir.
Akrabalara davet ise sıla-i rahim emrinin Allah’ın subhanehu ve teâlâ davet hususundaki direktifleriyle Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem sünnetine ittibanın ve aynı şekilde tebliğ sorumluluğumuzun bir gereğidir.
İnsan fıtratı gereği övülmeyi, taltif edilmeyi, eleştirilmemeyi ister. Kınanmaktan asla hoşlanmaz. Tanımadığı kişiler bir yana en yakın akrabaları tarafından kınanması ise ona çok daha ağır gelir. Çünkü bu, hayatın olağan akışına aykırı bir durumdur ve kınanmanın etkisi süreklilik arzeder.
Davetçi nefsine ağır gelecek bu sonuçtan ürküp akrabalarına davetten yüz çevirmemelidir. Şüphesiz ki onun önderi de sallallahu aleyhi ve sellem aynı sıkıntı ile karşılaşmış ama Rabbi onu yalnız bırakmamıştır. Amcası Ebu Leheb İslam çağrısına karşı azgınlaşınca, Allah subhanehu ve teâlâ bizzat vahiy ile Peygamber’ini desteklemiş, kıyamete kadar insanların dilinde Ebu Leheb’in kötü bir şekilde anılmasını sağlamıştır.
“Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak karısı da (ateşe girecek). Ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.” (111/Tebbet, 1-5)
Ayrıca Allah, Ebu Leheb’in açtığı yarayı fazlası ile kapatacak şekilde diğer bir amcası olan Ebu Talib ile ona destek olmuştur.
Her davetçinin bir Ebu Leheb’i vardır. Çünkü tevhid, tarih boyunca baba ile evladı, karı ile kocayı, en yakın akrabaları ve arkadaşları birbirinden ayırmış ve birbirlerine düşman etmiştir.
Peygamberlerin aleyhimusselam hâli, bu hakikatin en can alıcı şahididir.
Davetçinin Ebu Talib’inin olması ise Allah’ın bir lütfudur. Ve umulur ki Allah subhanehu ve teâlâ akrabalarına davet ile ilgili sorumluluklarını yerine getirmesi nedeniyle kuluna Ebu Talibler bahşedecektir.
Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap