Allah’ın adıyla
Allah’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.
Fatiha suresinin ayetleri hakkında konuşmaya devam ediyoruz. Kulun Rabbini övdüğü ilk üç ayetten sonra, yine bir övgü ve tazim ifadesi olan dördüncü ayete gelmiş bulunuyoruz.
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ
“Din gününün sahibidir.”
Malik/( الدِّينِ): ‘Mülk sahibi ve mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilen’ demektir.
Yevm/( يَوْمِ): ‘Gün’ demektir.
Ed-din/( مَالِكِ): Din kelimesi ‘borç, itaat, hesap, kanun, töre, mükâfat’ gibi anlamlara gelmektedir. Gün kelimesiyle bir arada kullanıldığında hesap, ceza, mükâfat gibi anlamlara gelir. Bu da kıyamet gününe işaret eder.
Genel Anlam
İnsan: “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” ayetini okuduğunda zihninde beliren mana, dünya hayatı ve içinde bulunan âlemlerdir. Allah subhanehu ve teâlâ, mülkünün ve egemenliğinin dünyayla sınırlı olmadığını, ahiret yurdunun sahibinin de kendisi olduğunu kula ikrar ettirdi.
Bu ikrarın ve sürekli tekrar edilmesinin, kişinin nefsini terbiye etmesinde ve istikamet üzere kalmasında önemli bir etkisi vardır.
İnsan, tabiatı itibariyle unutkan ve buna bağlı olarak gaflete düşmeye meyyaldir. Rahata düşkünlüğü de eklenince, İslami ve insani sorumluluklarını yerine getirmekte zorlanır. Tabiatında var olan bu olumsuzlukları ‘hesap verme’ düşüncesiyle dengeler. Ahirete iman, yani El-Melik olan Allah’ın subhanehu ve teâlâ huzurunda durup yaptıklarından ve yapmadıklarından sorguya çekilecek olma düşüncesi, mümini terbiye eder, hayra ve salih amele teşvik eder.
Kalplerin katılaştığı, iradenin gevşediği, hayra yönelik istek ve iştiyakın hissedilmediği zamanlarda bu ayet ve içerdiği anlam hatırlanmalı; bir din gününün olduğu, hesabın görüleceği ve mükâfatların dağıtılacağı gerçeği unutulmamalıdır.
“O gün onlar ortaya/açığa çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. (Allah seslenir) ‘Bugün mülk kimindir?’ Tek olan ve her şeyin otoritesine boyun eğdiği Allah’ındır.” [1]
“O gün mülk Allah’ındır. Onların arasında hükmeder. İman edip, salih amel işleyenler Naim cennetlerindedirler.” [2]
Ayetin mümini terbiye eden ikinci yönü ise, insanın dünya malıyla olan ilişkisine yöneliktir. Bilindiği üzere, insan dünya malına düşkün ve ona aşırı bir sevgiyle bağlı olarak yaratılmıştır.
“Kadınlar, evlatlar, kantar kantar altın ve gümüş, besili atlar, hayvanlar ve ekinlerden oluşan şehvetler insanlara süslü gösterildi.” [3]
İnsanın en zor imtihanlarından biri, malı elde etmesine rağmen istikameti koruyabilmesi ve malın afetlerine düşmemesidir. Tehlikenin boyutlarının anlaşılması için Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem konuya dair yaptığı uyarılara bakmak yeterli olacaktır.
“Allah’a yemin olsun ki, sizin için fakirlikten korkmuyorum. Endişem, sizden öncekilere dünyanın açılıp serildiği gibi size de açılması, onların dünya için yarışıp rekabet ettiği gibi sizin de onda yarışıp rekabet etmeniz ve onları helak ettiği gibi sizi de helak etmesidir.” [4]
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, kendilerini uyardığında şaşıran, böyle bir topluluğu hiçbir şeyin bozamayacağını düşünen sahabiler, onun vefatından sonra toplumun hızla değiştiğini görmüş ve bu olumsuz değişimi esefle dillendirmişlerdir.
Abdurrahman b. Avf radıyallahu anh uyarıları işittiğinde: “Ne olacak! Allah nasıl emrettiyse öyle davranırız.” [5] diyenlerdendi. Fetihlerle beraber zenginleşen İslam toplumunu ve yaşananları gördüğünde ise: “Biz, Allah Rasûlü’yle beraber zorluklarla imtihan edildik, sabrettik. Ondan sonra rahatlıkla imtihan edildik, sabredemedik.” [6] demiştir.
Yine, önüne konan mükellef bir sofra karşısında gözyaşlarını tutamamış, Musab b. Umeyr’i hatırlamış ve “O, benden daha hayırlı olmasına rağmen, onu defnettiğimiz zaman, ayaklarını örtsek başı, başını örtsek ayakları açıkta kalıyordu. Korkarım ki, iyiliklerimizin karşılığı bize dünyada verilmiş olsun.” [7] demişti.
Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere mülkle imtihan, çetin bir imtihandır. En seçkin nesiller dahi bu imtihan karşısında zorlanmışlardır.
Bu imtihanı kaybedenlerde bazı hasletler açığa çıkar:
Mülkle imtihan olup imtihanı kaybedenler azgınlaşırlar. Her şeyi kendilerinden bilmeye başlarlar. İlk kaybettikleri şey şükür ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ verdiğini, O’nun yolunda harcamamak olur. Sonra büyüklenmeye başlar, insanları küçümserler. Bunun bir adım sonrası zulüm ve zorbalıktır. İnsanlara hakaret ve sözlü eziyet etme hakkını kendilerinde görürler. Adım adım mülk sahibi olmakla melik olmayı karıştırırlar. Allah’ın hakkını ihlal etmeyle başlayan çöküş, kul hakkı ve zulümle dibi bulur. ‘Maliki yevmi’d din’ ayeti böylesi bir çöküş ve sapma yaşanmasın diye manevi bir bariyer görevi görür. Okudukça insana bir şey anlatır: ‘Sen melik değilsin, mülkün sahibi Allah’tır. Sen yalnızca bir emanetçisin. El-Melik olan Allah, bir gün seni elindeki her şeyden hesaba çekecektir.’
İnsanların hesaba çekileceği o dehşetli günde tüm insanlık, yüce Allah’ın subhanehu ve teâlâ şöyle dediğini işitecektir:
“Kıyamet gününde Allah, gökleri dürer. Sonra sağ eline alır ve ‘Ben, El-Melik olanım. Nerede büyüklenenler? Nerede zorba olanlar?’ der. Sonra sol eliyle yerleri dürer ve ‘Ben, El-Melik olanım nerede zorba olanlar? Nerede büyüklenenler?’ der.” [8]
Öyleyse ‘maliki yevmi’d din’ dediğimizde, iki yönlü kalbimizi arındırmalıyız. Unutmaya, gaflete, tembelliğe yer yok. Çünkü, bizi bekleyen bir hesap günü ve o gün herkesi hesaba çekecek El-Melik olan Rabbimiz var. Ve Allah’ın bize bahşettiği mülk, bizim için imtihandır. ‘Şükredecek miyiz, Allah yolunda infakta bulunacak mıyız, kulların hakkını gözetecek miyiz?’ diye sınanmaktayız.
Beşinci Ayetin Manası
إيَّاكَ نَعْبُدُ وإيَّاكَ نَسْتَعِينُ
İyyake/( إيَّاكَ): ‘Sana’ anlamına gelir. Munfasıl/ayrı yazılan zamirlerdendir.
Na’budu/( نَعْبُدُ): ‘İbadet ederiz’ anlamındadır. A-be-de kök fiilinden türeyen bu kelime, ezilmek, zelil olmak, boyun eğmek, boyunduruk altına girmek gibi anlamlara gelir. Şeriat, bu kelimeye ek olarak sevgi ve isteğe bağlı boyun eğme anlamını eklemiştir. Yani: ‘Gönülden, isteyerek ve tam bir muhabbetle sana boyun eğer, sana kulluk eder ve sana ibadet ederiz.’ demiş oluruz.
Nesta’in/( نَسْتَعِينُ): ‘Yardım dileriz.’ anlamındadır. A-ve-ne/avn kökünden türeyen bu kelime, kayıtsız, mutlak olarak yardım anlamına gelmektedir.
İbadetin ve Yardım Talebinin Yalnızca Allah’a Olması
Arap lügatinin bilinen kaidelerinden biri, cümlede sonda gelmesi gereken öne alınır ya da önde olması gereken sona ertelenirse, ‘hasr’ ifade edilmek istenir.
Hasr, cümleye ‘yalnızca, sadece’ gibi anlamlar katar. Burada fiil ve failden sonra gelmesi gereken ‘sana/ (إيَّاكَ)’ cümlenin başına alındığından ‘Yalnızca/sadece sana ibadet eder ve yalnızca/sadece senden yardım dileriz.’ anlamına gelmiş olur.
Neden Hasr?
Tapınma, ibadet ve daha büyük bir varlığa sığınma ihtiyacı, insanın fıtrî ihtiyaçlarındandır. Bu nedenle insanlık tarihi boyunca yüce sıfatlara sahip bir yaratıcının varlığına iman ve O’nun ibadet ve kulluğu hak ediyor olması insanlığın genel kabulü olagelmiştir.
Ne var ki insanlar bunu kabul etmekle beraber, Allah’la subhanehu ve teâlâ aralarına aracılar koymuş, O’nun katında değerli ve sözü geçer kabul ettikleri varlıklara da ibadet edip, tapınmışlardır.
Bu sebeple Allah tarafından gönderilmiş hiçbir Peygamber, kavimlerini Allah’a imana ya da Allah’a subhanehu ve teâlâ ibadete davet etmemiş; yalnızca ve sadece bir olan Allah’a ibadete, O’nun dışında ibadeti hak eden hiçbir ilahın olamayacağı gerçeğine yani tevhide davet etmişlerdir.
‘İyyake na’budu ve iyyake nesta’in’ kişinin Nebilerin çağrısına icabet edip, bir ve tek olan Allah’a kulluğu kabul ettiğinin yani tevhidin kabulüdür.
Mümin, bu ayeti okuduğunda tüm zerrelerine kadar bunu hissetmeli, kulluğu Allah’a subhanehu ve teâlâ hasretmeyen müşriklerden ayrıldığını ve Peygamberlerin cemaatine mensup olduğunu bilmeli, en önemlisi de El-Aziz ve El-Hamid olan Allah’a kul olmanın izzet, şeref ve lezzetini tatmalıdır.
Kulluk ve Yardım
Allah’tan subhanehu ve teâlâ yardım istemek, O’na ibadetin çeşitlerinden biridir. Buna rağmen ayrı bir başlık olarak ibadetin yanında zikredilmiş olmasının bir hikmeti olmalıdır. Kanaatimizce bu durum için iki önemli hikmet zikredilebilir:
a. Allah’a kulluk yapabilmek, ancak O’nun subhanehu ve teâlâ yardımıyla mümkündür. El-Mustean olan Rabbimiz yardım etmeyecek ve izin vermeyecek olsa yaprak kıpırdamayacağı gibi, kulluğun hiçbir çeşidinin yapılması mümkün değildir.
Peygamberler bu hakikati çok iyi idrak ettiklerinden olsa gerek her hâllerinde Allah’a yönelmiş, ibadet ve kulluklarını yapabilmek için O’nun yardımına ve tevfikine olan ihtiyaçlarını izhar etmişlerdir.
İşte muvahhidlerin imamı olan İbrahim’in aleyhisselam kendi ve zürriyeti için yaptığı bazı dualar:
“… Beni ve çocuklarımı, putlara ibadet etmekten uzak tut.” [9]
“Rabbim! Beni ve çocuklarımı namazı ikame edenlerden kıl. Rabbimiz! Dualarımızı kabul et.” [10]
“Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş iki kul kıl ve soyumuz içinden sadece sana teslim olan bir ümmet kıl! Nasıl ibadet/hac edeceğimizi bize göster! Tevbelerimizi kabul et. Şüphesiz ki sen Et-Tevvab (tevbeye muvaffak kılan, tevbeleri çokça kabul eden) ve Er-Rahim (kullarına karşı en merhametli) olansın.” [11]
Süleyman’ın aleyhisselam duası:
“Süleyman bu sözden dolayı tebessüm ederek güldü. Dedi ki: ‘Rabbim! Bana, anne ve babama verdiğin nimetlerden ötürü sana şükretmemi ilham et/beni şükre sevk edip yönlendir. Razı olacağın salih ameller yapmaya muvaffak kıl. Ve beni rahmetinle salih kulların arasına dahil et.’ ” [12]
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem, Muaz b. Cebel’e radıyallahu anh öğrettiği dua:
“Ey Muaz! Ben seni seviyorum, her namazın akabinde şöyle demeyi bırakma: ‘Allah’ım! Seni zikretmek, sana şükretmek ve güzel bir şekilde sana ibadet etmek hususunda bana yardım et!’ “ [13]
Bilmeliyiz ki, kulluğumuzun istikrar ve istikameti, Allah’tan subhanehu ve teâlâ istediğimiz yardım oranındadır. İçtenlikle, yalvara yakara ve Allah’ın yardımını bekleyerek yapılmayan kulluk istikrarlı olmayacak, kesintiye uğrayacaktır. İstikrar sağlandığındaysa istikameti kaybedecek; kulluğumuz gözümüzde büyüyecek, kibir ve ucuba sevk edecek, başkalarını küçümsememize neden olacak veya riyayla yok hükmünde olacaktır.
İbadet ve yardım konusunu inceleyen âlimlerden İbni Teymiyye rahimehullah insanların bu bağlamda dört kısma ayrıldıklarını belirtmiştir:
‘1. Allah’a kulluk eden ama O’ndan yardım isteme hususunda yetersiz olanlar.
Bu durum, en fazla âlimler ve fakihlerde görülür. Bu nedenle amellerinde süreklilik yoktur, çeşitlilik vardır.
2. Allah’tan yardım talebinde bulunan fakat O’na ibadet etmekten uzak duranlar.
Bunlar, duayı kendilerini kandırmak ve vicdanlarını rahatlatmak için kullanırlar.
3. Hem kulluktan hem de yardım talebinden nasibi olmayanlar.
Bunlar yaratılmışlar arasındaki en şerli insanlardır.
4. Allah’a kulluk yapmakla beraber, her daim Allah’tan yardım talebinde bulunanlar.
Bunlar, hakiki müminlerdir.’ [14]
b.
Yardım isteme, ibadetin kısımlarından olmasına rağmen ayrıca zikredilmesindeki bir diğer hikmet, ibadetin bu çeşidinde insanların çoğunun sapması ve Allah’a
subhanehu ve teâlâ
ortak koşmalarıdır.
İnsanlar, Allah’a subhanehu ve teâlâ uzak olduklarına, günahları nedeniyle O’na direkt dua edemeyeceklerine ve mutlaka araya hatırı sayılır dostlar/veliler koyup, onların şefaat ve himmetleriyle Allah’ın yardımına nail olabileceklerine inanmışlardır. Bu sapkın düşünce onları farklı arayışlara itmiş, kimisi gök cisimlerini, kimi melekleri, bir kısmı peygamberler ve salih kulların ruhlarını, bir kısmı cinleri vs. Allah’la aralarına aracı kılmışlardır.
Oysa âlemlerin Rabbi olan Allah, El-Karib olandır. Kullarına yakın olan ve kullarının iman ve salih amelle kendisine yakınlaşabildikleri bir varlıktır.
“Kullarım beni senden soracak olurlarsa, şüphesiz ki ben onlara yakınım. Dua edenin duasına icabet ederim. (Öyleyse) onlar da benim davetime icabet etsinler ve bana iman etsinler ki (akıl, doğruluk ve olgunluk) olan rüşt ehlinden olsunlar.” [15]
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseleri de biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” [16]
Bu sapkın anlayış ve yönelişi çürütmek, hüccetini ikame edip hakkı apaçık kılmak ve kullarını en doğru olana hidayet etmek için ibadetin bir çeşidi olmasına rağmen yalnızca Allah’tan yardım isteme hususi olarak zikredilmiştir.
Altıncı Ayetin Manası
اِهْدِنَا الصِّراطَ الْمُسْتَقِيمَ
İhdina/( اِهْدِنَا): ‘Bizi hidayet et’ anlamındadır.
Es-sırat/( الصِّراطَ): ‘Yol’ demektir.
El-mustakim/(الْمُسْتَقِيمَ) ‘Dosdoğru’ demektir.
Anlam: ‘Bizi dosdoğru olan yola hidayet et/ilet’ şeklindedir.
Genel Anlam
Kul, Rabbine hamdedip, O’nu yüce sıfatlarıyla övdükten ve tevhid üzere olacağına dair O’na subhanehu ve teâlâ söz verdikten sonra, O’ndan isteme faslına geçiyor.
İnsana zımnen dua adabının da öğretildiği Fatiha suresin’de ilk olarak, kulun Allah’tan subhanehu ve teâlâ hidayet istemesi teşvik ediliyor. Akıllara gelmesi muhtemel ilk soru şudur: Hidayet üzere olduğu için namaz kılan insan neden Allah’tan hidayet istiyor?
Fatiha suresini açıklamaya çalışan hemen her âlim, bu soruya cevap aramış ve her biri Allah’ın subhanehu ve teâlâ muvaffak kıldığı kadarıyla sorunun cevabını vermeye çalışmıştır. Bu cevapları iki başlık altında toplayabiliriz:
a.
Ulemanın geneli demişlerdir ki: Bu talep, hidayet istemeye dönük değil, hidayette sebat etmeye yönelik bir taleptir. Yani kul bu duasıyla
‘Rabbim, beni hidayet üzere sabit kıl.’
demek ister.
b.
Konuyu derinlemesine inceleyen bazı ilim ehli şöyle cevap vermiştir:
Kulluk, hayatın her alanını kuşatan bir durumdur. Kişinin umumen hidayet bulması ve İslam ehlinden olması, onun her hâlinde istikamet üzere olması için yeterli değildir. Külli hidayetin yanında, hayatın her anında muhtaç olduğumuz ve her amelimizde ihtiyacımızın yenilendiği cüz’i hidayet vardır. Kul, duasıyla Rabbinden bu hidayeti istemektedir. Yani, ‘Rabbim! Her anımda, her işimde, her yönelişimde seni razı edecek ve rızanı elde edeceğim şeye beni hidayet et.’ demiş olur.
Bu açıklama, “Yalnız sana kulluk eder ve yalnızca senden yardım dileriz.” ayetinde zikrettiğimiz kulluğun istikrar ve istikameti için Allah’tan subhanehu ve teâlâ yardım talebenin önemi ve zarureti bahsindeki öğretilerle de uyumlu bir açıklamadır. Çünkü, insanoğlunun en belirgin iki sıfatı, cehalet ve zulümdür.
“Şüphesiz ki biz göklere, yere ve dağlara (kabul etmeleri için) emaneti (şer’i sorumluluğu) sunup teklif ettik. Onu yüklenmekten kaçındılar. Ve ondan endişeye kapıldılar. (Ama) insan onu yüklendi. Çünkü o, pek zalim, pek cahildir.” [17]
İnsan, çoğu zaman neyin doğru olduğunu ve Allah’ı nasıl razı edeceğini bilmez. Bildiği zaman da nefsine, arzularına ve zalimliğine yenik düşer; yapması gerekeni yerli yerinde yapamaz. Tam bu noktada Allah’ın subhanehu ve teâlâ hidayetle uzanan eli kulun imdadına yetişir. Önce ona, sahih ve faydalı bilgiyi öğretir, sonra da onu salih amel yapmaya muvaffak kılarak cehlini ilme, zulmünü adalete tebdil eder.
Öyleyse, her işimizde Allah’a subhanehu ve teâlâ yönelmeli, O’ndan umumi hidayet talebinde bulunduğumuz gibi, her bir amel ve yönelişimizde hususi hidayet talep etmeliyiz.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:
“Ey Hayy ve Kayyum olan Rabbim! Rahmetinle senden yardım talep ediyorum. Tüm işlerimi benim için ıslah et. Göz açıp kapama süresince dahi beni nefsimle baş başa bırakma!”
Yedinci Ayetin Anlamı
صِرَاطَ الَّذِينَ أنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
Sırate/( صِرَاطَ): ‘Yoluna’ anlamındadır.
Ellezine/( الَّذِينَ): ‘O kimselerin (yoluna ki)’ anlamındadır.
En’amte/( أنْعَمْتَ): ‘Nimet verdiklerin’ anlamındadır.
Aleyhim/( عَلَيْهِمْ): ‘Üzerlerine’ anlamındadır.
Ayete, “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna (hidayet et).” şeklinde mana verilebilir.
Fatiha suresinin kendisiyle sonlandığı bu ayet, önemli mesajlar içermektedir.
Bunların en açık olanı, İslam’ın bir teori dini olmadığı, teorik bir çerçeve çizdikten sonra insanları serbest bırakıp, dilediklerini anlama ve algılamalarına müsaade etmediğidir. Allah’tan subhanehu ve teâlâ istenen hidayet/dosdoğru yol net bir şekilde ortaya konmuştur. Bu yol, kendisine nimet verilenlerin yoludur. Kendisine nimet verilenler kimdir? Bu soruya Kur’an-ı azimuşşan şöyle cevap verir:
“Kim Rasûl’e itaat ederse, bunlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacaklardır. Ne güzel arkadaştır bunlar! Bu, Allah’tan olan bir lütuftur. Her şeyi bilen olarak Allah yeter.” [18]
Hidayet yolu, onu görünür kılan, ete kemiğe büründüren, soyut/teorik hâlden somut/pratik hâle getiren hidayet imamlarıyla anlaşılabilir.
Yani, nubuvvet sahibi, vahiyle yönlendirilen enbiya, onların davasına özü ve sözüyle bağlı sadıklar, bu ulvi dava uğruna canını veren şehitler ve davayı en güzel biçimde temsil eden salihlerdir. Burada mümine yol gösterilmektedir. Sözlü duasının kabulü için Allah tarafından razı olunan ve örnek gösterilen, nimet verilenlerin yoluna uyması, onları takip edip örnek alması istenmektedir.
Ayet-i kerimenin ikinci yarısı ise, kimlerin yolundan uzaklaşılması gerektiğine işaret etmiştir.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّيِنَ
Gayri/( غَيْرِ): ‘Dışında’ anlamındadır.
El-mağdubi/( الْمَغْضُوبِ): ‘Gazaba uğramışların’ anlamındadır.
Ve la/( وَلاَ): ‘Ve yine dışında’ anlamındadır.
Dallin/( الضَّالِّيِنَ): ‘Sapkınların’ anlamındadır.
“Gazaba uğramış ve sapıtmışların yoluna değil.” şeklinde anlam verebiliriz.
Gazaba uğramış ve sapıtmışlar kimlerdir?
Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem Adiyy b. Hatim’in naklettiğine göre, Yahudiler gazaba uğramış olanlar, Hristiyanlar ise sapkınlardır.[19]
Kur’an-ı Kerim’de Yahudi ve Hristiyanlardan söz edilen ayetlere baktığımızda, genelde Yahudilerin gazaba duçar olduğu, Hristiyanların ise sapkınlığına vurgu yapıldığını görürüz.[20]
Neden Yahudi ve Hristiyanlar?
Hiç şüphesiz iblis ve lanetli zürriyeti saptırmak istedikleri topluluklara farklı yollardan yanaşmakta, her toplumun durumuna göre bir saptırma yolu izlemektedirler. Bu bağlamda ellerinde kitap bulunan topluluklara yaklaşımlarıyla, kitapsız, cahil, salt adetlere dayalı bir din anlayışına sahip olanlara yaklaşımları farklı olacaktır.
İslam ümmeti, elinde kitap ve nubuvvet parıltıları bulunan bir topluluktur. Allah subhanehu ve teâlâ, kitabında Yahudi ve Hristiyanlardan çok fazla örnek vererek, iblisin bu ümmete hangi kapılardan yaklaşacağını göstermek istedi. Fatiha suresinin son kısmına kodladığı ayetle de dikkatleri bu noktada topladı. Mümine, nimet verilenlerin yoluna uymayı ve onları örnek almayı zımnen emrettiği gibi; gazaba uğramış ve sapkınları da bilip tanıması gerektiğine, onların yolundan şiddetle sakınması gerektiğine vurgu yaptı.
İslam eğitim metodunu, sair ahlak öğretilerinden ayıran bariz farklardan biri de bu noktada tebellür etmektedir. İslam, yalnızca hayrı anlatan bir din değildir. Hayrı ve yollarını öğrettiği gibi, şerri/kötülüğü de tafsilatlı bir biçimde anlatıp tanıtır. Sadece hayrı ve şerri belirtmekle yetinmez, hayrın ve şerrin kendileriyle vücut bulduğu salihlerle mücrimleri de belirtir. Böylece, hidayet bulmak isteyenlerin kalp ve zihin dünyalarında hiçbir kapalılık ve belirsizliğe yer bırakmaz.
Fatiha ile bilinçlenen mümin, Rabbinin kitabını bu nazarla okumalı, hakla batılı ayıran (Furkan) kitabın sayfaları arasında nimet verilenlerle nimetten mahrum bırakılan gazaba uğramış sapkınların sıfatlarını tanımaya çalışmalıdır. Bir yandan sözlü dualarıyla böylelerinin yolunda olmaktan Allah’a subhanehu ve teâlâ sığınmalı, diğer yandan bireysel çabasıyla bunları iyice tanıyıp uzaklaşmaya çalışmalıdır.
Her müminin gündemini meşgul eden asıl soru şu olmalıdır:
• Hayatımda nimet verilenlerin mi etkisi daha fazla, gazaba uğramış ve sapıtmışların mı?
• Bireysel ahlakımda ve içinde bulunmayı tercih ettiğim çevre hangi gruptan esintiler taşıyor?
• Bugün ölecek ve huzuru ilahide karşılanacak olsam, amellerim hangi zümrenin amellerine benzerdi?
Doğru sorular, verilecek samimi cevaplar ve atılacak salih adımlar Fatiha’nın dil ile değil, kalp ile okunduğunun alameti olabilir.
Kalp ile okunan bir Fatiha, gerçek bir anahtara dönüşür ve hayır kapılarını bir bir açıp, şer kapılarını açılmamak üzere kilitler.
Böyle bir Fatiha, namazı ıslah eder. Islah edilmiş bir namaz mümine göz aydınlığı olur, onu fahşa ve münkerden alıkoyar.
Davamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
[1] .40/Gafir(Mümin), 16
[2] .22/Hacc, 56
[3] .3/Âl-i İmran, 14
[4] .Buhari, 3158; Müslim, 2961.
[5] .Müslim, 2962.
[6] .Tirmizi, 2464.
[7] .Buhari, 1275.
[8] .Müslim, 2788.
[9] .14/İbrahim, 35
[10] .14/İbrahim, 40
[11] .2/Bakara 128
[12] .27/Neml, 19
[13] .Ebu Davud, Nesai
[14] .Yanımda kaynak bulunmadığından mealen aktardım.
[15] .2/Bakara, 186
[16] .50/Kaf, 16
[17] .33/Ahzab, 72
[18] .4/Nisa, 69-70
[19] .Tirmizi, 2954.
[20] .”Allah’ın dilediği kuluna (lütuf olarak) fazlından indirdiği kitabı kıskançlık/azgınlık ederek inkâr etmeleri, kendileri için satın aldıkları ne kötü bir şeydir! (Böyle yapmakla) gazap üstüne gazaba uğradılar. (Ahirette de) kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (2/Bakara, 90)
“De ki: ‘Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırılık etmeyin. Bundan önce sapmış, çok kişiyi saptırmış ve dosdoğru yoldan sapmış olanların arzularına uymayın.’ ” (5/Maide, 77)
İlk Yorumu Sen Yap