DEVRİLEN VE DEVİRENİN DEVRİMİ

Diktatörlüklere, zulme ve soykırıma karşı müdafaa yapmanın ve devrim faaliyetlerinde bulunmanın her hâlükârda meşruiyeti tarih boyunca değişmeyen bir gerçektir. Savunma hakkı meşru olmakla beraber bu mücadele ve savaşım yönteminin İslami hareketler açısından şer’i bir sınırı vardır. Şer’i sınır muhafaza edildiği müddetçe savunma hakkı da bu çerçevede daimîdir. Afganistan’da olan buydu, Suriye’de de gerçekleşen budur.

Suriye’de on üç yılı aşan yıkım ve katliamlarla geçen çok çetin bir sürecin sonunda gerçekleşen halk devriminden önce siyasi, askerî ve ekonomik gücü elinde tutan ve tüm yerleşik kuralları alt üst eden farklı bir yapı mevcuttu. Bu informel/sıra dışı güç yapısı, toplam nüfusun yaklaşık yüzde sekizine tekabül eden Nusayrîlerden oluşmaktaydı. Tüm bu gücün merkezinde Esed ailesi ve yakın akraba grubu bulunmaktaydı.

İslam’la itikaden hiçbir alakası olmayan Nusayrîler ve Dürziler, Suriye’nin 1946’ya kadar süren Fransız manda yönetimindeki dönemde yoğun biçimde askerî okullara, emniyet ve istihbarat gibi devletin kritik güvenlik kuruluşlarına sokuldular. 1950’lerde lâik-sosyalist-milliyetçi Baas Partisi’nde yer aldılar. 1963’te Baas yönetimiyle iktidara uzanarak 1971’de ilk Nusayrî Devlet Başkanı Hafız Esed’in yaptığı darbeyle iktidara geldiler. Bu süreçte sosyal ve sınıfsal statüleri değişti ve kırsalda yaşayan köylülükten çıkıp özellikle Şam’da şehirli yönetici elit hâline dönüştüler. Esed hanedanlığı, Beşar Esed Dönemi de dâhil 8 Aralık 2024’e kadar yarım asırdan uzun bir süre iktidarda kaldı. 

8 Aralık 2024 Suriye Halk Devrimi sonrasında gerçek anlamda kan donduran ve kâbuslarda dahi görülemeyecek dehşette sistematik işkence ve tecavüzler, akıllara durgunluk veren canavarca imha yöntemleri ve vahşi katliamlar gibi Nusayrî-Râfızî cürümleri tüm dünyanın gözleri önünde deşifre oldu. Direniş ekseni aldatmacasıyla kırk yıldır yatırım yaptığı Esed hanedanlığının, halk devrimiyle yıkılacağını anladığında Esed’i sığıntı olarak dahi kabul etmeyip kendisini yüz üstü bırakarak gerisin geri kaçan İran’ın ânında adam satma konusunda ne kadar mahir olduğu da bir kez daha görülmüş oldu. 

15 Mart 2011 tarihinde başlayıp on üç yıl, sekiz ay, yirmi üç gün; sonraki son on üç günlük aşamada devrimler tarihinde eşine az rastlanır bir hızda, silahlı mücadelenin akabinde devrilen rejimin gerçekte ne olduğu Suriye gerçeğini bilmeyenler açısından çok da net değildi. Bu hastalıklı sapkın Nusayrî/Râfizî zihniyetini tanımadan; akla hayale gelmez ve tarif etmek için kelimelerin kifayet etmediği terör ve vahşeti işlerken kendilerini motive eden sapkın inanç ve Ehl-i Sünnet’e karşı içinde bulundukları cinnet hâlini anlamak mümkün değildir. 

Nazizmin “Reenkarne” Hâli: Râfizîlik/Nusayrîlik

Nusayrî Alevîler reenkarnasyon/tenasüh ya da bir başka deyişle tekammus (ruhun, öldüğünde gömlek değiştirir gibi bedenden bir başka bedene geçmesi) inancını benimserler. “Ruh göçü” anlamına da gelen bu sapkın inanca göre ruh öldükten sonra farklı bir bedende hayatiyetini sürdürür. Nusayrî Alevîlerin inancında ahirete iman yoktur. Bunun gibi hesabın, mizanın, cennet ve cehennemin varlığına da inanmazlar. Sözde mutedil olanları da dâhil Şiîler ve Nusayrî Alevîler, Resûlullah’ın (sav) eşleri ve müminlerin anneleri Âişe ve Hafsa’ya (r.anhuma), Alî ibni Ebî Tâlib hariç Hulefa-i Raşidin ile sahabenin büyük çoğunluğuna ve selef ulemasına lanet okumayı kendi sapkın inançlarına göre dinî bir vecibe sayarlar.

Namaz ve oruç gibi ibadetler Nusayrî Alevîlerin dinî usulünde var olmakla beraber hükümlerde ve ayrıntılarda kendilerine mahsus farklı ibadet şekilleri bulunmaktadır. Müslümanların mescidlerine gitmez ve cuma namazına inanmazlar. Zekât konusunda da kendilerince hükümler ihdas ederek beşte birini şeyhlerine/pirlerine verirler. Nusayrî Alevîlerde Beyt-i Harâm’a giderek hac ve umre ibadeti yapmak kaldırılmıştır.

Râfizî Şiîlerde olduğu gibi Nusayrî Alevîlerde de Kâbe’ye karşı özel bir düşmanlık vardır. Ebû Bekr ve Ömer’in (r.anhuma) kabirleri de orada bulunduğu için Râfizî Şiîler ve Nusayrî Alevîler Resûlullah’ın (sav) medfun bulunduğu Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret etmezler. Temel olarak dinleri bu esaslardan müteşekkil olan Nusayrî Alevîlerin bir de ibahiye yönü vardır. Onlarda livata, mahrem olanlarla nikâh ve alkollü içki kullanımı mübahtır.

İslam ulemasının fetvalarına ve uyarılarına dikkat edilmediğinden ötürü tarihî süreç içerisinde Râfizîler ve Nusayrîler sebebiyle İslam ümmeti sayısız işgal ve katliamla yüz yüze kalmıştır. Nusayrîler, Bağdat ve Şam başta olmak üzere birçok İslam beldesinin Moğollar ve sonrasında Haçlılar tarafından işgal edilmesinin ana sebebidir. 

Selef uleması ve çağdaş âlimlerin icma ettikleri konulardan biri de Nusayrîlere kız vermenin veya onlardan kız almanın kesinlikle caiz olmadığıdır. Onlarla evlenmek batıldır. Kestikleri yenmez ve ölüleri Müslüman mezarlığına defnedilmez.

Sosyalist Baasçıların Yegâne İcraatı: Cinnet ve Vahşet

Suriye’de 1971’de başlayan ve yarım asrı aşan (elli üç yıllık) karanlık Baasçı Nusayrî-Esed hanedanlık rejiminden akıllarda kalanları çok kısa özetlemek gerekirse şunları söyleyebiliriz:

Hafız Esed’in darbeyle yönetimi ele geçirmesinden sonra sırf Ehl-i Sünnet’e tabi olduğu için ordu ve güvenlik birimlerinde görevli subay ve diğer güvenlik güçleri ile siyasetçilerin tamamı tasfiye edildi. Tasfiye sonrası tüm dünyanın devrimin hemen akabinde müşahede ettiği görüntülerden de anlaşıldığı gibi on yıllar boyunca sistematik olarak “yok” edildiler. Ordu, istihbarat, parlamento ve yönetim organlarının tamamına Nusayrîler egemen oldu. Sayılarının yetersiz olduğu veya yerel sebeplerden ötürü bazı yerlere “Sünnî” etiketli Baasçı laik-sosyalistler, o bölgelerde yaşayan Hristiyanlar, Dürziler ve İsmâilîler gibi İslam düşmanı farklı taifelerden adamlarını yerleştirdiler.

Ülke kaynakları Esed hanedanlığı ve etrafına topladıkları sadık hizmetkârları tarafından işgale uğramıştan beter bir şekilde talan edildi. İslami ilimlerin tahsil edildiği medreselerin peyderpey işlevsizleştirilmesiyle beraber eğitim müfredatının nesillerin ifsadına sebep olacak şekilde kendi inançları istikametinde yeniden oluşturulması, Ehl-i Sünnet halkın geleceğini karartma amaçlıydı.

İslam ümmetinin inanç ve bilinç açısından en diri toplumlarından olan Suriye’deki Ehl-i Sünnet halkın içerisinde küfür itikadları, müstehcenlik, münkerat, mefsedet ve masiyetler Nusayrî yönetim eliyle teşvik edildi ve artarak yayıldı. Ülkedeki âlimler, ilim talebeleri, davetçiler ve mücadele potansiyeli bulunan nitelikli insanlar sürgün, ölüm, zindan ve katliamlarla topyekûn bir tasfiyeye tabi tutuldu. Mescidlerin hemen hemen tamamı rejimin emrindeki belamların da iş birliğiyle Baas diktasının kontrolü altına alındı.

Bu tuğyan ehlinin yarım asırdan uzun süren iktidarlarında yaptıkları cürümleri ve ülkeyi Siyonistlere, Râfizî İran’a, Ruslara ve Nusayrî çetelere nasıl peşkeş çektiği ve Ehl-i Sünnet halka cehennem hayatını reva gördüğü hakkında yüzlerce makale ve çok sayıda kitap yazılmıştır. 8 Aralık Devrimi sonrası ortaya çıkan görüntüler de insan olanlar için yeterlidir. Asla unutulmaması gereken hususlardan biri de Râfizî İran’ın “Direniş Ekseni” yalanıyla tüm bu cinnet politikalarının bir numaralı suç ortağı olduğu hakikatidir.

Devlet idaresini mandacı Fransızlardan yarım yamalak öğrenmiş olan Nusayrî Hafız’ın kurmaya çalıştığı hanedanlık; elverişsiz bir vasatta ve hırsları yeteneklerini aştığı için vahşeti tercih eden kifayetsiz yöneticilerin elinde diktatörlüğe dönüşüp haksız yere döktükleri mazlum kanında boğularak benzerleri gibi tarihin çöp sepetindeki yerini aldı. Şüphesiz ki bu da başlarda güzel vaatler ve umutlarla yola çıkan, sonra da iktidarın zehrine kapılarak yoldan çıkan dünyadaki diğer tüm zalim yöneticiler için ibretlik bir tablodur.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini bitiriyorken Yahudi-Nusayrî-Hristiyan ve Fars milliyetçisi Râfizî İran gibi kindar düşman taifeler arasında parsellenmiş bulunan Şam topraklarının gerçek anlamda olduğunu umduğumuz tam özgürlüğe kavuşmasının öneminin hakkıyla takdir edilmemesi büyük bir yanılgı ve bedeli de tahmin edilemeyecek kadar ağır olacaktır.

Kurt Sürüleri Arasında Toparlanma

Kitlelere ulaşmanın bir tık rahatlığında olduğu günümüzden otuz beş yıl kadar önce ülkemizde en etkin Marksist-Komünist örgütün mensuplarından birisi şöyle bir tespitte bulunmuştu: “Eğer elinizin altındaki camiler/mescidler gibi toplu olarak halka ulaşabileceğimiz bir imkânımız olsaydı bu memlekette uzun süre önce devrimimizi yapmış olurduk.”

İnsanların kendilerini dinlemek için düzenli olarak toplanıp bir araya gelebilecekleri mekân ve imkâna sahip olmaları hâlinde ulaşabildikleri insanların çoğunu harekete geçirebileceklerini iddia ediyordu. Tabii onlardaki Stalinist yöntem hiçbir surette itirazi bir sese izin vermeyip tahammül göstermediği için işler ilk başlarda istedikleri şekilde yürüyormuş gibi oluyor. Onların imrenip hayıflandıkları imkânlar, kendilerini İslam’a nispet eden onca cemaatler eliyle har vurulup harman savrulan nimetlerdir. 

Suriye’de şu âna dek gözlemlendiği üzere İslam coğrafyasında faaliyet gösteren hemen hemen tüm cihadî hareketlerin kitlesel düzeyde net bir yaklaşımının olmadığı gibi güçlü bir kitlesel söyleme da sahip olunmadığı gerçeği maalesef açığa çıkmış oldu.

Cihadın asıl maksadı olan itikad temelli ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak fikrî mesajlarınız olmadığında insanlara söyleyecek açık ve net bir projeniz yok demektir. Bu durumda işler “Kervan yolda düzülür.” modunda ilerler. Konjonktürel şartlara uyum veya mevcut koşulları kendi lehine çevirme amacıyla inanç ve menhecin temel kaideleri hususunda esneklik(!) göstermeyi toparlama veya bir arada tutma teorisiyle açıklamak mümkün değildir. Bu, sonuçları itibarıyla trajik bir durumdur ve geniş çapta toplulukları bir arada tutacak bir teoriye sahip olunmadığı gerçeğini de ortaya koyar.

Şu sıralar Suriye’de insanları bir arada tutan şey 8 Aralık Devrimi öncesinden kalan travma ve yeni yönetime açılan yüksek krediyle istikbale dair güçlü bir ümitvarlıktır. Ancak her iki durumun da belli bir miadı vardır. Verilen kredi tüketildiğinde yahut ümitvarlık aksi istikamete evrilmeye başladığında daha önce yaşanmışlıklara benzer yıkıcı bir sürecin farklı amaç ve aktörlerle yeniden başlama veya başlatılma ihtimali göz ardı edilmemelidir. Öyle ki devrilişlerinden on yıl sonra en azından bir kısım halkın Irak’ta Saddam Hüseyin ve Libya’da Muammer Kaddafi gibi zalim tağutları arar hâle gelmesine neden olan derin ve yaygın bir anarşizmin toplumu esir alması telafisi mümkün olmayacak sonuçları ortaya çıkaracaktır. 

İnsanları toparlamak zor olabilir, fakat zor olandan daha zoru toparlanmış bir topluluğu uzun süre aynı hedefe odaklanmış hâlde ve maksada vasıl olduktan sonra dinamik bir şekilde bir arada tutabilmektir. Bunun gerçekleşebilmesi için de toparlama, bir arada tutma ve bunu süreklileştirecek meşru ve uygulanabilir bir toparlama teorisinin olması gereklidir. Güçlü bir toparlama/bir arada tutma teorisinin hitabı genel olsa da en başta kendisiyle yola çıkılan kimlik, hedef ve iddialardan sapılmaması esastır. Halkla ilişkiler, tanıtım ve medya ne kadar güçlü olursa olsun bu manada asıl ve belirleyici olanın toplumdaki yankısı olduğu unutulmamalıdır. Bu kulvarda başarılı olunmaması demek, taraftar halkaların birer beşer kaybedilmesi, ayrılıkların keskinleşmesi ve nihayetinde zafer konuşmalarının evvela meydan okumalara sonra da hezimet mersiyelerine dönüşmesi demek olur.

Devrimin ana omurgasını teşkil edenlerin en azından bir kısmı ümmetin çoğunluğunun içinde bulunduğu vehenden sıyrılmış olup Allah’ın azabından emin olmayan fedakâr gençlerdir. Onlar geceyi tablet, telefon veya televizyon karşısında geçirmeyi seher vakitlerinde istiğfar, dua ve ibadetle geçirmeye tercih etmediler. Basit görevleri yüksek ticari kazançlara ya da prestijli üniversitelerin diploma ve sertifikalarına tercih ettiler. Emsalleri ve yaşıtları gibi türlü masiyetlere, günahlara, hurafelere, festivallere ve haramzadeliğin dip yaptığı konserlere razı olmayıp onurlu olanı tercih ettiler. 

Akıbet, Kimliğine Sahip Çıkanlarındır

Devrim sürecinin bilançosunun tam olarak netleşmesi muhtemelen hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Devrimle sonuçlanan bu uzun sürecin ilk kıyam tarihini 1964’e kadar götürmek mümkün. O dönemde Baas tiranlığına karşı yapılan ilk protestolar yüz dolayında kişinin öldürülmesiyle sonuçlandı. Söz konusu tarihten sonra başlangıç yeri genellikle Hama olmak üzere yapılan kıyamlar/ayaklanmalar aralıklarla devam edegelmiştir. Devrimin ateşi çoğu zaman Hama’dan yakılmış olsa da bedelinde Suriye’nin Baas karşıtı ve Nusayrî düşmanı Ehl-i Sünnet halkının tamamı ortaktır.

Aylar, hatta yıllar geçtikçe devrimin evrildiği mecralar daha da netleşecektir. Dolayısıyla daha isabetli yorumlar yapılabilecektir. Bununla beraber hâlihazırda 8 Aralık Devrimi zâhire göre ulaşılabilen ara sonuçlara bakıldığında gerçek anlamda yalın ve katıksız bir İslami devrimin özelliklerini bütünüyle tam ve eksiksiz bir şekilde taşımadığı gibi bir kanaat oluşmaktadır. Devrimin amacı ve şu âna dek gelinen aşamalarda elde edilen faydalar veya ulaşılan maksatlar itibarıyla da devrim, ana gövdeyi oluşturan devrimcilerin nezdinde mutlak bir başarı olarak değerlendirilse de temel sorunların çözümü için şer’i referanslı acil müdahaleler kaçınılmazdır.

Suriye halkının sorunlarının başında gelen İslam ahkâmının tam olarak yürürlüğe konmamış olması, yönetimde mezhep temelli Lübnan modelinin uygulanması yönünde uluslararası baskılara maruz kalınması, kamu kaynaklarının kısıtlılığı ve Batıcı-laik odakların devrimi doğrudan veya dolaylı olarak istikamet değiştirmeye zorlaması gelmektedir. Nitekim devrim sonrası süreçte özellikle AB üyesi bazı ülkelerin dış işleri bakanlarının mekik diplomasisine başlaması bu menhus amacı deşifre etmektedir. Daha önce yaptıkları “Biz İslamcı terörü desteklemeyeceğiz…” söyleminin yerini “Biz Suriye’de İslamcı bir hükûmeti asla desteklemeyeceğiz. Her inancın temsil edileceği bir hükûmet yapısı oluşturulmalıdır…” söylemine bıraktı.

Bunca bedel ödeyen Ehl-i Sünnet halk ve devrimin başarıya ulaşmasının ana aktörleri devrimin niçin yapıldığı bilincini daima diri tutmalılardır. Suriye’nin enternasyonalize edilebilecek sorunlarından biri de rejim artığı Nusayrî/Alevî azınlığın on yıllarca süren tiranlık yönetimindeki aktif katkılarından sonra yeni sisteme sıradan vatandaşlar olarak değil, devlet kurumları ve siyasi hayata katılımlarının olup olmayacağıdır. Böyle bir şeyin mümkün olması hâlinde bunun kapsamının ve sınırlarının ne ölçüde olacağı da oldukça önemli. Zira bu itikad ve tıynetteki azınlıklar kendilerini her türlü dış etkiye açık tutar ve kurt sürüsü gibi en küçük bir fırsatı kollarlar.

Ümidimiz ve duamız şudur ki; bu devrimin akıbeti ilk günlerde ele geçirilen ve kapıları kırılarak mazlumların salıverilmesinde hissedilen tarifsiz coşkunun hemen ardından o karanlık dehlizlerde bulunan nesebi meçhul sahipsiz çocuklar gibi olmasın. Zira Şam gibi orta dünyanın merkezi konumundaki bir beldenin fethi; ya mutlak manada fetihtir ya da başkalarının “fethi”nin marabalığından ibarettir.

Mutlak fetih olması samimi dilek ve duamızdır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver