ABD yirminci yüzyılın başlarından itibaren öylesine büyük bir mali varlık ve güç topladı ki yakın tarih sayfalarında 20. Yüzyıl “Amerikan Yüzyılı” olarak anılacaktır. Bu kanaati doğrulayan birçok sebep var. Özellikle İkinci Dünya (Paylaşım) savaşında önce Nazi Almanyası ve daha sonra da Sovyet Rusya tarafından kendisine kafa tutulmasına rağmen ABD, rakiplerini alt etmeyi başardı. İki binli yıllara gelindiğinde dünyanın en güçlü ve en etkili ülkesi tartışmasız bir şekilde ABD olarak görünüyordu. Sonuç olarak, yirminci yüzyıl sadece bir ülkenin baskın olduğu/hükmettiği bir yüzyıl olmasının yanı sıra, aynı ülke tarafından dünyaya yayılan politik sistemin yani tevhid karşıtı, çağdaş şirk ideolojisi “Demokrasi”nin de yüzyılı oldu.
Demokrasi fitnesi İslam coğrafyası da dahil dünyanın dört bir yanında kabul görmeye başladığında, demokratik sistemin dünyayı etkisi altına almasının en büyük nedeni olarak bu sistemin cazibesinin karşı konulamazlığı olduğu iddia edilmekteydi.
Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen olaylar farklı bir bakış açısıyla da değerlendirilebilir. Dünya milletleri demokrasiye kâğıt üzerinde de olsa sadece standartlar/normlar ve savunduğu değerler için değil aynı zamanda ekonomik ve politik başarıya ulaşmanın en etkili yöntemi olduğu için de ilgi duyup yönelmeye başladılar.
Özgürlük alanının sınırsızlığı iddiası ve sivil idealler, daha önce otoriter rejimler altında hayatlarını sürdüren ve sırf can ve mal güvenliğini büyük ölçüde güvence altına aldığı için bundan memnun olan halkların ikna edilmesinde kesinlikle etkili bir rol oynadı. Ancak, Batı Avrupa’nın 1950’li ve 60’lı yıllarda ekonomik açıdan muazzam bir şekilde gelişmesi, komünist Doğu/Sovyet bloğunun Soğuk Savaş’tan galip çıkması ve demokratik yayılmacılığın en güçlü rakiplerinin zayıflaması veya bertaraf edilmesi de bu süreçte aynı derecede etkili oldu.
Dünyanın birçok ülkesinde siyasal rejimler arasında hegemonik bir pozisyona yerleşen demokrasinin özellikle İslâm coğrafyasındaki zoraki başarı (!) hikâyelerinin farklı bir boyutu olduğu kuşkusuzdur. Bu durum günümüzde demokrasinin içinde bulunduğu krizi ne örtebilecek ne de öteleyebilecek bir niteliktedir.
Hem Batılı demokratik yönetimler başta İslâm coğrafyası olmak üzere üçüncü dünya ülkelerindeki sömürü ve talan alanlarının azalması hem de diğer ülkelerdeki demokratik görünümlü zorba rejimlerin vatandaşlarının yaşam standartlarını iyileştirme noktasında sürekli olarak gerilemeye başladıklarından beri ilginçtir ama başta demokrasinin anavatanı olarak bilinen Batı Avrupa’dan Washington’a kadar liberal demokrasiyi reddeden halkçı (daha doğrusu omurgasız ve eyyamcı) hareketler baş göstermeye başladı.
Yaygın kanaatin aksine ABD ve Avrupa’da insanların fıtrî (ve şer’î) tüm sınırları kaldıran ve sınırsız hürriyet bahşetme iddiasındaki demokratik düzenin gölgesi altında yaşama istekleri gün geçtikçe azalıyor. Misal olarak ABD’de yapılan anketlerde özellikle ileri yaşlardaki (65 yaş ve üzeri) Amerikalıların üçte ikisi demokratik bir yönetim altında yaşamanın vazgeçilemez olduğunu düşünürken, otuz beş yaş ve altındaki genç Amerikalılar arasında bu oranın %30’lara gerilemesi gösterilebilir. Hatta belirli bir kesim otokratik alternatiflere (yani güçlü bir hükümdarın tek başına yönetimine) daha açık durumdadırlar. 1995-2017 yılları arasında, belirli aralıklarla yapılan anketlerde Fransa, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde askeri bir idare altında yaşamayı tercih edeceğini ifade eden insanların sayısı üç katına çıktı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden seçilmesi sonucunda Türkiye’de “Başbakanlık” makamı tarih oldu. Erdoğan’ın yükselişi, “Güçlü Adam” figürünün dünya çapında yükselişiyle beraber ilerliyor. 21. yüzyılda köklü teknolojik gelişmelerin gerçekleştirilmesine ve milyonlarca üniversite mezunu, eğitimli insan yetiştirilmesine rağmen, milletlerin kaderlerini kudretli bir lidere teslim etme eğilimi göstermesi aslında tuhaf bir çelişki olmakla beraber demokrasinin geleceği açısından küresel demokratik bloğu büyük bir karamsarlığa sürüklemektedir.
Vladimir Putin, fevkalade güçlü bir şekilde Rusya’da hüküm sürüyor. Xi Jinping, Mao’dan beri hiçbir Çinli devlet başkanının sahip olmadığı yetkilere erişti. Mısır, karikatürel diktatör Sisi’nin karşısına bir rakibin çıkmasına müsaade etmeyecek bir sisteme sahip. Viktor Orban, Macaristan’da, medyanın ve yargının hükümet üzerindeki kontrol edici etkisinin nasıl kolay zayıflatılabileceğini ispatlıyor. Dünya çapında daha birçok popülist lider, bu sayılan kişilerin arasına eklenebilir.
ABD Başkanı Donald Trump dahi bu liderlerden geri kalmıyor. “Güçlü Adam” imajını ahmakça ve acemice de olsa kendi ülkesinde tesis etmeyi arzuluyor.
Dünya ülkelerinde yapılan seçimlerin sonuçları incelendiğinde bu görüşlerin sadece fikri manada tercihlerden ibaret olmadığını, mevcut demokratik statükonun karşısında cephe alan ciddi bir zemin üzerine kurulu olduğu açıkça görülecektir. Bu manzara bugün özellikle Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde aşırı milliyetçi/faşist partilerin ve adayların kolayca harekete geçirebileceği bir fay hattı olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, demokrasinin en temel ilke ve standartlarının çoğuna saygı duymayan otokrasi/tek adam yönetimi yanlısı halkçılar son yıllarda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da hatırı sayılır bir şekilde güçlendiler. Bu sürece paralel olarak, otokrasi savunucusu olan önemli isimler (Rusya’da Vladimir Putin, Çin’de Xi Jinping, Mısır’da Sisi, Macaristan’da Victor Orban, Belarus’ta Aleksandr Lukaşenko vd.) Asya’nın büyük bir kısmında ve Doğu Avrupa’da demokratik kazanımları ve yerleşik demokratik teamülleri değiştirmek ve geriye çevirmekle uğraştı.
Daha önce öngörülemeyen bu gelişmeler, ülkeler arasındaki askeri ve mali dengelerin değişmesiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Böyle bir durumun doğru bir şekilde analiz edilmesi ve açıklanması bugün her zamankinden daha da önemli hâle gelmiştir. Çünkü gelişmiş ekonomileri ve birbirine benzer ittifak kıstasları olan birçok demokratik devletin uzun süredir devam eden siyasal üstünlüğü/hegemonyası artık sona yaklaşıyor.
İngiltere ve ABD gibi oturmuş demokrasiler yeni yüzyıla girilen dönemde küresel çapta gayrısafi yurtiçi hasılaların büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı. Sovyetler’in dağılmaya başladığı 1990’lardan itibaren, eskiden Soğuk Savaş döneminde dünyanın çeşitli noktalarında komünist Sovyet yayılmacılığına karşı Batı’nın oluşturmuş olduğu demokratik ülkeler ittifakı elinde bulundurduğu küresel çaptaki gelirlerin çok önemli bir kısmının daha kontrolünü ele geçirdi.
1950’li yıllardan itibaren Amerikalıların liderliğini yaptığı ve demokrasi ile yönetenlerin meydana getirdiği ittifak oluşumu hem coğrafik hem de kurumsal yapı olarak genişleyerek Japonya ve Almanya’yı da içine almasıyla beraber, demokratik cephenin uluslararası camiadaki etkisi daha da ezici hâle geldi.
Liberal Demokrasi ve Kemalden Sonra Zeval
Söz konusu bu demokratik bloğun yaklaşık olarak yüz yıldan bu yana ilk defa, küresel gayrı safi milli hasılalar içerisindeki payı %50’nin altına gerilemiş durumda. Uluslararası demokratik bloğun bir maliye çetesi olan Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) tahminlerine göre, önümüzdeki on yıl içerisinde bu oran %30’lar seviyesine inecek.
Tevhîdî uyanış cereyanları ümmet içerisinde halka halka yayılırken bilhassa İslâm coğrafyasını hedef alan demokratik yayılmacılığın etkisi ve baskınlığı azalmaktadır. Bununla beraber otoriter devletlerin/Güçlü Adam yönetimlerinin elinde tuttuğu mali güç ise önemli ölçüde artmaktadır.
Ülkelere özgürlük karnesi (!) veren ve küresel demokratik bloğun özellikle İslâm coğrafyasını hedef alan öncü örümceği Freedom House’ın 1990 yılında “özgür olmayan” kategorisine koyduğu ülkeler, dünyadaki toplam gelirin yalnızca %12’sine sahip iken, bugün bu oran %33’e çıkarak, Avrupa’da faşizmin yükselişe geçtiği 1930’lu yılların ilk dönemindeki istatistikleri yakalamakla kalmayıp, Soğuk Savaş yıllarında Sovyet Rusya’nın en güçlü olduğu dönemlerde ulaşılan en yüksek istatistikleri de geride bıraktı.
Dünya şu anda sonuçları ve etkileri muazzam olacak tarihî bir eşiğe yaklaşmaktadır. Yapılan tahminlere göre gelecek yıllar içerisinde Çin ve Rusya gibi “özgür olmayan” ülkelerin, küresel gelirdeki payı Batılı liberal demokrasilerin payını geçecek. Sadece 25 yıllık bir zaman diliminde liberal demokrasiler eşi benzeri görülmemiş bir mali kuvvet konumundan, yine eşi benzeri görülmemiş bir mali zafiyet içerisine düşmüşlerdir.
Batı Avrupa ülkeleri ile ABD ve Kanada’nın oluşturduğu geleneksel liberal demokrasi bloğunun, geçmişteki muazzam baskınlığı tekrar geri kazanması, kendi içlerinde demokratik sistem karşıtlığının artması ve dünya ekonomisindeki paylarının sürekli düşmesi sebebiyle her geçen gün daha da imkânsız hâle gelmektedir.
Tam da bu noktada istikbalde iki olası senaryo çıkıyor karşımıza:
Ya dünyanın en güçlü otokratik devletleri liberal demokrasilere dönüşecek ya da miadı dolana kadar süreceği düşünülen demokrasinin baskın olduğu dünya düzeni tarihe sadece birbirine düşman siyasi sistemlerin topyekûn savaş öncesindeki kısa bir geçiş dönemi olarak geçecektir. Her iki durumda da değişmeyen ve değişmeyecek tek hakikat, İslam dışı demokratik yahut otokratik güçler için yegâne ve değişmez düşman tevhid ve sünnet nizamı olmaya devam edecektir.
Demokratik Blok, Ekonomik Güç ve Kültürel Nüfuz
Ekonomik olarak olabildiğince güçlü olmak hangi yönetim olursa olsun devletlere birçok açıdan fayda sağlar. Fakat bunlardan belki de en mühim olanı bir devletin kendi iç sınırları içerisindeki istikrarını sağlama ve bu istikrarı sürdürülebilir kılabilmesidir. Aksi durumda son aylarda Ürdün, İran ve Venezüella gibi ülkelerde yaşanan hoşnutsuzluk ve kargaşa atmosferi hakim olur. Demokrasi de olsa başka bir yönetim de olsa eğer devlet mali yeterliliği ve istikrarı sağlayamıyorsa, o devletin orta ya da uzun vadede çöküşe sürüklenmesi mukadderdir.
Ekonomik güç bir taraftan demokrasiye istikrar sağlamasının yanı sıra aynı zamanda devletlere, başka devletlerin birçok yönden gelişimine etki etme gücü ve imkânını kazandıran araçları da elverişli hâle getirir. Hiç şüphe yok ki bu araçların en etkili ve en yıkıcı olanı ise kültürel nüfuzdur.
Yaşı müsait olanların hatırlayacağı üzere batılı liberal demokrasinin zirve yaptığı zamanlarda Amerikan ve Batı Avrupa ülkeleri dünyanın en ünlü yazarlarına, müzisyenlerine, sinema filmleri ve aktörlerine, en çok izlenen televizyon dizileri ve filmlerine, en ileri sanayi ürünlerine ve en saygın üniversitelerine ev sahipliği yapıyordu.
Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına doğru ülkemiz başta olmak üzere dünyanın geri kalan kısmında yaşayan gençliğin zihninde şu dürtü yankılanmaktaydı:
Batı uygarlığının şu muhteşem varlığından hiç değilse bir parçaya sahip olma isteği… Batılı yaşam tarzının arzulanması… Bunların gerçekleşebilmesi içinse Batı’nın liberal demokrasi kökenli siyasal sisteminin (kötü bir kopyayla da olsa) taklit edilmesi…
Fevkalade ekonomik güç ve kültürel nüfuz (yumuşak güç kullanımı) bir araya geldiğinde ortaya devasa bir siyasi etki ve zoraki saygınlık çıktı.
Batılı demokrasilerin haçlı tıyneti yeniden hortladı ve elde edilen siyasi etki ekonomik yırtıcılık istikametine evrilerek bilhassa İslâm coğrafyasında daha da sert bir şekilde kullanıldı. Söz konusu ülkeleri küresel ekonomik sisteme dâhil etme vaadi veya onları bu sistemden dışlama tehdidi o ülkelerin iç siyasi meselelerine müdahale gerekçesi yapıldı.
Batılı demokratik blok ekonomik güçlerini istedikleri zaman çok kolay bir şekilde askeri güce çevirebilmişlerdir. Bu da liberal demokrasilerin dünya üzerindeki hegemonyasını sağlamlaştırmıştır. Batılı demokrasilerin askeri gücünü arkasına alan siyasiler, kendi ülkelerinde kurdukları demokratik sistemlerin varlığını bir nevi garanti altına almış oluyordu. Güç kullanılarak devrilmesi neredeyse imkânsız olan rejimlerin de doğal olarak meşru olduğu kabul edilmek zorundaydı.
Askerî güç aynı zamanda, demokrasinin diplomasi ve sahadaki asker sayısının getirmiş olduğu caydırıcılık ve tehdit yoluyla yayılmasının da önünü açtı. Ukrayna ve Polonya gibi coğrafi olarak, büyük bir demokratik güç (Avrupa Birliği) ile büyük bir otoriter güç (Putin’in Rusyası) arasında bulunan ülkeler iş birliği yapmaları neticesinde daha teknolojik ve güçlü askerî donanımlara sahip oldular.
Haçlı batılıların sömürgeleri olan bölgeler, efendilerinin siyasi sistemlerini (liberal demokrasiyi) taklit etmeleri karşılığında bağımsızlıkla (!) ödüllendirildiler. Bu sayede, Cezayir’den Moldova’ya dünyada irili ufaklı birçok demokrasi ortaya çıktı. Almanya ve Japonya gibi günümüzün iki büyük ülkesinin demokratik bir anayasaya sahip olma süreci ise bizzat bu ülkeleri işgal eden askerlerin gözetiminde gerçekleştirildi.
Sonuç olarak ekonomik gücün demokrasinin yayılmasında oynadığı ciddi rolü görmezden gelerek “Demokrasi Asrının” hikâyesini tam olarak anlamak mümkün değildir.
Demokrasinin karanlık geleceği hakkında yorumda bulunmak ya da isabetli tahminler üretmek için, demokrasinin lokomotif ülkelerinin (ABD ve Batı Avrupa’nın) sürekli olarak mali güç kaybına uğradığını ve bunun önümüzdeki yıllarda dünyada büyük bir değişime yol açabileceği ihtimalinin giderek güçlenmekte olduğunu da hesaba katmalıyız.
Batılı Demokratik Bloğun Gerilemesi
Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın, demokrasinin kurumsal olarak en sağlam köklere sahip olduğu ülkeler olması hasebiyle kendi ülkelerinde zenginliğin ve istikrarın oluşmasında liberal demokrasinin önemli bir rol oynaması zahiren iyi bir durummuş gibi görünebilir. Ne de olsa, bu ülkeler güçten düşmeye başlasalar bile Kanada’nın veya Fransa’nın, daha önce bahsi geçen ve demokratik sistem için ekonomik olarak yıkılma tehlikesinin eşiği manasına gelen kişi başına milli gelirde 14.000 dolar seviyesinin altına inilmesi pek muhtemel görülmüyor veya böyle “trajik” bir tablonun kendileri için asla düşünülemeyeceğini vehmetmektedirler. Ancak, “toplam ekonomik varlık” İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sonrasında Batılı demokrasileri ayakta tutan mali başlıkların sadece bir tanesiydi.
Batı Avrupa ve ABD’den oluşan demokratik bloğun bu dönemdeki başarısının anlaşılabilmesi için üç farklı konu başlığını daha incelemek gereklidir:
1.
Eşitlik ilkesinin göreceliliği
2.
Halk kesimleri arasında gelir dağılımının adil olması
3.
Otoriter rejimlerin, genel olarak demokratik bloğa göre çok daha fakir olması.
Her üç başlıkta da bugüne kadar demokratik blok açık ara öndeydi. Ancak yıllar geçtikçe aradaki fark yavaş da olsa sürekli kapandı.
Otokratik rejimlerin, liberal demokrasi ile yönetilen devletlerle mali performans noktasında rekabet edebilme kabiliyetine ulaşması önemli ve üzerinde durulması gereken bir noktadır. En etkili olduğu dönemde komünizm, gelişmekte olan dünya ülkeleri üzerinde liberal demokrasiye kafa tutabilmişti. Ancak en güçlü olduğu zamanlarda bile, kapitalizm karşısında zayıf bir alternatifti. 50’li yıllara gelindiğinde Sovyet Rusya ve onun uydu devletlerinin kontrol ettiği toplam gelir, dünyadaki toplam gelirlerin %13’üne tekabül ediyordu. Sonraki kırk yılda ise bu oran düzenli şekilde gerileyerek 1989’da %10’a geriledi. Komünist devletler vatandaşlarına kapitalist Batı’nın rahat yaşam tarzıyla rekabet edebilecek bir yaşam tarzı sunamıyordu. 1950 ile 1989 arasında, Sovyetler Birliği’nin kişi başına düşen milli geliri, önceleri Batı Avrupa’nın %70’ine denk iken bu oran sonraları %50’lere kadar düştü. O dönemlere şahitlik edenler Sovyet sosyalizminin “en yüksek geri kalmışlık seviyesi” manasına geldiğini de hatırlayacaklardır.
Otoriter kapitalizmin yeni ortaya çıkan tiplerinin Sovyet Rusya gibi ileride mali açıdan bir gerileme dönemine girmesi mümkündür. Ancak şu ana kadar, Arap Körfez ülkeleri ve Doğu Asya’daki otoriter kapitalist düzen, yoluna devam etmektedir. Bugün en yüksek kişi başına düşen milli gelir oranına sahip ilk 15 ülkeden 9 tanesi demokrasi ile yönetilmeyen ülkelerdir.
Emsallerine göre daha başarısız otoriter rejimlere sahip İran, Kazakistan ve Rusya gibi ülkeler dahi kişi başına düşen milli gelirlerini basit adımlar atarak 20.000 dolar seviyesine çekebilecek durumdadır. Yirmi yıl öncesine kadar kişi başına düşen milli gelir olarak çok gerilerde olan Çin de arayı hızlı bir şekilde kapatmaya devam ediyor. Ülkenin kırsal kesimlerinde bu oran günümüzde de düşük olmasına rağmen Çin, şehirlerde bu oranı yükseltebilecek kapasitede olduğunu ispatladı. Çin’de şehirleşmenin en yoğun olduğu bölgelerde dört yüz yirmi milyon insan yaşarken, bu bölgelerde kişi başına düşen milli gelir 23.000 dolardır. Bir başka deyişle, yüz milyonlarca insan “otoriter bir rejimin sağladığı modern hayatın” tadını çıkarıyor. Çin’i örnek alan daha fakir ülkeler artık biliyor ki, ülkelerinin tıpkı Çin gibi takdire şayan refah seviyelerine ulaşması için liberal demokrasi trenine binmek zorunda değiller.
Güçlü Lider, Otoriter Yönetimler ve Yumuşak Güç
Bu dönüşümün sonuçlarından birisi de otokratik rejimlerin ideolojik manada kendine güven duygusunun artması ve bununla beraber, bu rejimlerin Batılı demokrasilere çeşitli müdahalelerde bulunma gücünü kendinde bulması oldu.
Bu konuyla alakalı son iki yıldaki en büyük örnek, Rusya’nın ABD’de yapılan 2016 seçimlerini etkilemeye çalışmasıydı.
Rusya’nın Batı Avrupa’daki etkisi ise çok daha büyük işler başaracak hâle gelmiş durumda. Örnek olarak, Vladimir Putin göreve geldikten sonraki süreçte Rusya, İtalya ve Fransa’da siyasi arenada hem sağ hem de sol aşırıcı partilere düzenli mali destek vermektedir.
Diğer Avrupa ülkelerinde ise bu durum çok daha ciddidir. Almanya ve Avusturya’nın eski başbakanları gibi emekliye ayrılmış etkili siyasiler eliyle Avrupa’da Rus propagandası yapılır hâle gelindi.
Akla hemen şöyle bir soru gelebilir:
Liberal demokrasilere müdahale noktasında Ruslar yalnız mı kalacaktır?
Bu sorunun cevabı ise kesinlikle hayırdır. Çünkü otoriter güçlerin, toplum içerisinde derin ayrılıklar ve bölünmeler temeline dayanan demokrasilere yaptığı müdahalelerin gayet etkin ve başarılı olması Rusya’nın izinden giden diğer devletlerin de iştahını kabartıyor. Çin’in yurtdışında yaşayan vatandaşları üzerinde ideolojik baskı kurma çabalarına hız vermesi ve ana bilgi merkezlerinde Konfüçyüs Enstitüleri kurmaya devam etmesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Buna ilaveten, bu meseleye has bir bütçe oluşturmak suretiyle Suudi Arabistan son iki yıldır kendi hesabına çalışan kayıtlı Amerikan lobicilerin sayısını 25’ten 145’e kadar çıkartmış bulunmaktadır.
Suudiler bu türden lobi faaliyetlerini hac ve umre ziyaretçilerinden elde edilen gelirle finanse etmektedirler. Bu bağlamda 27 Haziran 2018 tarihli bir haber oldukça dikkat çekiciydi. Tunuslu İmamlar Birliği, Tunus Baş Müftüsüne çağrıda bulunarak bu yıl hac görevini tamamlamak üzere hazırlanan hacıları bu konuda teşvik etmemesini istedi. Buna sebep olarak hac ibadetinin masrafının çok yüksek olması ve Hac için ödenen paraların Suudi Arabistan tarafından şeriata aykırı bir biçimde Amerikan lobiciliğine harcanması ve Suriye ve Yemen gibi ülkelerdeki savaşlarda kullanılması gösterildi.
Batılı demokrasiler ve otoriter rejimler arasındaki teknolojik ve ekonomik güç dengesinin değişmesi, Batılı demokrasileri dış kaynaklı müdahalelere karşı daha savunmasız kılarken aynı zamanda otoriter rejimlere de kendi değerlerini yayma hususunda daha rahat hareket etme fırsatı vermektedir.
Akademik yayınlar, popüler kültür, yabancı yatırımlar ve hibeler başlıklarında otoriter rejimlerin “yumuşak gücü” şimdiden hissedilir hâle gelmiştir. Örnek olarak, birkaç yıl öncesine kadar dünyanın önde gelen üniversitelerinin hepsi liberal demokrasi ile yönetilen ülkelerdeki üniversiteler olarak gösterilmekteydi. Ancak otoriter rejimler bu açığı hızla kapatmaya devam ediyor.
Times Higher Education (Times Yüksek Eğitim) tarafından yapılan son ankete göre, dünyanın en iyi iki yüz elli enstitüsünden on altı tanesi Çin, Rusya, Suudi Arabistan ve Singapur gibi demokrasi ile yönetilmeyen ülkelerin sınırları içerisindedir.
Ancak otoriter rejimlerin yumuşak gücünün belki de en önemli kalemi, demokratik devletlerin bir zamanlar kayıtsız şartsız ellerinde tuttukları haberlerin sunulma ve dağıtılmasının kontrolünü yavaş yavaş da olsa zayıflatmış olmalarıdır. Geçmişte Sovyetlerin propaganda kanalı Pravda’nın ABD topraklarında birkaç bin takipçiye bile ulaşması mümkün değilken, günümüzde devlet eliyle kurulup yönetilen Katarlı El Cezire, Çinli CCTV ve Rus RT haber ajanslarının hazırladığı içerikler her gün milyonlarca Amerikalı tarafından izlenmekte ya da okunmaktadır. Bu da hem Batı’nın medya içeriği üzerindeki hegemonyasının yıkılması hem de yabancı devletlerin el uzatamayacağı sivil bir alanı idame ettirme kabiliyetinin sona ermesi anlamına gelmektedir.
Küresel Demokratik Hegemonyada Sonun Başlangıcı
Kuzey Amerika ve Avrupa’da geçtiğimiz yıllara damga vuran uzun süreli demokratik istikrar döneminde ABD hem kültürel hem de ekonomik olarak baskın olan süper güçtü. Sovyetler Birliği gibi otoriter rakipler ekonomik olarak hızlı bir şekilde gerilerken ideolojik savaşı da kaybetti. Sonuç olarak, hem daha fazla bireysel özgürlük ve kolektif özgüven vadeden hem de yaşanması daha kolay olan bir hayata davet eden demokrasi, rakiplerine karşı bir adım öne geçti.
O dönemlerde başarı getiren bu maddelerle alakalı herhangi bir sıkıntı yaşanmaması hâlinde demokrasinin geleneksel kalelerinde bir sorun patlak vermesi için hiçbir neden görünmüyordu. Hatta sayısı sürekli olarak artan otoriter rejimlerin de eninde sonunda kendi kendilerine demokratikleşeceğine dair güçlü beklentiler vardı.
Ancak, Batılı demokrasilerin dünyanın en etkili kültürel ve ekonomik gücü olduğu dönem –biiznillah- artık sona erme sath-ı mâiline girmektedir. Liberal demokrasilerin kurumsal olarak güçlü eskime sinyalleri verdiği günümüzde, otoriter kesimler, liberal olmayan demokrasi formatında yeni ideolojik alternatifler geliştirmeye çalışmaktadırlar.
Demokrasi çığırtkanı batılı spekülatörler ve etkili yayın kuruluşlarının dillerine “diktatör” diye pelesenk ettikleri Erdoğan veya Putin gibi liderler, vatandaşlarına Batı’nın en zengin ülkeleriyle her geçen gün daha iyi rekabet edebilecek seviyeye ulaşan refah düzeyi sunabilmektedir.
Batılı demokrasiler belki de tekrar baskın güç olabilir. Bunun için, ekonomik birtakım gelişmelere ihtiyaç vardır. Rusya, İran ve Suudi Arabistan gelir kaynağı olarak büyük oranda yeraltı kaynaklarına bağımlı durumdadır. Çin’in son yıllardaki büyüme oranları da sürekli yükselen borç balonu ve ülkenin sahip olduğu insan gücü kaynakları yardımıyla bu derece yüksek oranlara ulaştı, ancak bu eğilim ülkenin bir süre sonra elindeki avantajları bitirmesinin ve yaşlanan nüfusun üretimde krizlere yol açmaya başlamasından sonra sürdürülebilir olup olmadığı ileride görülecektir. Dolayısıyla otoriter devletlerin son zamanlarda gösterdiği mali atılımın ömrü kısa sürebilir.
Öte yanda gelişmiş Batılı ülkelerin mali performansı artabilir. 2007 küresel krizinin etkilerinin geçmesiyle beraber Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinin ekonomileri tekrar hayat bulması hâlinde, liberal demokrasinin kaleleri bir kez daha modernize otokrasilerle kapanmaya başlayan arayı açabilir. Rusya ve Çin sınırları içerisinde henüz gelişme sürecinin başlamadığı geniş bakir topraklar var. Bu da bu iki ülkenin hâli hazırdaki büyüme modellerini sürdürülebilir kılması hâlinde hatırı sayılır mali kazanımlar elde etmeye devam edeceği anlamına gelmektedir.
Batılı demokrasiler için bir diğer umut kaynağı ise, dünyada her geçen gün daha fazla sözü geçmeye başlayan Brezilya, Hindistan ve Endonezya gibi devletlerin, küresel demokrasi bloğunun kötü gidişatına dur deme ve demokratik değerlerin dünyaya yayılmasına yardım etmeye başlayacakları düşüncesidir. Ancak bunun için hâli hazırdaki yol haritasında büyük çaplı değişiklikler olması gerekmektedir. Fakat bu ülkelerin dış politikalarını belirleyen faktörler arasında demokrasinin müdafaası tarihsel olarak hiçbir zaman olmadı. Örnek olarak, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinin ardından Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika, Rusya’nın kınanmasını öngören BM tasarısında oy kullanmamayı tercih ettiler. Rusya’ya karşı ekonomik önlemler alınmasına da karşı çıktılar. Bir diğer örnek olarak, bu ülkeler devletlerin internet üzerinde daha fazla kontrol sahibi olması gerektiği noktasında otokratik devletlerle aynı safta yer aldılar.
Bugün dünya sahnesine yeni yeni giren demokrasiler, tarihi olarak Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Doğu Asya’nın bazı bölgelerindeki sağlam demokratik devletlere kıyasla istikrar konusunda çok geridedirler. Son yıllarda Arjantin, Endonezya, Meksika, Filipinler ve kısmen de olsa Türkiye’de esen demokrasi karşıtı rüzgârlar, önümüzdeki yıllarda bu ülkelerin bazılarının “kusurlu demokrasiler” olarak kalacağının sinyallerini vermektedir. İlk olarak Türkiye’nin akla geldiği ülkelerde ise tam anlamıyla öyle olmasa da bir tür Demokratik Hilafet rejimine dönüşeceği ihtimali küresel demokrasi bloğunu endişeye sevk etmektedir.
Bu ülkelerden bazıları pekâlâ sürekli güç kaybeden demokratik kuvvetlere omuz vermek yerine, otokratik güçlerle aynı safa geçebilir.
Demokratik devletlerin geçmişte “Demokrasi Çağında” olduğu gibi küresel çapta mutlak bir egemenlik elde etmesini ummak büyük bir ihtimalle pek gerçekçi olmayacaktır. Demokrasilerin gün geçtikçe çekiciliğinin azalması ve yolun sonunda bir ideoloji olarak sunması gereken refah ortamını artık sağlayamayacak duruma gelmesi daha muhtemeldir.
Tüm bunlara rağmen Batı tarzı demokrasinin işleyen prensipleri, ileride kapitalizm ile rekabet edebilecek hayat standartlarına sahip olsa bile, otoriter rejimler altında yaşayan insanlara belli bir oranda cazip ve çekici olmaya devam edecektir.
İran, Rusya ve Suudi Arabistan gibi otoriter devletler halklarının yararına olan reformları gerçekleştirmeyi başarabilirlerse demokrat blok ile otokrat yönetimler arasındaki güç dengesi tekrar demokratların aleyhine dönmeye başlar.
Meselenin özü: Bugün itibariyle Batılı demokrasilerin yüzyıl süren küresel iktidarı artık bitiş noktasına doğru ivme kazanmaktadır.
Bundan sonra merak edilen şey şudur:
Demokrasinin Batı’da saplı duran çapasının daha ileriye taşınması ile gerçek bir demokratik hegemonya devrinin yeniden başlaması mümkün görünmemektedir. Demokrasi artık dünyanın bir köşesine sıkışmış, mali ve demografik olarak sürekli kan kaybeden hem itikadî hem de insanî fevkalade tahribatlar bırakarak sonunda da yok olup gidecek olan menhus bir yönetim şekli olarak hatırlanacaktır.
…لِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ إِذَا جَاء أَجَلُهُمْ فَلاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ ﴿٤٩﴾
“… Her milletin bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” [1]
İlk Yorumu Sen Yap