Daru’l Erkam’ın İlk Mezunu: Musab b. Umeyr

 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.

Allah Rasûlü’nün, Mekke’de sıkışan daveti rahatlatma girişimleri Allah’ın yardımı ve bereketiyle meyvelerini vermiş ve Medine, İslam yurdu olmak için gün saymaya başlamıştı. Elbette Medine’den, İslam devletinden, sağlam temeller üzerine bina edilen bir İslam toplumundan bahsediyor isek, Daru’l Erkam’ın ilk mezunu olan Musab b. Umeyr’i radıyallahu anh anmamak olmaz.

Musab b. Umeyr radıyallahu anh zenginliği, soyu, yakışıklılığı nedeniyle Mekke’de yaşantısına imrenilen bir gençti. Ama bu vasıflarının hiçbirisi onu tatmin etmiyor, sürekli bir arayış içerisine giriyordu. Yirmi beş yaşına geldiğinde arkadaşları ile beraber bir sohbet meclisinde iken Allah Rasûlü’nün davetini işitti ve içini bir merak duygusu kapladı. Daha sonra da Allah subhanehu ve teâlâ onu Habbab’ın eliyle hidayete kavuşturdu.

Habbab radıyallahu anh demirci dükkanında çalıştığı bir gün Musab’ı görünce ‘Acaba böyle bir gence davet yapsam kabul eder mi?’ diye düşünmeye başladı. Musab onun bu hâlini görünce niçin düşünceli olduğunu sordu. Habbab da içindeki duyguları açığa çıkardı. Bunun üzerine Musab davete icabet etti ve Daru’l Erkam’a gidip Allah Rasûlü’nün huzurunda iman etti.

Bir insanın İslam’a girmesinin önündeki en büyük engel, kibridir. Musab radıyallahu anh, onu kibre götürecek birçok vesileye rağmen tevazu sahibiydi. Bu da onu İslam’a daha hızlı ulaştırdı. Yoksa bir köle olan Habbab’dan din dinleyip de tüm hayatını değiştirecek şekilde iman etmesi nasıl mümkün olabilirdi? Musab bu ahlakını İslam ile daha da güzelleştirdi. Çünkü bir kişinin İslam’a girebilmesi için, kibri kendisinden atması gerektiği gibi; İslam’da kalabilmesi, kendini sürekli geliştirebilmesi için de kibrin tüm izlerini yok etmesi gerekir. Musab İslam’dan sonraki yaşantısında hiçbir zaman eski zenginliğine, soyuna, bilgisine, zekasına atıf yapmamış bunu bir ayrıcalık olarak kullanmamıştır.

Musab’ın radıyallahu anh İslam’ına vesile olan Habbab’a da ayrı bir parantez açmak gerekir. Habbab köle olan sahabilerdendi ve demirciydi. Zahiren Müslümanlara fayda sağlayabileceği herhangi bir alan yoktu. Ama bu, onu salih amellere niyet etmekten, dertlenmekten alıkoymadı. Bir kişiye davet yapmayı düşündü, niyet etti Allah da subhanehu ve teâlâ Medine’yi İslam ümmetine kazandıracak gencin hidayetine Habbab’ı vesile kıldı.

Böyle bir kıssayı bilen Müslümanın ‘Benden bir şey olmaz’ bahanelerine sarılıp köşeye çekilmesinin hiçbir izahı olamaz. İslam davasına hizmet için her Müslümanın muhakkak yapabileceği bazı şeyler vardır. Hiçbir şey yapamayacağına inanıyorsa bile güzel amellere niyet eder, dua eder, bulunduğu ortamlarda menfi davranışlardan uzak durup İslam davasına zarar gelmesine engel olur.

Aynı şekilde Habbab’ın radıyallahu anh fiilî gününün büyük bir kısmını çalışarak geçiren ve İslam’a hizmet edememekten yakınan kardeşlerimize de güzel bir örnektir. Davet, zaman ve mekân sınırlamasını kabul etmez. Her Müslüman bulunduğu ortamı birer davet alanına çevirmeli, İslam’a hizmet etmek için şartları zorlamalıdır. Davet yapmak için hoca, âlim, ilim talebesi olmaya gerek yoktur. Davet aşkı, bilinci ve ihlas ile çok basit bilgiler bir araya geldiğinde ortaya böyle harikulade sonuçların çıkması kaçınılmazdır.

Musab radıyallahu anh Allah Rasûlü’nün tavsiyesi ile imanını gizledi. Ancak, namaz kıldığını gören bir akrabası durumu annesine haber verince Musab için zor günler başladı. Tehditler, işkenceler, teklifler birbirini kovaladı. Ama ne bedenine aldığı darbeler ne de ‘Ya servetin ya da dinin!’ tehditleri ona geri adım attırmadı. En sonunda annesi, oğlunu kendisine olan sevgisi ile geri döndürmeye çalıştı: ‘Eğer dininden dönmezsen hiçbir şey yemeyeceğim.’ dedi. Ancak bu taktik de bir fayda vermedi.

Musab radıyallahu anh büyük bir davanın neferi idi. Büyük davalar ise, büyük fedakârlıklar ister. Allah katında kazanacaklarımızın yanında bu kayıplar her ne kadar çok basit olsa bile yine de Müslüman kendini imtihanlara hazırlamalıdır. Çünkü musibetlerin sıcaklığında fertler, niye bu davaya gönül verdiklerini, neyi elde etmeyi umduklarını ve nelerden vazgeçtiklerini unutmaktadırlar. İmtihanlar başa gelmeden önce kendi kendimize bunları hatırlatmak, fedakârlık anında işimizi Allah’ın izni ile kolaylaştıracaktır.

Musab’ın annesinin uyguladığı son taktik, günümüzde çokça tekrar eden ve belki de birçok Müslümanın kafasını karıştıran bir durumdur. Özellikle İslam’la tanıştıktan sonra anne baba hakkına kuvvetli vurgular içeren nasları gören Müslümanın, onların isteklerine karşı tutum konusunda kafası karışmaktadır. Burada meseleyi çözüme kavuşturan şey, hakları ve haklar çakıştığında hangisinin daha öne alınacağına dair fıkhı öğrenmektir. Haklar piramidinin en üstünde Allah’ın hakları vardır. Daha sonrasında ise insanlar, haklar konusunda kendi aralarında derece derece sınıflandırılır. İnsanların kategorisinde hakları en öncelenmesi gereken sınıf, anne babadır. Yani bir kişi hayatında anne babası ile diğer insanların hakkı çakıştığında anne babasını öncelemelidir. Ancak, Allah’ın hakları ile insanların hakkı çakıştığında tartışmasız bir şekilde Allah’ın hakkı öncelenir. Velev ki bu kişiler anne baba bile olsa.

Bu taksimatı bilen bir Müslüman, anne babasının hakkına gireceği düşüncesi ile İslam davasına hizmet etmekten geri durmaz. Asıl olan, Allah’ın haklarıdır.

Bahsettiğimiz husus Müslüman olmayan bir ebeveynin çocuklarını İslam’dan uzaklaştırmak için kullandığı bir taktiktir. Ancak üzülerek söylemek gerekir ki, günümüzde Müslüman olan anne babalar da aynı hataya düşmektedirler. Yaptıkları amelleri, çocuklarından beklentilerini bir an durup düşünseler aslında ne denli bir yanlış içinde olduklarını rahatlıkla anlayacaklardır. Allah böyle bir toplumda onların çocuklarına hidayet etmiş, onları muhafaza etmiş ve dahası dinine hizmetkâr kılmıştır. Sadece bunlar dahi oturulup gece gündüz Allah’a hamd etme vesilesi olması gerekirken, ebeveynler emni ve dünyevi bazı hususlardan dolayı çocuklarının sadece Müslümanların içine gelip giden birer fert olmalarını ümit etmekte ve bu yönde oğullarına/kızlarına baskı yapmaktadırlar. Cahiliyenin aç kurtlar gibi her taraftan saldırdığı böyle bir zamanda yaptıkları ne büyük bir cesaret!

Musab b. Umeyr radıyallahu anh, cahiliye yaşantısındaki imkânların çokluğuna rağmen İslam’ından sonra baskılardan nasibini almış ve Mekke’de sıkıntılı günler geçirmeye başlamıştı. Bu arada Allah Rasûlü Müslümanlar için güvenli bir yurt olur düşüncesi ile ashabından bir grubu Habeşistan’a göndermeye karar verdi. İki defa gerçekleşen Habeşistan seferlerinde kafilenin içinde Musab b. Umeyr de vardı. Ancak, Habeşistan seferleri beklenen neticeyi vermedi.

Medine’yi İslamlaştıran Musab’ın radıyallahu anh, aynı sonuca Habeşistan’da ulaşamamasının birçok sebebi zikredilebilir. Ama en ön sırada Müslümanların oraya gidiş gayelerindeki farklılık gelmektedir. Medine’den Allah Rasûlü’nün huzuruna gelen insanlar Peygamberin sadece himaye talebini kabul etmediler. Aynı zamanda İslam’ı da kabul ettiler ve kendi topraklarında İslam’ı yayacaklarının sözünü verdiler. İslami harekette öncelikli hedef zaten davetin her bölgeye ulaştırılmasıdır. Musab bu amaçla gitti ve Allah’ın yardımı, bereketi ile hedefe ulaştı. Habeşistan’daki öncelikli hedef ise, Müslümanlar için güvenli bir yurt inşa etmekti. Medine gibi toplumun bir kesimine davet yapıp başarılı olunmaz ise, diğer kesimine davete başlanılabilecek parçalı bir toplumsal yapı da söz konusu değildi. Otorite tek elde toplanmıştı. Bu sebepten ötürü Habeşistan, Müslümanlar için güvenli bir belde idi. Ancak, davet için uygun bir ortam yoktu.

Bu farklılık ve sonuçlar şu açıdan önemlidir: Müslüman, davete başladığında yol haritası ve hedefleri net olmalıdır. Sabah kalktığında aklına gelen ilk düşünce ile harekete geçmek bu davanın büyüklüğüne yakışmaz. Müslüman, bir bölgeye giriyor ve orada çalışma yapmayı hedefliyor ise, ilk önce bu çalışmadan beklenen sonucun ne olduğunu netleştirmelidir. Maalesef bir plan dahilinde hareket edilmediğinde, her türlü aksaklık sonucunda makas değişikliğine gidilebilmekte, anlık güzelliklerle heyecana gelip şartlar, dengeler hesaba katılmadan boyu aşan işlere girilebilmektedir. Bu afetten kurtuluşun anahtarı, menhecin net olması ve yapıdaki tüm kardeşlerin de bu yol haritasının kontrolü için kendilerini doğal görevli olarak görmeleridir. Karşılaştıkları yanlış tabloları veya anlamlandıramadıkları hususları da usule ve üsluba dikkat ederek düzeltmeye çalışmalıdırlar.

Allah Rasûlü Musab’ı radıyallahu anh bir öğretmen ve davetçi olarak Medine’ye gönderdi. Musab orada Medine’nin ilk Müslümanlarından Esad b. Zurare’nin evine yerleşti ve davet çalışmalarına başladı. İkinci Akabe biatı ve sonrasında Allah Rasûlü’nün hicretine kadarki sürede Medine’deki hemen hemen her eve İslam’ın nuru girmişti. Yazımızı sonlandırmadan zikredeceğimiz rivayette de rahatlıkla anlaşılacağı üzere, bu sonuçta, Musab’ın üslubu, Kur’an bilgisi, tecrübesi, temsil yeteneği ve Daru’l Erkam’da uzun yıllar aldığı eğitimin etkisi çok büyüktü. Şimdi Medine’de davetin genele yayılmasında kilit rol oynayan Sad b. Muaz ve Useyd b. Hudayr’ın İslam’a giriş kıssalarına bakalım:

Esad ile Musab radıyallahu anh, Merak denilen su kuyusunun başına geldiler ve o bahçede oturdular. Eşhel kabilesinden bir cemaat onların yanına toplandı. O zaman Sad b. Muaz ve Useyd b. Hudayr, Ben-i Abdil Eşhel’den olan kavimlerinin efendisi idiler. Her ikisi de kavminin dini üzere müşriktiler. Bu olayı işittikleri zaman Sad b. Muaz, Useyd b. Hudayr’a dedi ki: ‘Ben karışmam, evlerimize zayıflarımızı bozmak için gelmiş olan o iki kişiye git ve onları men et, bize gelmesinler. Çünkü bildiğin gibi şayet Esad b. Zurare akrabam olmasaydı senin yerine onu ben kovardım. O, teyzemin oğludur. Ona karşı gelmeye kendimde cesaret bulamıyorum.’

Bunun üzerine Useyd b. Hudayr mızrağını aldı, sonra onların yanına gitti. Esad b. Zurare onu görünce Musab b. Umeyr’e dedi ki: ‘İşte bu kavminin efendisidir. Sana geliyor. Onun hakkında doğruyu yerine getir.’

Musab radıyallahu anh dedi ki: ‘Eğer oturursa onunla konuşurum.’

Useyd söverek önlerinde durdu ve şöyle dedi: ‘Sizi, bize getiren nedir? Zayıflarımızı bozuyorsunuz. Eğer sağ kalmak istiyorsanız bizden ayrılıp gidiniz.’

Bu arada Musab ona: ‘Oturup da dinlemez misin? Eğer razı olursan kabul edersin, hoşuna gitmezse bırakırsın.’ dedi.

Useyd: ‘Haklısın.’ dedi. Sonra mızrağını yere saplayıp onların, yanına oturdu. Böylece Musab ona İslam’ı anlattı ve ona Kur’an (Zuhruf Suresi’nin baş kısmını) okudu.

Musab ve Esad dediler ki: ‘Vallahi o daha konuşmadan önce yüzünün aydınlığından ve yumuşamasından dolayı onun Müslüman olduğunu anladık.’ Sonra: ‘Bu söz ne güzel bir sözmüş! Bu dine girmek istediğiniz zaman nasıl yaparsınız?’ dedi.

Onlar da ona şöyle dediler: ‘Gusledip temizlenir ve elbiseni de temizlersin, sonra hak şehadetiyle şehadet getirir, namaz kılarsın.’

Bunun üzerine o da kalktı gusül abdestini aldı, elbisesini temizledi, hak şehadetini getirdi, iki rekât namaz kıldı, sonra onlara şöyle dedi: ‘Arkamda bir adam var. Eğer o size tâbi olursa, onun kavminden hiçbir kimse ondan ayrılmaz. Onu şimdi size göndereceğim. O, Sad b. Muaz’dır.’

Kıssanın devamında Sad b. Muaz da arkadaşı gibi tepkiler veriyor, ancak Musab radıyallahu anh davetinde bir değişiklik yapmıyor. Sonuç olarak da Sad b. Muaz da İslam’ı kabul ediyor. Daha sonrasında da kavmi ile arasında şöyle bir diyalog yaşanıyor:

Kavmi onu dönerken gördüğünde şöyle dediler: ‘Allah’a yemin ederiz ki Sad, yanınızdan gittiği yüzden başka bir yüzle size dönmüştür.’

Yanlarına geldiğinde şöyle dedi: ‘Ey Ben-i Abdul Eşhel! Beni içinizde nasıl bilirsiniz?’

Dediler ki: ‘Sen, bizim efendimizsin ve bizim en lütufkârımız ve görüş olarak en üstünümüzsün. Temsilcilik yönünden en hayırlımızsın.’

Sad dedi ki: ‘Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne sizler iman etmeden, küçük büyük hiçbirinizle konuşmayacağım.’

Musab ve Esad dediler ki: ‘Vallahi Ben-i Abdi Eşhel evlerinde Müslüman olmayan hiçbir erkek ve kadın kalmadı.’ [1]

Davamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

[1]        .     Siyer-i İbni Hişam

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver