3. Kaide: Daru’l-Küfürden Kasıt Toprak Parçasını Tekfir Etmek Değil Oradaki Halkı Tekfir Etmektir
Bunu belirtmemizin sebebi bu gün bazı insanların daru’l-küfürden kast edilenin toprak parçası olduğunu anlıyorlar. Mesela diyorlar ki T.C. sınırları içerisinde bulunan toprak parçası kâfirdir, ama halkı Müslümandır. Oysa bu, hem şer’an hem de aklen doğru değildir.
Şer’an: Kur’an’da dar, karye ve toprak denildiğinde kast edilen toprak değil; o toprağın üzerinde yaşayan halktır. Allah subhanehu ve teâlâ ayette şöyle der:
“Ben size fasıkların karyesini göstereceğim.” (7/A’raf, 145)
Yine başka bir ayette:
“Keşke o karyeler biz onları yakalamadan önce iman etselerdi de imanları onlara fayda verseydi. Ancak Yunus’un kavmi müstesna.” (10/Yunus, 98)
Yani ayette bazılarının anladığı gibi toprak parçasının iman etmesi değil, o darın içinde olan insanların iman etmeleri kast edilmiştir. Yine başka bir ayette: “Biz onu pislik yapan karyeden kurtaracağız”, burada karyeden kastedileni Allah ayetin devamında şöyle belirtiyor: “Çünkü onlar kötü ve fasık olan bir kavimdi.”
Ve bunun gibi birçok ayette Allah dar, toprak veya karye dediği zaman içinde yaşayan insanları kastetmektedir.
Aklen: Akli olarak bir şeye hüküm nispet edebilmek için hükmü gerektiren şeyin fiillerde ve sözlerde açığa çıkması gerekir. Mesela birisine fasık diyebilmek için; onun fıskı gerektiren bir şey yapması gereklidir. Yani hüküm kalp, dil ve organların ameline nispet edilir. Oysa toprak parçasının herhangi bir ameli/organı olmadığı için ona hüküm nispet edilmesi mümkün değildir. Yani bir yere daru’l-küfür denildiğinde, toprak parçasının küfür olan amelleri işlemesi mümkün olamadığından dolayı, onları yapan insanlara küfür hükmü verilir.
Sonuç Olarak: Şer’an ve aklen daru’l-küfürden kast edilen toprağı değil halkını tekfir etmektir. Yine bir topluma daru’l-İslam derken toprağı Müslüman değil içinde yaşayan insanları Müslüman olarak kabul etmektir.
4. Kaide: Her Belde, İçinde Yaşamış Olduğu Yöneticinin Hükmünü Alır
Yani daru’l-küfürde yöneticinin hükmü neyse o beldenin bütün halkı da İslam’ı izhar edenler hariç o hükümdarın hükmünü alır, o beldenin de halkına kâfir muamelesi yapılır. Bunun delilleri şunlardır:
Allah subhanehu ve teâlâ kavimleri helak ettiğinde kavimlerin içinde mücrimler olmasıyla beraber, orada çocuklar ve hiçbir şeyden anlamayan yaşlılar da vardı ve Allah o insanları mücrimlerden ayrıt etme kudretine sahip olmasına rağmen dinini izhar edenler hariç geri kalan hepsini helak etti.
Yine bir hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle der:
” ‘Bir ordu Kâbe’ye saldırmak için yola çıkar. Ordu çöl olan bir araziye geldikleri zaman Allah o orduyu baştan sona, tamamını yerin dibine geçirir.’ Bunun üzerine Aişe radıyallahu anha soruyor: ‘Ya Rasulullah onların içinde onlara mal satanlar, ticaret için ve onlardan olmayanlar olmasına rağmen Allah onların hepsini yerin dibine sokar mı?’, Rasulullah: ‘Evet ama daha sonra niyetleri üzere dirilirler’ diye cevap vermektedir.” (Sahiheyn)
Burada da Allah subhanehu ve teâlâ bir topluluğun genel hükmüne göre içindeki fertlere dünyadayken aynı muameleyi yapıyor. Ayrıca Allah o ordudan olmayanları onlardan ayırma gücüne sahip olmasına rağmen ayırmayıp, hepsini birden helak ediyor. Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir belde ile savaşmak istediği zaman o beldedeki insanları tek tek kendine muhatap almıyor, sadece o beldenin genel hükmünü kâle almıştır. Mesela Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Hırakl’e gönderdiği mektupta:
“Müslüman ol, selamette kalasın. Şayet reddedersen bütün halkın sorumluluğu da senin üzerinedir.” (Buhari)
diyor. Bu rivayette de görülmektedir ki Rasulullah herkese davet mektubu göndermemiş sadece hükümdara mektup göndermiştir. Çünkü halk, hükümdarın hükmündedir.
Yine bu usulü aynı şekilde sahabe de devam ettirmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettikten sonra yalancı peygamberler ortaya çıkmıştır. Bunlardan bir tanesi de Museylemetu’l-kezzab’tır. Ebu Bekir radıyallahu anh kendi hilafeti döneminde bunlarla savaşmış ve savaşta herkese, tek tek sormadan kâfir muamelesi yapmıştır. Ayrıca halkın melikin dini üzere olduğunda, âlimler icma etmişlerdir.
O zaman halk, kendi yöneticisinin hükmüne göre muamele görür. Ancak bunun hilafını izhar edenler hariçtir. Daru’l-küfür olan bir beldedeki halka kâfir muamelesi yapılır; ama İslam’ını izhar edenlere ise Müslüman muamelesi yapılır.
Şüphe: Tatarlar Türkiye’nin güneyinde bulunan Mardin beldesine saldırıp işgal edince bazı insanlar gelip Şeyhu’l-İslâm İbni Teymiye’ye Mardin halkı için bazı sorular sormuşlar. ‘Mardin daru’l-harp mi yoksa daru’l-İslam mı? Orada yaşayan Müslümanların İslam diyarına hicret etmeleri vacip mi?’ Bu gibi sorular sorunca İbni Teymiye de: ‘Mardin ne ehli kâfir olan küfür beldesi mesabesindedir, ne de ehli Müslüman olan İslam beldesi mesabesindedir. Onda iki mana birlikte vardır. Orada Müslümanlara gerektiği gibi muamele edilir, İslam şeriatından çıkanlara da gerektiği gibi muamele edilir.’ (Mecmau’l-Fetava 28/240-241)
Günümüzde de bazı insanlar darlar meselesinde İbni Teymiye’nin Mardin halkı için vermiş olduğu bu fetvaya dayanarak: ‘Daru’l-mürekkep adında üçüncü bir darın var olduğunu belirtip, şu anda içinde yaşadığımız ülke olan T.C.’nin de dâhil olmak üzere birçok ülke daru’l-mürekkeb hükmünde olduğunu iddia etmektedir. Onun için o ülkelerde yaşayan herkese kafir muamelesi yapılamayacağını, sadece o ülkenin yöneticisi ve onlara destek verenlere küfür ile itham edilebileceğini söylerler. Ama destek vermeyen halka da İslam’la hükmedilir. Çünkü bu darlar bir dönem İslam diyarları olmuş, daha sonra kafirler gelip buraları işgal etmişler’ derler.
Cevap: Şeyhu’l-İslâm İbni Teymiyye’nin bu fetvasını şöyle açıklayabiliriz:
1. İbni Teymiyye’nin bu görüşünü kendinden önce hiçbir alim belirtmemiş ve ondan sonra da hiçbir alim bunu kabul etmemiştir. Necd uleması da bu görüşü kabul etmeyenlerdendir. Şeyhu’l-İslâm Muhammed İbn-i Abdilvehhab Mardin halkından durumu daha iyi olan Fatımilerin ülkesinde yaşayan halk için şöyle der:
‘Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, âlimlerin tekfir ettikleri, riddetlerine ve öldürülmelerine fetva verdikleri kimseleri saymaya kalksak söz çok uzar. Ancak son zamanlarda gerçekleşen olaylardan birisi, Mısır meliklerinden olan Beni Ubeyd ve taraftarları ile ilgili olaydır. Onlar ehli beytten olduklarını iddia etmekteydiler. Cuma ve cemaat namazlarına devam ediyor, kadılar ve müftüler tayin ediyorlardı. Fakat âlimler, onların kâfir ve mürted oldukları, kendileriyle savaşılması gerektiği hususunda hemfikirdirler. Aynı zamanda halkı ikrah altında ve onlara buğzetmekte olsalar dahi, ülkelerinin dâru’l-harb olduğu ve bu nedenle onlara karşı savaşılacağı konusunda icma etmişlerdir.’ (er-Riseletu’l Sahsiyye, 220)
2. Her âlimin sözünün kendi vakası içinde ele alınması gerekir. İbni Teymiyye’nin fetvası kendi vakasında ele alındığında İbni Teymiye’nin anlattığı vakıa ile bizim yaşadığımız vakıa birbirinden tamamen farklıdır.
Çünkü Mardin halkının durumu şuydu; kafir gelip o beldeye savaş açmış, Müslümanlar da onlarla savaşmıştır. Yani savaş halindeler ama ilk olarak Müslümanlar savaşı kaybetmişlerdir. Böyle bir durumda birinin gelip ‘bu dar; daru’l-harp, halkına da kafir denilmesi lazım’ demesini hiçbir gönül ve akıl kabul etmez. Çünkü o halkın Müslüman olduğu, kendi beldelerini işgal eden kafirlere karşı savaşıp yenildikleri bilinmektedir. O zaman İbni Teymiyye’nin bu fetvası kendi zamanında ele aldığında fıkha ve şeriatın usullerine çok uygun olan fetvadır ki, daha savaş henüz bitmemiş ve Müslümanlar daha sonra savaşı kazanmışlardır.
Ayrıca Tatarların şöyle bir özelliği var: Onlar işgal ettikleri beldelerde halka kadılarla şeriatla hükmediyorlardı ama kendi aralarında ise atalarının koyduğu Yesak’la hükmediyorlardı. O zaman İbni Teymiye’nin konuştuğu vakıa böyle bir vakıadır. Böyle bir vakıayı getirip kendi ülkemize yani yüz sene önce yıkılmış, yerine küfür devleti kurulmuş ve halkın da razı olduğu bir devlete uygulamak, işte böyle iki farklı vakıayı birbirine kıyas etmek kesinlikle doğru olmaz.
İlk Yorumu Sen Yap