Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda Allah’ın subhanehu ve teâlâ insanları bir tek amaç için yarattığını görmekteyiz. Allah subhanehu ve teâlâ yaratılış amacımızı Zariyat Suresi’ndeki şu ayette bizlere bildirmektedir:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk/ibadet etsinler diye yarattım.” (51/Zariyat, 56)
Rabbimizin Kitabı olan Kur’an’da daha yaratılmadan önce bu hakikate bağlı kalmamız adına vermiş olduğumuz sözden bahsetmektedir. Araf suresinde de şöyle buyurmaktadır;
“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’, (Onlar da): ‘Evet (buna) şâhit olduk’, dediler.” (7/Araf, 172)
Hepimiz Allah’a subhanehu ve teâlâ O’na kul olmak adına söz verdik. Allah’ın subhanehu ve teâlâ Rububiyetine/Rabbliğine dair vermiş olduğumuz bu söz, aslında O’na kul olacağımıza dair verdiğimiz sözdür. Çünkü Rabb kim ise, ibadet edilmesi gereken merci de odur. Ancak bu söz verme sahnesini hiçbirimiz hatırlamamaktayız. İşte Allah subhanehu ve teâlâ rahmetinden dolayı, insanların bu sözü verdiklerini onlara hatırlatması için insanlardan olan bir elçi, bir Peygamber göndermiştir. Bu Peygamberler kavimlerine Allah’a vermiş oldukları bu sözü hatırlatmışlar ve birer insan olmaları hasebiyle vefat edip Rabblerine dönmüşlerdir.
Allah subhanehu ve teâlâ yine sonsuz rahmetinin bir tecellisi olarak bu ibadet görevini hatırlatmak amacıyla Peygamberlerin kavimlerine iletmiş olduğu mesajları kitaplaştırmak suretiyle, bu mesajları ebedi hale getirmiştir. Ta ki insanların Allah’a hesap verdikleri gün sunacakları bir mazeretleri kalmasın ve biz bundan habersizdik demesinler diye Allah subhanehu ve teâlâ böyle takdir buyurmuştur. Bu mesajı ileten son Peygamber ise Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem idi. Allah’ın insanlara ilettiği ibadet veya kulluk mesajını içeren kitap ise önceki kitapların aksine hiçbir tahribat ve tahrifata uğramamış olan Kur’an-ı Kerim’di.
İnsanların ancak kendisinin yerine getirilmesi ile Müslüman olabilecekleri ‘La ilahe illallah’ kelimesinin ifade etmiş olduğu mana da bizim Allah’a söz verdiğimiz, Peygamberlerin davet ettiği ve kitaplarda yerini bulan kulluk vazifesi ile paraleldir. Bu kelime ‘Allah’tan başka ibadeti hak eden yoktur’ manasını ifade etmektedir. Bu ise kulluk vazifesinin sadece Allah’a yapılmasını gerektirmektedir. Kulluk ise hayatın sadece belli alanlarında değil hayatın tamamında yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur. Nitekim Allah subhanehu ve teâlâ ayette şöyle buyurmaktadır;
“De ki: ‘Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.’ ” (6/Enam, 162)
Hayatın ve ölümün sadece Allah’a adanması kulluk vazifesinin yerine getirilmesidir. Bu ayeti okuyan bir kişinin kulluğu belli zaman ve mekânlara hasretmesi veya hapsetmesi büyük bir yanılgı olacaktır.
Buraya kadar aktardıklarımız hemen hemen çoğumuzun bildiği bir takım bilgilerdi. Bu bilgileri hatırlattıktan sonra bu bilginin pratize edilmiş halini, yani Müslümanın yürüdüğü yolda menheci olarak hayatına geçirmesi gereken asıl meselemize değinebiliriz.
Müslüman aksiyoner kimliğe sahip olan kişidir. Kimi zaman davet alanında Rasûllerin yıllarca kavimlerine aktardığı hakikatleri, kınayanın kınamasından korkmadan insanlara anlatır, kimi zaman ise bu davet ile insanların arasına set olan, Müslümanlara zulmeden küfür ehline karşı cihad eder. Kimi zaman onu bir sokakta karşılaştığı birine davet yaparken, kimi zaman dağlardaki bir mağarada kâfir ile mücadele ederken, kimi zaman da Rabbinin rızası doğrultusunda yaşamak için kendi vatanını terk etmiş bir halde gurbette görebiliriz. Yani Müslüman, hayata bilfiil müdahil olan kişidir. Lakin burada bilinmesi gereken nokta -ister cihad ederken olsun isterse de davet ederken olsun- mücadelenin asıl gayesinin ne olduğudur. İster davet olsun ister cihad olsun asıl gaye, insanların fıtratlarına geri dönmelerini, yani Allah’a kul olmalarını sağlamaktır. Bu gayeyi taşımayan ameller tecrübe ile sabittir ki mücadele sahasındaki Müslümanlara hüsran ve zarar olarak geri dönmüştür. Eğer mücadele ederken gaye, sahabenin tayin ettiği gibi tayin edilmezse akıtılan kanlar, dökülen terler ve binbir imkânsızlık içerisinde verilen uğraşlar boşa gidecek, Müslümanların mücadele azmi kırılacaktır. Meselenin daha net anlaşılabilmesi için buna örnek vermekte fayda vardır.
Cihad eden taife cihad ederken verdikleri mücadelenin merkezine ‘insanlara yapılan zulümleri ortadan kaldırmak’ şeklinde tarif edebileceğimiz bir gayeyi yerleştirirse, bu mücadelenin şekli ve sonucu değişiklik arz edecektir. Buna en güzel örneği Filistin meselesinden verebiliriz. Yahudiler ve Hristiyanlar birbirlerine olan kinlerine rağmen Müslümanlara karşı tek yumruk olarak ciddi manada zulmetmekte; yaşlı, kadın, çocuk demeden katletmektedir -Rabbimiz tüm mustazafların yardımcısı olsun-. Yahudi ile olan savaşı, zulüm ekseninde ele alanların halini bugün maalesef müşahede etmekteyiz. Maalesef bugün aynı taifenin sözüm ona demokratik haklar, devletsel statü kazanmak, tüm dünya devletleri tarafından tanınmak gibi tamamen kof, küflenmiş ve kokuşmuş gündemler peşinde olduğunu görmekteyiz. Binbir umutla, bir küfür birliği olan Birleşmiş Milletler’de kendilerine bir statü belirleme kaygısı içerisinde olduklarını ve daha düne kadar verilen bu statü ile göğüslerini kabarta kabarta gurur duyduklarına esefle şahit olmaktayız. Kâfirlerin kendilerine vermiş oldukları bu hediyeden(!) mutluluk duyuyorlardı. Çünkü artık zulme uğrayan mazlumun intikamını alacaklardı. Ama değişen bir şey olmadı. Roller aynı şekilde idi; zalim aynı zalim, mazlum ise aynı mazlumdu. Mücadele ederken belirlenen gaye, mücadelenin şeklini ve sonucunu değiştirmişti. Halkının intikamını almak ve akıtılan mazlum kanının hesabını sormak gayesiyle eline silah alan Hamas, bir anda kendisini demokratik bir seçimle parlamentoda bulmuştu. Artık bu silahı demokratik sistemini muhafaza etmek ve Birleşmiş Milletler’deki konumunu sağlamlaştırmak için kullanıyordu. Nitekim Hamas, Filistin’de kendi iktidarını tanımayıp İslamî talepleri karşılayacak İslamî bir imaret/emirlik/yönetim kurma teşebbüsünde bulunanları tabiri caizse kılıçtan geçirmişti.
Hâlbuki mücadele sahasında olan Müslümanların Yahudi ile olan savaşı, en büyük zulmü ortadan kaldırmak gayesiyle yapılan bir savaş olmalıydı. Şüphesiz en büyük zulüm de Kur’an’ın tabiriyle ‘şirk’tir. Ku’ran, Allah’a kulluğu bir kenara bırakıp yeryüzünde kullara kulluğu yaygınlaştıranları en büyük zalimler olarak isimlendiriyor. Cihad, Allah’ın bu hakkını gasp etmeye çalışan zalimlere karşı sürdürüldüğü zaman, daha köklü bir mücadele ortaya konulup mücadelede herhangi bir eksen kayması meydana gelmeyecektir -Rabbimizin dilemesi müstesna-. Aynı durum davet sahası için de geçerlidir. Davet eden taife davet ederken ‘insan toplama’ merkezinde gayeyi belirlerse, davet eden kimse de davet edilen şey de bir süre sonra ciddi bir tahrifat ve tahribata maruz kalacaktır. Gayesi bu olan insanların sırf kitleleri kaybetmemek adına dini ve kendilerini nasıl yozlaştırdıklarını görmekteyiz. Kitleleri meydanlarda toplayıp kendilerine olan bağlılıklarını tazelemek adına ‘kutlu doğum’ kutlamaları sergilediklerine şahit oluyoruz. İnsanları kaybetmemek için bir takım bidatları terk edemediklerini duymaktayız. Bidat meselesinde bu gevşekliği ve lakaytlığı gösteren topluluğun, şirk meselesinde hassasiyet göstermesi mümkün değildir. Nitekim bahsedilen grup, mücadelesini demokratik yollardan sürdürmeyi uygun görerek partileşme süreci içerisine girmiştir. Ve bu insanların meydanlara topladıkları kalabalıkları nasıl da övünerek anlattıklarını işitmekteyiz. Gaye insan toplamak olunca, haliyle övünülecek şeyler de bu kadar basitleşebiliyor.
Hâlbuki davet de aynen cihad gibi tek maksat uğruna ifa edilen bir ameldir. O maksat da insanları birbirlerine kul olmaktan uzaklaştırıp, sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’a kulluğa yöneltmektir. Gaye dünyevî gücü elde bulundurup, siyasi gücü elde tutmak adına insanları rastgele toplamak olduğunda davet de, davetçi de, davet edilen kimse de ciddi bir hezimete uğrayacaktır.
Gayenin yeryüzünde kullara kulluğu kaldırmak olmadığı yerlerde mücadele, yapısı ve sonucu itibariyle değişikliğe uğrayacaktır. Bunu belirgin bir şekilde mücadelenin cihadi kanadında müşahede edebiliriz. Cihad dinin zirve noktasıdır. Allah ve Rasûlü bu amele ve onun ehline sayısız övgülerde bulunmuştur. Sayısız övgülere mazhar olmuş bu amel, şeytanın gözünden kaçmamıştır. Şüphesiz ki şeytan zirve olan amellerde daha fazla enerji sarf edip, bütün mesaisini yapılan ameli batıl kılmaya harcar. Siyere baktığımızda bütün fitnelerin veya ayrılıkların cihad saflarında meydana geldiğini görürüz. Çünkü karşımızdaki düşman, bu ameli batıl kılmaya kararlıdır. Muhakkak ki bu ameli batıl kılarken de şeytanın takip ettiği bir menheci, bir yöntemi bulunmaktadır. Ya mücahidin ihlasını zedeler onca akıtılan kanı, verilen mücadeleyi, sıkıntıları hiç eder; ya da cihad ameliyesini asıl gayesinden saptırır. Şeytan gayeyi saptırdığı zaman büyük bir zafere ulaşmış demektir. Çünkü gayesinden uzaklaşmış cihadî bir mücadele her yönüyle değişikliğe uğrayacaktır. Gaye siyasi gücü ele geçirmek olursa, cihadın şeklinin değişmesi kaçınılmazdır. Sonuç olarak ise bir cahiliye düzeni yıkılıp, yerine başka bir cahiliye düzeni kurulacaktır.
Bu sebeple Müslümanların İslamî mücadelenin her merhalesinde bir hedef kontrolü yapmaları gerekmektedir. Mücadele Allah ve Rasûlü’nün istediği gayeye yönelik olmadığı zaman, Müslümanların enerjileri boşa gidecektir. Allah subhanehu ve teâlâ cihad ederken de davet ederken de gayeyi belirlemiştir. Bu gaye de yeryüzünde otoriteyi Allah’a has kılıp, fitneyi yani şirki yeryüzünden kaldırmaktır.
Dualarımızın sonu alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap