Cezaevlerinde Emr-i bil Ma’ruf Nehy-i ani’l Münkerin Usulü

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü Muahmmed’in üzere olsun.

Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker, Müslümanın temel vasıflarındandır. Ortamın ve zamanın değişmesi, bu görevi onun üzerinden asla düşürmez. Doğal olarak cezaevi ortamı da bu görevin ifa edileceği alanlardan bir tanesidir. Ümmet olmamızın bir gereği olarak zikredilen bu vasfı dört dörtlük bir şekilde yerine getirebilmek, ciddi manada özen gösterilmesi gereken bir husustur. Bilhassa insanların her sözü, nasihati ve tepkiyi yanlış anlamaya meyyal oldukları zindanlarda; iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, teenni ile hareket edilerek yapılmalıdır.

Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münkerin amacı, kardeşimize hatasını iletmek değildir. Aksine onun yanlışından dönmesini sağlamaktır.

‘Ben, kardeşime yanlışını söyleyeyim üzerimden sorumluluğu atayım da ne olursa olsun’ mantığı ile hareket, kolaycılıktan başka bir şey değildir.

Böyle bir usul ve üslup ile yapılan uyarı, cezaevi dışında bir sonuç veremeyeceği gibi, dört duvar arasında da bundan beklenen fayda hasıl olmayacaktır. Öyleyse cezaevi şartlarını da göz önünde bulundurup, nasihat etme üslup ve usulümüzü yeniden inşa etmeliyiz.

Öncelikle kardeşimizi uyaracağımız hususun vuku bulduğuna yakinen şahitlik etmiş olmamız gerekir. Zan ve ihtimalin üzerine inşa edilmiş nasihatler, en basitinden güvensizlik rüzgârlarını estirecektir. Daha da kötüsü, şeytan zan üzere bina edilen bir konu nedeniyle uyarılan kardeşle çok uğraşacaktır. Ve bu uğraşlarının asıl amacı da, nasihat eden kardeşinin yanlışlarını araştırmaya yöneltmek olacaktır. İki üç kişinin aylarca aynı havayı saniye saniye teneffüs ettiği zindanlarda tecessüs başlamış ise, kardeşlik bitmiş demektir. O yüzden böyle bir kapıyı kardeşimizin zihninde aralamamak için, uyaracağımız hususu netleştirmemiz gerekir.

Nasihate neden olan olayın vuku bulduğu kesinleşince, ikinci adım atılabilir. Bu da hata yapan kardeşimizin ne tür bir nasihatten daha fazla etkilenebileceğini tefekkür etmektir. Çünkü bazı insanlar, umuma yapılan nasihati üzerine almada nefislerini terbiye etmişlerdir. Bazı kardeşler de bizzat kendilerinin ismi hata ile aynı cümlede zikredilmeden, oralı bile olmamaktadır.

Eğer umumi bir nasihat, kardeşe fayda sağlayacaksa cezaevinde bir ders sırasında ya da muhabbet arasında bu konu açılabilir.

Genele yapılan nasihatleri kendi üzerine almayan kardeşlerimize ise bire bir uyarıda bulunmamız gerecektir. Bu durumda nasihatin zamanı içeriği ve nasihati yapan kişi, önem arz etmektedir. Cezaevi şartları nedeniyle emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münkeri yapacak şahıs hususunda çok fazla bir alternatifimiz olmayabilir. Ama zamanı ve içeriği belirlemek elimizdedir ve asıl olan da bunlardır.

Tüm bu süreçlerin başında, ortasında ve sonunda her yapılması gereken şey ise duadır. Kalpler Allah’ın elindedir. Biz usullere ne kadar sadık olursak olalım; kardeşimizi hatasından çevirecek, onu doğru yola iletecek, kalbine hidayet nurlarını dolduracak olan, Allah’tır.

Buraya kadar anlattığımız ve iyiliği emretme kötülükten sakındırma ameline konu olan meseleler, şeriatın naslar ile sınırlarını çizdiği mevzulardır. Bu konular da her hâlükârda boynumuzun borcudur. Allah’ın hakları hususunda bir sınır ihlalini fark etmiş isek, en azından kalbimiz ile buğz etmemiz bir vucubiyettir.

Bunların dışında mübah olan, ancak ya içinde bulunduğumuz toplumda davetimize zarar verebilecek ya da bir adım ötesi İslam’ın hudutlarını çiğnemeye götürecek bazı durumlarla da karşılaşabiliriz. Mesela çok konuşmak ya da espiri yapmak gibi. Bunlar şeriat tarafından mutlak olarak yasaklanmış şeyler değildir. Sadece bunların varlığı, insanı harama sürüklemiş ise o zaman müdahele yetkisi kesinleşir.

Bununla beraber şunu da unutmamak gerekir; çok konuşmanın ve espiri yapmanın bir sonraki aşaması; yalan, gıybet, farkında olmadan kardeşini incitme, dil ile yapmamız gereken sorumluluklarımızı ihmal ve benzeri yanlışlardır.

O yüzden fudulat babına giren bu ahlakları, cezaevi ortamlarında açığa çıkan kardeşlere, caiz olmayan bir davranışta bulunmasalar bile, tedbir amaçlı nasihat etmek gerekir. Fakat bu nasihatin şekli çok farklı olmalıdır, ‘illa düzeltilmesi gerekir’ mantığıyla yaklaşılmamalıdır. Çünkü böyle bir muamelenin, kalplerde yara açma, kardeşliği zedeleme ihtimali vardır. Sosyal yaşantının en alt düzeyde olduğu cezaevi ortamında aynı mecliste bulunan iki üç kişnin birbirlerine karşı soğukluk hissetmeleri, zindanı gerçek manada iliklerde hissettirecektir.

Öyleyse bir tarafta davetimize kolaylık sağlayacak amellerimizi güzelleştirecek bazı mübahlar, varken diğer tarafta ise İslam kardeşliğini tesis etme gibi bir vacip vardır. Tercih, kesinlikle kardeşlik vacibinden yana kullanılmalıdır.

Böyle bir durumda, cezaevi arkadaşlarımızın çok konuşması espiri yapması, haram sınırlarına riayet edecek şekilde giyinmesi; oturma, yeme, içme ve benzeri hâlleri, istenen düzeye getirilemiyor ise, Allah’ın sınırlarına müdahele edilmediği müddetçe normal karşılanmalıdır. Bize düşen, tahammül sınırlarımızı genişletmektir.

Allah subhanehu ve teâlâ iman gibi bir mevzuda dahi insanların derece derece olabilmesi kolaylığını sağlamışsa, bu derecelendirme ahlaki olan meselelerde hayli hayli olacaktır. Sahabeler topluluğunun her bir ferdi, farklı farklı ahlaki meziyetlerle ön plana çıkmış, imandaki mertebeleri seviye seviye olmuş ama bu farklılık, onları bir bütün olarak ashab diye isimlendirmemize engel olmamış ise bu, günümüz için de uygulanması gereken bir gerçektir.

“Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet, budur.” [1]

Burada şu noktaya da değinmek gerekiyor; bizler zihnimizde ibadetle alakalı bir çerçeve belirlemiş bulunmaktayız. Bu çerçevenin dışındaki şeyler ise bize göre ibadet kısmına dahil değildir. Özellikle belli başlı mekânlara has kılınan bazı ibadetler, bu çerçeveyi daha da daraltmaktadır.

Mesela Müslüman bir birey, ‘Cezaevinde Allah’a nasıl yaklaşabilirim?’ sorusunu kendisine sorduğunda genellikle şu cevapları alıyor: ‘Gece namazları, Allah’ı bolca zikretme, ayet ve hadis ezberi yapma, ilmini geliştirme vb.’ Dikkat edersek bunların hiçbirisinde kardeşlik hukukuyla alakalı mevzular yoktur.

Hâlbuki cezaevinde gece namazı kılmak ne kadar mühim bir hadiseyse, aynı oranda kardeşliği tesis etmek de önemlidir. Bazı zamanlar olur, cezaevlerinde bizi Allah’a yaklaştırsın diye uyguladığımız bütün programları bir kenara koyup, saatlerce kardeşimizle konuşmamız gerekebilir. Espiriler, hatıralar, kardeşimizin hoşuna gidecek bazı meseleleri anlatma ile onun kalbini ferahlatmak için çabalamamız, elzem olabilir.

Bunun hem şer’i açıdan hem de hikmetli davranma yönünden bakıldığında doğru bir yol olduğu görülecektir. Çünkü kalbimizi temizlemek adına cezaevinde kendimize belirlediğimiz bütün ekstra programlar (gece namazı, oruç, ilim öğrenme, ayet ve hadis ezberi vb.), nafile ibadetler kısmına dahildir. Kardeşliği tesis etmek ise vaciptir. Bu bağlamda kardeşimize yaptığımız bir latife, hâlini hatırını sorma, derdi ile hemhâl olduğumuzu hissettirmenin; yaptığımız nafile ibadetlerden, ecir bakımından daha fazla getirisi olacaktır.

Böyle davranmanın, hikmetli bir hareket olacağının delili ise şudur; ibadetlere hayat veren şey, huşudur. Kişi hangi ameli yapıyor olursa olsun, hem dünyada yaşayacağı lezzet hem de ahiretteki ecir için huşu, anahtardır. Bizler bu hususta Allah Rasûlü’nden çok çarpıcı örnekler görmekteyiz.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bulunduğu ortamda ibadetleri sırasında dikkatini dağıtacak eşyaları kaldırtmış, çizgili bir elbisesini namazda kendisini alıkoyduğu için değiştirmiştir. Uzun uzun namaz kılmayı kendine şiar edinen Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, bir çocuğun ağlama sesini duyunca hem annesini hem de bunu duyan insanları meşgul edeceği, huşularını dağıtacağı için, namazı kısa kesmiştir. Bu hassasiyeti, sahabede ve onların yolunu takip edenlerde de görmek mümkündür.

Cezaevi ortamlarında yapılan ibadetlerde de asıl olan huşudur. Ve orada huşuyu ortadan kaldıran, ne bir gürültü ne de göze batan farklı farklı eşyalar, renklerdir!

Orada huşuyu asıl yerle bir eden, aynı ortamı paylaşan kişilerin, farklı dünyalarda yaşamaları ve bunları bir şekilde zahirlerine yansıtmalarıdır.

Biri, gece namazına kalkıp gözyaşları içerisinde Allah’a yalvarıyorken, diğeri kendi sıkıntıları nedeniyle uyanmış ve ızdırap içerisinde sağa sola dönüyorsa, burada huşu aramak mümkün değildir.

Bir kardeş kendini yatağa hapsetmiş ve tefekkür ederek Allah’ı zikrediyorken, diğer kardeş kafasında ailesi ile alakalı sıkıntılar dolu bir halde volta atıyorsa burada huşu mümkün mü?

Biz, ayet hadis ezberi tekrarı yapmakla meşgulken, zindan arkadaşımız sıkıntılı bir ruh hâliyle gazetelerin en gereksiz köşelerini dahi dördüncü beşinci defa okuyorken, huşu nasıl sağlanabilir?

Birazcık mantıklı düşünen kimse dahi, zindan arkadaşının sıkıntısına ortak olmanın aslında kendisi için gerekli olduğunu anlayacaktır. Kardeşi rahatlamadan kendisi de rahat bir nefes alamayacaktır. O anın vacibi, kardeşinin derdine derman bulmaktır. Bu, sadece kendisi için değil, aynı zamanda kendisinin Allah’a olan kulluğu için de bir gerekliliktir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: ‘Zindan, Allah’ın emir ve yasakları hususunda farklı noktaları mutlaka göz önünde bulundurmamız gereken bir mekândır. Vaka göz ardı edildiğinde, kişi Allah’a yaklaştığını zannederken, farkında olmadan O’na isyan ediyor olabilir. Böyle bir yanlışın içine düşmemek için, şeriatın benzer vakalarda bize öğrettiği çözümleri dikkate almalı, tecrübelerden faydalanmalı ve Allah’a bol bol dua etmeliyiz.’

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

 

[1]       .   35/Fatır, 32

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver