Okumak, yazmak, anlamak, anladıklarını yaşamak ve bunları içinde bulunduğu toplumun istifadesine sunmak için samimi bir gayretle çaba göstermek, aklıselim herkesin kabul edip onaylayacağı önemli, önemli olduğu kadar değerli de bir eylemdir.
Okumayı eğer körlerin fili tarif etmeleri gibi eksik ve yanlış bir anlayışa istinaden genelleştirecek olursak güç yetiremeyeceğimiz büyük bir yükün altına, hem de akıbeti öngörülemeyecek bilinçsiz bir gönüllülükle girmiş oluruz.
Şüphesiz yüce Allah subhanehu ve teâlâ insanoğluna düşünemeyeceği ve şükrünü hakkıyla ifade edemeyeceği kadar çok büyük ihsanlarda bulunmuştur. Evrendeki devasa gezegenlerin, ışık kaynaklarıyla yıldızların arasında bir futbol topunun üzerindeki minik toz zerreciği gibi olan yerkürede yaşayan insana yönelerek, ona tarifsiz bir şeref ve üstünlüğe sahip olabilmenin fırsat ve imkânını bağışladı. Sunulan bu olağanüstü fırsat ve imkânlar silsilesinin son halkası olan İslam’ın ilk emri de “Oku!” dur. Kur’an’ın ilk sûresi olan İkra Sûresi’nin bu emri de ihtiva eden ilk ayeti aynı zamanda Allah’ın adıyla başlamayı emretmektedir: “Yaratan Rabbinin adı ile oku!” (96/Alak, 19
Bu ayet ve devamındaki ayetlerden anlaşılacağı üzere insanın şuana dek ulaştığı ve bundan sonra da ulaşacağı bilginin yegâne kaynağı her şeyi yaratan Aziz ve Celil olan Allah’tır. İnsanlık tarihi boyunca üretilen her bilginin, yapılan her işin, ortaya çıkarılan her buluşun, atılan her adımın ve kâinatta keşfedilen her gizemin Allah’ın adıyla ve O’nun adına gerçekleştiğinin bilincinde olunması zaruridir. Bu hakikatin dışındaki görüş ve çabalar hiçbir değer ve saygıyı hak etmiyor.
Her kim Allah’ın kitabında olmayan veya men edilen ve Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem sünnetiyle de onaylanmayan bir görüş ileri sürerek amel edip ona çağırır ise Allah’ın karşısına çıktığında karşılaşacağı dehşetli hallerin neler olabileceğinin endişesini şimdiden duymaya başlasın. Ya da şimdiden samimi bir şekilde tevbe edip halini düzelterek yürekleri yıkan bir hasret ve pişmanlık gününün şiddetinden korunmaya çalışsın.
Özellikle son yıllarda kendilerini İslam’a nispet eden birçok cemaat, sistemin kendisine köle yetiştirmek için inşa ve organize edip finansmanını sağlayarak denetlediği, bu emeğinin karşılığını da alabilecek en yüksek verimlilikte almaya çalıştığı okul müessesini adeta kutsayan bir komplekse kapılmışlardır. Günümüzde hem kentlerde hem de taşrada neredeyse her köye, her mahalleye bir veya birden fazla sayıda okul yapılmış ve halen de yapılmaya devam edilmektedir. Okullaşma oranı o kadar artmış ki tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yaygınlık kazanmıştır.
Dikkat edilirse ‘İslamsı’ camia, eğitimin İslami olup olmadığı, tevhid inancına uygun bir eğitimin önemi ve keyfiyeti üzerinde durmamaktadır. Kötü bir taklitçilik ve eklektik ‘ara’ çözüm(!)lerle gün geçirme çabaları yeni neslin de ruhen, kalben ve zihnen modern pagan tapınaklarının sunaklarında boğazlanarak kurban edilmelerine zemin hazırlamaktadır. Bu çerçevede yapılan tartışmalar öz ve esas ile ilgili değil, daha çok çocuklarını zorunlu kılınan ilköğretime neden göndermek gerektiği hususunda şekli ve sığ bir temelde sürmektedir.
Bu emsaller ve yaşıtlarından bir milim dahi geri kalmasınlar diye minicik yavrularını, ruhlarının ve zihinlerinin iğdiş edildiği okul adındaki kamp görünümlü mekanlara bizzat elleri ile teslim ederler. Ciğerparelerini ‘eti senin, kemiği de senin!’ anlayış(sızlığ)ıyla teslim ettikleri okul kurumunun da sahibi olan şirk sisteminden yeri geldiğinde feryâd-u figan ile şekvacı olanların başında da yine aynı kesimler gelmektedir.
Öncelikle iki hususun birbirinden ayrı olarak düşünülmeyeceğinin bilinmesi gerekir. Eğitimin yapılabildiği her yer, her mekân, aslında bir okul hükmündedir. Okul olarak inşa ve dizayn edilen her mekânda da profesyonel olarak eğitim öğretim faaliyetleri icra edilmektedir. Eğitimin dört ana unsuru bulunmaktadır. Bunlar: öğretim, öğretmen, öğrenci ve okuldur. Günümüzde ancak bir kamu kurumunun parçası olarak görülen okul, dar anlamda dört duvardan müteşekkil bir binadır. Eğitimin sözünü ettiğimiz bu dört unsuru hayat düsturumuz olan akidemize uygun, sağlam ve sağlıklı olursa fertten başlayarak toplumun tüm katmanlarında bunun müspet ve süreklilik arz eden tesirleri müşahede edilecektir. Peki, okul öncesi -kreş, anasınıfı gibi- eğitimden başlayarak üniversite düzeyine kadar bütün eğitim kademelerindeki kurumlarda yapılmakta olan eğitim–öğretim faaliyetlerinin şirkten arındırılmış, sağlam ve sağlıklı bir temelde yapıldığını iddia edebilecek insaf sahibi mümin bir eğitimci var mıdır?
Eğitim stratejisi, aklın kutsanması ve ulus devlet ideolojisinin adeta tanrılaştırılmasına dayanan böyle bir sistemin ruhsuz bir ceset gibi çürüyüp tefessüh etmesi mukadderdir. Böyle bir eğitim sisteminin uygulayıcılarının içine düştükleri vaziyet, taşlarla beraber yakıtı olacakları rüsvay edici ateşe henüz şimdiden namzet olmaktan başka bir şey değildir. Bu da nefsine merhamet eden akıllı bir kimsenin yapabileceği bir iş değil.
Asırlar önce yaşamış ve kendi çağının insanlarına hitap eden ateist, Yahudi ve Hristiyan felsefecilerin ileri sürdükleri kuru akıl ve heva ürünü teorilerle öğretileri uluslararası küfrün yerli işbirlikçilerince bugün dahi eğitim müfredatının temel referans kaynaklarından sayılırken, insanlığın dünya ve ahiret saadetine ulaşabilmesi için yüce Allah subhanehu ve teâlâ tarafından gönderilen kitap ve Peygamberlerin sallallahu aleyhi ve sellem tevhid çağrısına dudak bükülüp dogma olarak zihinlerde mahkum edilmeye çalışılmaktadır. Bu hezeyanlar, devlet eli ile yeni nesillerin berrak zihinlerine de zerk edilmektedir.
Günümüz eğitim-öğretim müfredatının, batılıların kuru akıl ve heva eseri olan ilke ve öğretilerinden bir an ayıklandığını varsayalım. Geriye kalan şeyler yine batıdan mülhem ilkel ve iğrenç şeytani fikirlerden başka pek bir şey değildir. Egemen ideolojinin cahiliyeye ait milliyetçilik harcını yarıp içerisine dolgu malzemesi olarak kattığı İslamî bazı terimlerle zenginleştirerek ayakta tutup güçlendirmeye çalıştığı bu yapının zemini bir bataklıktır. Bu zeminin bataklık olduğu hususunda muvahhid müminlerin hiçbir kuşkusu bulunmamaktadır.
Bu devasa görünümlü yapının etrafına toplaşıp altında öbeklenen ‘İslamsı’ kesimler her ne kadar kabul etmeseler de bu tavırları ile şirk düzeninin sahiplerinin rıza, övgü ve ihsanlarına mazhar olmaktadırlar. Bugün birçok ‘davetçi’ kartvizitli insanın ileri sürdükleri gerçekler ciddiye alınıp incelendiğinde İslam’ın kesin ve net bir şekilde yasaklamış olduğu yöntemleri meşrulaştırmaya çalışan bir yönelimlerinin olduğu apaçık ortadadır.
Okul veya mektep, yirmi birinci yüzyılda keşfedilmiş eğitim kurumları değildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine’ye hicret ettikten hemen sonra yaptığı işlerin başında Mescid-i Nebevi’yi inşa etmek gelir. Hemen akabinde Mescid-i Nebevi’nin bir eğitim–öğretim merkezi, bir mektep gibi kullanılmaya başlandığı da bilinmektedir. Hem erkekler için hem de kadınlar için ayrılan bölümlerin olduğu Suffa, İslam’daki ilk eğitim kurumudur. Mekke’de Erkam b. Ebi’l Erkam’ın evi de kısmen bir eğitim öğretim merkeziydi. Hicretten sonra Medine halkının eğitim-öğretim ihtiyacını karşılayamaz duruma gelen Suffa dışında özellikle çocuklar için düşünülmüş olan ve ‘Kûttâb’ adı verilen mahalle mektepleri kurulmuş idi.
Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin sistemleştirilmesinin nassa dayalı tarihsel sürecine bakıldığında temelini Musa’ya aleyhisselam verilen ilahi emre dayandırmanın mümkün olabileceği görülmektedir:
“Biz de Musa’ya ve kardeşine; kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi kıblegâh edinin, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa) Müminleri müjdele! diye vahyettik.” (10/Yunus, 87)
Günümüzdeki uygulamalara dönüp baktığımızda mümin kimliğine ve misyonuna uygun bir tablo göremiyoruz. Elmalarla armutlar birbirine karışmış, at izi ile it izi birbirine geçmiş, akıllara durgunluk veren bir gafletle karşı karşıyayız. Bir topluluk hem kendisini İslam’a nispet eder hem de İslam’ın kesin olarak yasakladığı hurafe, bidat ve şirk düşüncesi ile uygulamalarının an be an hâkim olduğu, yaygınlaşıp etkinleştiği alanlarda hangi hüccete istinaden bulunabilme cüreti gösterir. Her düzeydeki sosyal ilişkilerde müminler daima müminlerin yanında yer almalıdır. Müminler, güç kuvvet, üstünlük ve şerefi, tevhidi birliktelikte aramalıdır.
Güçlenmek için, hatta kendilerini korumak için dahi olsa şirkin her türlüsünün yaygın olduğu küfür ehlinin kurumlarından uzaklaşmak her mümin için farzdır. İhtiva ettiği çok çeşitli ve çok renkli şirk unsurlarıyla, yakınlarda bulunanları dahi içine bu girdaba kapılmamak için bunca ikaz ve uyarıyı hiç yokmuş gibi görmezden gelmek ne iman, ne gönül, ne de akıl kârıdır. Küfür ve şirk sisteminin başında bulunan egemen unsurlara: Kendilerini dünya ve ahiret hayatının zillet ve azabına yönelttikleri halde tutkulu bir bağlılıkla itaat eden bu halk yığınları ile bunların arasında olmaktan zerre kadar rahatsızlık duymamaları ‘holding’ görünümlü İslamsı cemaatlerin mütereddit ruh hallerinin teşhiri açısından da çok dikkat çekici olmakla beraber fevkalade iticidir de!
“Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de ailelerini hüsrana uğratanlardır. İşte bu apaçık hüsranın ta kendisidir.” (39/Zümer, 15)
Okul, bir grup öğrenciye toplumun ve ferdin ihtiyaçları doğrultusunda önceden hazırlanan programlara göre eğitim faaliyetinde bulunan, öğrencilerde de hedeflenen zihinsel ve davranışsal değişiklikleri meydana getirmeye çalışan formal, yani örgün eğitim kurumudur. İslam’ın eğitim ve öğretime verdiği değer yukarıda da belirtildiği gibi henüz ilk yıllarda eğitimde kurumsallaşmanın ilk nüveleri sayılan ders evleri, kûttâblar ve Suffa’nın ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
İslam toplumunda ortaya çıkan ihtiyaçlara paralel olarak kitlesel eğitim imkânları da gelişmiş, yaygınlaşmış ve sistemleşmiştir. Sonraki yüzyıllarda zaman zaman çok ağır buhranların yaşandığı dönemlerde bile eğitim-öğretim faaliyetleri sekteye uğramamış ve zayıflamamıştır. Zaman ilerledikçe eğitim ve öğretim imkânları daima gelişmekte, ilme, maarife, muallime ve öğrenciye değer verilip hürmet gösterilirken hemen hemen aynı dönemlerde Avrupa başta olmak üzere diğer batılı toplumlarda durumun hiç de iç açıcı olmadığı tarih sayfalarında kayıtlıdır.
Bilhassa batıdaki modernleşme ve sanayileşme süreciyle birlikte bugünkü haliyle kitlesel eğitimin, akıl ve heva sınırlarında hapsedilmiş tek tip insan modelinin seri olarak üretilmeye çalışıldığı okul sistemleri de yaygınlaşıp gelişmeye başladı. On dokuzuncu yüzyıldan başlayarak yirminci yüzyıla kadar yeryüzünü ateş topuna dönüştüren kavmiyetçilik, ulusçuluk, komünizm vb. beşeri ideolojik akımlar güçlenip devletleşince okullarda toplumu ‘eğitim’ adı altında yeniden dizayn etme laboratuvarları olarak görüldü. Ulus devletlerin oluşmasında okullaşmanın etkisi asla küçümsenemez. Bu çerçevede okulda, egemen ideolojinin üretildiği, aktarıldığı ve adeta daha önce hazırlanmış ‘vatandaş’ prototipine uygun bireylerin yetiştirilmesi için kalıba döküldüğü bir kamu kurumu işlevi görmüştür. Çok açıktır ki bu durum ulus devlet ideolojisinin hâkim olduğu ülkemizde de halen geçerli ve zannedilenden daha çok yaygındır.
Bu yönü ile eğitim büyük ölçüde devletin kontrolünde olan bir kurum olarak fertler üzerinde bir hâkimiyet ve gözetim aracı olarak kullanılmış ve geliştirilmiştir. Durum böyle olunca eğitim; insanı Rabbiyle, nefsiyle ve çevresi ile barışık olarak bedensel, zihinsel ve duygusal yönden geliştirmesi gerekirken maalesef tam tersi neticelere neden olmaktadır. Bugünkü küfür sisteminin eğitim tezgâhından geçirilen çocukların ve gençlerin çok büyük bir çoğunluğunun İslam’ın temel ilkelerinden hatta “La ilahe illallah”ın ne anlama geldiğinden bile habersiz olduklarına tanıklık ediyoruz.
Eğitimin, özgür düşünceyi kısıtlayan ve körelten insanları aynı tornistandan çıkmış kurşun askerlere dönüştüren, egemen güçlerce tespit edilen ve kendilerince doğru olanı bazı yaptırımlarla geniş halk kitlelerine dayatan bir araç olarak da kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Bugün, adına modernizm denen ve birden fazla versiyonu bulunan çağdaş/soyut paganizm, insanı doğumundan itibaren kendi doğruları üzerine eğitmeyi, yönlendirmeyi ve ve kontrol edip gözetlemeyi amaçlamaktadır. Modernizm, okulu insan hayatının olmazsa olmazlarından kılmıştır. Okula öyle bir rol biçilmiştir ki insan ve toplum şekillenmesinde en etkin ve aktif unsurların başında gelmektedir. Okul: zihinlerin, egemen güçleri tazim edip itaat etmeye programlandığı bir bellek yükleme merkezi haline getirilmiştir.
Okul: Ulus devletin, kendi şirk düzenine bağlı ve bağımlı, ellerindeki kelepçeyi ve ayaklarındaki prangaları çözüp kurtulmaya fırsat bulsalar dahi bunu düşünemeyecek birer mankurt, birer köle yetiştirme ve olgunlaştırma kurumudur. Minicik çocuklara ilahlarının tek olmadığını her gün defalarca ‘Ey büyük…!’ diyerek ululayıp yüceltmeleri gereken asıl(!) ve büyük bir başka ilahlarının olduğunu beyinlerine kazıyan beyin ‘kirletme’ merkezleridir okullar. Okul binasının boyasına, badanasına, mefruşatına, sosyal kullanım alanlarına büyük bir önem ve özen gösterildiği kadar bir nebzede olsa şirk ideolojisinin her rengini en ölümcül canlılığıyla gösterildiği okulların asıl işlevine de bakılmalıdır. İnsanlar gözlerinden dahi sakındırdıkları can parelerini göz göre göre uçsuz ve dipsiz şirk kuyularına atmamalıdırlar.
Küfür sistemi, insanı yüce Allah’ın rıza ve hoşnutluğu dışında şekillendirme işlevini okullara yüklemiştir. Bu, çok açık. Durum böyle olunca doğal olarak insanın kimliğini, kişiliğini ve düşüncesini de derinden etkilemektedir okul.
Bireylerin, sosyal hayattan beklentilerini de dar bir alana sıkıştırmaktadır bu anlayış. İnsanlara rızkı verenin, ‘Rezzak’ olanın yüce Allah subhanehu ve teâlâ olduğunun adeta unutturulduğu bir eğitim sistemi ile karşı karşıyayız. İnsanlar diploma için çocukluk ve gençliklerinin en cevval yıllarını heba etmektedirler. Zira sistem insanları iş makinanın kamu personeli merkezli olduğu düşüncesine yöneltmekte ve bu tür uygulamalarıyla adeta zorlamaktadır. Bu da, hem zaman kaybına hem de maddi imkânların heba olmasına neden olmaktadır. Toplum da öyle bir kıvama gelmiştir ki insanlar çocuklarını faziletli, ahlaklı, muvahhid âlim ve bilgin olsun diye değil; mühendis, avukat vb. diploması alsın diye okula gönderir olmuşlardır.
Tağuti rejim, kontrol ve otorite alanlarının dışında olabilecek hiçbir eğitim-öğretim faaliyetlerine de müsamaha göstermemekte, bu türden girişimler zorba yöntemlerle engellenmekte ve cezalandırma yoluna gidilmektedir. Devletin denetim ve gözetimi dışında eğitim-öğretim unsurlarına izin verilmemekte; böyle bir çabanın ‘Eğitim özgürlüğü’ adına var olabileceği fikrine dahi tahammül gösterememektedir.
Nesillerdir öyle bir okul efsanesi yerleştirildi ki zihinlere okula adeta kutsal bir mabed, bir ibadethane gibi anlamlar yüklenmeye başlandı. Okula devamlılığın zorunlu kılınması, çocuğu ve genci ailesinden ve gündelik hayatından kopararak onları daha sınırlı, yapay ve yabancı bir ortamda bulunmaya esir etmektedir. Okul, günümüzün ‘Dini’ haline getirilmiştir. Bilinçli bir tercihte bulunarak okula gitmeyen muvahhid bir mümin için yakışıksız yaftalamalar kullanılmakta, cahil, yeteneksiz ve beceriksiz olarak kabul edilmektedir.
Öğretmenin de fonksiyonu sadece eğitim alanı okulla sınırlı kalmamaktadır. Öğretmen, öğrencilerine inanç ve ideolojide, toplumda ve sosyal münasebetlerde neyin doğru neyin yanlış olduğunu da öğretmeye cüret edebilmektedir. Çünkü böyle bir sistemde bu yetkiye sahip olduğunu vehmetmektedir.
İslam’a tahammülsüzlük, şirk rejiminin öğretmen misyonuna yüklediği olağanüstü abartılı rol, öğrenci ve ailelerinde bir değer olarak öğretmenin ‘devlet’ olduğu zannına hatta ‘tanrısal özellikleri’ olduğu inancına neden olmaktadır. Sırf gayri İslami ideolojik kimlik taşıyıcılığı misyonunu gönüllüce yükleme amacıyla bu özel ve ayrıcalıklı hale getirilen mesleği icra eden farklı batıl düşüncelere mensup çok sayıda öğretmen bulunmaktadır. Bu kişiliklerin mezbahaya sürülen kasaplık koyunlar gibi okullarda esarete mahkum edilen, yaşları ve genel durumları itibari ile edilen konumdaki minik yavrulara verecekleri bilgi veya becerinin niteliği, değeri ve önemi Aziz ve Celil olan Allah’a muvahhid müminler olarak kul olmaktan çok mu daha öncelikli ve üstün bir gayrettir?
İslam’ın ilk yıllarındaki örneklere konunun başlarında değinildi. Bu örnek uygulamalar siyerden de okunup anlatılır hep. Özellikle Mekke dönemine baktığımızda o günkü şirk devletinin kurumsal bir eğitim organizasyonu görülmemekle beraber Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem özgün bir eğitim modeli üreterek başta Daru’l Erkam olmak üzere eğitim-öğretim faaliyetleri için bazı mekânlar tahsis etmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Erkam’ın evine ilave olarak Mekke’deki kendi evinde oturur ve Müslümanlar da kendilerine bir şey öğretmesi için Onun etrafını sararlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendi evini bir eğitim–öğretim kurumu olarak kullandığı bu durum, Müslümanların Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem evine karşı ortaya koymaları gereken adabı bildiren Ahzab suresi 53. Ayet nazil oluncaya kadar devam etti. Bu da Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem çok uzun bir sure kendi evini İslam’ın eğitim, öğretim ve yayılması için tahsis ettiğini göstermektedir.
Hoca, abi, şeyh, profesör veya üstat gibi kartvizit sahipleri farklı alanda olduğu gibi İslam’ın muazzam tarihsel birikimi ve özgünlüğü çerçevesinde uygulanabilir alternatif bir eğitim modelini ortaya koymaktan acz içerisindedirler. Özgün alternatif bir eğitim modelini geliştirip uygulama fikri dahi bir yana, diğer alanlarda olduğu gibi mevcut küfür sistemi içerisinde kalarak bir anlamda sistemin çarkının birer ‘dişlisi’ olarak tercih edilmektedir. Temiz fıtratlı pırıl pırıl can parçası evlatlarımızı ruhen, manen ve zihnen ezen, özgüvenlerini ve kişiliklerini ciddi anlamda olumsuz yönde etkileyen ulusçu, tektipçi, özü ve esası kokuşmuş küfre ve dinsizliğe dayalı müfredatla eğitim-öğretim yapan okullara göndermemekle, dünyamız için küçük, fakat hem nefsimiz hem de ailemizin ahireti için büyük bir adım atmış olacağız.
Çocuğu, genci ve yetişkin insanları kişiliksiz, kimliksiz, apolitik ve tekdüze bir toplumun unsurları olarak yetiştirmeyi amaçlayan okul kurumu, devletin bu amaca ulaşmak için lokomotif olarak kullandığı araçlardır. Oluşturulmak istenen toplum Allah’a kulluğu terk edip birbirlerini ilahlaştıran, iradesi sıfırlanmış, düşünemeyen, sorgulamayan, irfandan yoksun, hikmeti yitirmiş bir ‘sürü’ toplumudur. Her yönü ile İslam’a düşmanlık ve zıtlık unsurları barındıran laik eğitim sisteminin çocuklarımıza vereceği hiçbir hayır ve güzellik yoktur. Toplumda giderek yaygınlaşan ve derinleşen cehaletin niteliği de değişmektedir. Tarihte görülen en yüksek düzeydeki okullaşma oranı ve hükümetlerin bütçeden eğitime tahsis ettikleri payın giderek arttığı son yıllarda eğitimli-diplomalı sayısının da giderek arttığı bilinen bir husustur.
Gerçek özgürlüğünü Allah’a kullukta bulabilecek muvahhid, salih ve muslih nesillerin yetişmesine katkıda bulunması isteniyorsa öncelikle çocukların şirk ideolojisinin laboratuvarları ya da atölyeleri olan okullardan uzak tutulmaları hayati öneme haizdir.
“Ey iman edenler! kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. O’nun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (66/Tahrim, 6)
İlk Yorumu Sen Yap