Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Kendini İslam’a nispet eden ve Türkiye’nin ekonomik durumundan dolayı bundan 30 yıl önce Avrupa’ya taşınan bir ailenin bireyi olarak İsviçre’de ikamet ediyordum.
Böyle bir toplum içerisinde bulunmam ve Allah’ın (cc) dininden yüz çevirmem nedeniyle cahilî bir hayat yaşıyordum. İçimde her zaman bunun pişmanlığı ve üzerimde ağır bir yük vardı. Bunun böyle devam edemeyeceği ve buna karşı bir şeyler yapmam gerektiği düşüncesine varmıştım ki İsviçre’de bulunan bir diyanet hocası bana WhatsApp üzerinden “Gençlerle Umre’ye” adı altında umre gezileri düzenlediğini ve böyle bir teklifi değerlendirmem gerektiğini söyledi. Eşimle istişare ettikten sonra umreye gitmeye niyetlendik.
Gittiğimiz ilk yer Mekke’ydi. Ben belki de o güne kadar “Rabb” olarak bilmiş olduğum Allah’a (cc) kendimi bu kadar yakın hissetmemiştim. Mekke’nin havası bana bir şeyler yapmış ve ben, beni yaratandan ve O’nun dininden yüz çevirdiğim için büyük bir pişmanlık duymuştum. Orada, El-Ğafûr ve Er-Rahîm olan Allah’a tevbe etme fırsatı buldum. Mekke’deki bu atmosferden sonra Medine’ye geçtik. Medine’de de oldukça kıymetli ve tefekkürle dolu vakitler geçiriyordum. Yine bir gün, kaldığımız otelin restoran bölümüne indiğimde, orada bulunan arkadaşlarımın yanında uzun sakallı birinin oturduğunu gördüm. Merak ettim ve yanlarına gittim. Selam verdiğimde karşımdakinin yabancı biri olmadığını fark ettim. Çünkü onu cahiliyeden tanıyordum. Sen burada ne yapıyorsun, diye sorduğumda bundan yıllar önce iman ettiğini ve ilim okumak için Medine’ye geldiğini söyledi. Buna çok sevinmiştim. Onun diyanetten gelen gençlere her seferinde uğradığını ve onlara davet yaptığını öğrendim.
Bu sohbetin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra bizi tekrar ziyarete gelmiş ve orada bulunan gençlerle konuşmuştu. Ben de sessizce yanlarına oturup kâh sohbet kâh tanışma havasında geçen konuşmaya kulak vermiştim. Konu, namaz kılmayan kimsenin hükmüne gelmişti. İlim talebesi arkadaşım Kur’ân ve sünnetten öyle deliller sayıyor ve saydığı bu delilleri o kadar güzel bir üslupla anlatıyordu ki bu beni çok etkilemişti. O gün, namazı terk edenin kâfir olacağına tam olarak inanmıştım. Ve ben, o güne kadar, namaz kılmayan insanlardandım.
Diğer arkadaşlar dağılıp ortalık sessizleşince, ilim talebesi arkadaşımla daha fazla konuşmak istedim. Bana dinimi araştırmam ve delil üzere öğrenmem gerektiğini bildirmiş, kaldığımız bölgedeki bir hocayı önerip, İsviçre’ye döndüğümde “Tevhid”i ondan öğrenebileceğimi tavsiye etmişti.
Umre gezimiz bitmiş, İsviçre’ye geri dönmüştük. Yapmam gereken ilk işi yaptım ve o hocanın yanına gittim. Daha önceleri ben bu camiye cuma namazlarını eda etmek için gitmiş ve bu hocanın her hutbede “Lailaheillallah”tan bahsettiğine şahit olmuştum. Lakin o hocanın neden sürekli insanlara “Lailaheillallah”ı anlattığını anlayamıyordum.
Hocanın yanına gittim ve kendisiyle tanıştıktan sonra bana dinimi anlatmasını istedim. Bana tevhidi, tevhid ehli olmayan insanların Müslim olamayacağını ve tevhidin kısımları olan Rububiyet, Uluhiyet ve İsim ve Sıfat Tevhidlerini anlatmıştı. Ama nedense ben bunları anlayamamıştım.
Bir gün mescide vakit namazını eda etmek için gelmiştim ki, içeride sakallı iki genç oturuyordu. Onlara kendimi yakın hissederek yanlarına gittim. Kısa bir sohbetten sonra, Türk asıllı olduklarını, oradaki hocayı Medine’den tanıdıklarını ve ona ziyarete geldiklerini öğrendim. Daha sonra bana tevhidi bilip bilmediğimi sordular, bildiğimi söyledim. Sohbetimize devam ederken Türkiye’de hangi hocaları dinlediğimizi konuşmaya başladık. Ben dinlediğim bazı isimleri söyledim, onlar da bana Türkiye’de tevhidi en iyi müdafaa eden hocaları saydılar. Sayılan bu isimler arasında “Ebu Hanzala” ismi aklımda kaldı ve eve gider gitmez, internetten “Ebu Hanzala Hoca” diye yazıp “Tevhid Müdafaası” derslerini dinlemeye başladım.
Bu Hoca neler anlatıyordu! Benim içime girip beni anlıyormuşçasına konuşuyor ve öyle şeyler anlatıyordu ki, konuşulanlar hakikat olmalı ki ben dinlemeye doyamıyorum, diye düşünmüştüm. O akşam, sabaha kadar Halis Hoca’nın “Tevhid Müdafaası” derslerini dinledim ve yeniden doğmuş gibi, yepyeni bir hayata adım attım.
Dinimi delil üzere öğrenmem ve Hoca’nın dersleri beni artık bambaşka bir insana dönüştürdü. Hayatım, yaşantım, ailem, arkadaş çevrem… her şeyim değişmeye başladı. Bu değişimler sürekli devam etti ve ben toplum içerisinde artık kabul edilmeyen bir insan hâline geldim. Açıkçası ben de kendimi o topluma, o ortama yakıştırmıyordum ve oradan çıkmam gerektiğini anlamıştım.
Hoca’mızın derslerini dinlemeye devam ediyordum. İzlediğim derslerin birinde -Allah (cc) onu ve bütün Müslim muvahhidleri esaretten kurtarsın- Hoca’mıza “Avrupa’da yaşayan Müslimler ne yapsınlar?” diye bir soru yöneltildi ve Hoca, orada bulunan kardeşlerin, Müslimlerin toplu olarak yaşadığı bir yere hicret etmelerini, dinini ve menhecini orada öğrenmelerini tavsiye etti.
Ben de bu tavsiye üzerine araştırma içerisine girdim. Önce Avrupa’da böyle bir cemai topluluğun olup olmadığını araştırdım. Almanya, İngiltere vs. gibi ülkelere seyahat ettim ve aradığım cemaati Avrupa’da bulamayınca İstanbul’a gittim. İstanbul’da Tevhid Dergisi’ne ilk gittiğimde, büyük bir ilgiyle karşılandım ve abiler bana Türkiye’de bulunan şubelerini ve yerlerini anlattılar.
Dergiden çıktığımda bir kardeşin Almanya plakalı bir arabadan indiğini gördüm. O anda çok sevinmiştim. O kardeşe doğru gittim, selamlaştım ve burada ne yaptığını sordum. Buraya hicret ettim, dedi. Allahu Ekber, Allah (cc) bana hicreti kolaylaştırıyordu! Çünkü beni ve durumumu en iyi anlayacak olan Avrupalı bir kardeş buraya hicret etmişti. Abi ile tanışıp numarasını aldıktan sonra o akşam yapılan derse katıldım ve hicret etme isteğim daha da fazlalaştı.
Artık hicret edeceğim yeri biliyordum ve arayıp kendisiyle istişare edebileceğim Avrupalı bir kardeşim de vardı. Hicret hazırlıklarına başladım.
İsviçre’de büyük bir marketin sahibiydim ve ailem, annem, babam, kardeşlerim ve arkadaşlarımın hepsi oradaydı. Benim bunu herkese açıklamam ve onları duruma hazırlamam gerekiyordu. Aile marketini kuran bendim ve o marketin bütün sorumluluğu benim üzerimdeydi. Hemen bir günde işi bırakarak ailemi ortada bırakmak istemiyordum. Allah’ın yardımıyla, kardeşimi yanıma aldım, yaklaşık 6-8 ay boyunca ona marketteki işleri öğrettim ve markette çalışan elemanları bensiz çalışmaya alıştırdım. Market işini hallettikten sonra eşimi hicrete ikna etmem gerekiyordu. Eşim daha İslam olmamıştı, üzerinde toplum baskısı vardı.
Ben, Allah’ın (cc) bana yardım edeceğinden emindim. Eşime Avrupa’da yaşayamayacağımızı, çocuklarımızı burada büyütemeyeceğimizi ve burada bulunduğumuz sürece günahkâr olacağımızı anlatarak onu daha güzel olacak bir yaşantıya davet etmeye başladım.
Eşimden zor da olsa onay aldıktan sonra, ev tutmak için Türkiye’ye geldim ve Allah’ın dilemesiyle, Avrupa’dan gelen abilerin sitesindeki boş bir daireyi hemen tuttum. Evi döşedikten sonra tekrar İsviçre’ye gittim. Gittiğimde eşim oradaki evi hâlâ toparlamamış, henüz hiçbir şey yapmamıştı. Bunu neden yapmadığını sorunca, kem küm edip beni oyaladı ki, akşam eve misafir geldi. Kapıyı açtım, gelenler annem, babam, kayınbabam ve kayınbiraderimdi… Eşimin bundan haberi vardı. Beni hicretten alıkoymak için -eşimi de yanlarına alarak- tartışmaya ve beni ikna etmeye gelmişlerdi.
Tabii onlar benim gibi düşünmüyordu. Gözlerini dünya hırsı bürümüştü, sadece Avrupa’daki güzel hayatı, ekonomik durumu ve toplumun rahat yaşantısını görüyorlardı. Ben, Allah’ın (cc) yardımı ile hicret etmenin faziletini, bana getirisini, benim onlar gibi olmadığımı ve bu dünyada gözüm olmadığını anlattıktan sonra, hiçbiri bana itiraz edemeden kalkıp gitti. Daha sonra kayınbabam, eşime “Eğer gidersen sizi havaalanında yakalattırırım!”, kaynanam ise “Türkiye’ye gidersen senin evine ayağımı basmam!” gibi tehditlerde bulunmuşlar. Ama elhamdulillah eşim yine de benim yanımda durdu. Ancak korkuları da yok değildi.
Toparlandık, evimizi boşalttık ve havaalanına vardık. Annem, babam, kardeşlerim… hepsi bizimle beraber bizi yolcu etmeye gelmişti. Vedalaşırken herkesin gözlerinden yaşlar su gibi akıyor ve arkamızdan büyük bir hüzün ile bakıyorlardı, eşim onlara eşlik ediyor, o da ağlıyordu, ama ben bu duruma hiç üzülmüyordum. Dinin gereği olan hicreti gerçekleştirdiğim, Türkiye’de başlayacak hayatım ve Müslimlerle beraber yaşayacağım için büyük bir sevinç içindeydim. Ben bu hislerle dolup taşarken Türkiye’ye geldik. Abiler birkaç arabayla havaalanına bizi karşılamaya geldi ve evimize yerleşmemizde yardımcı oldular.
Hicretin Meyveleri
1. Eşimin İman Etmesi
Evimize yerleştikten sonra abileri ailecek bize davet ettim. Amacım, bacıların eşime davet yapması ve eşimin hidayet bulmasıydı. Abiler misafirlikten ayrılınca, eşimin bulunduğu odaya gittim ve onu ağlıyorken buldum. Kendisine ne için ağladığını sorunca, “Sen bana bugüne kadar neden bunları hiç anlatmadın?” dedi. Hâlbuki ben kendisini birçok kez tevhide davet etmiştim, lakin Allah (cc) anlattıklarımı kabul etmeyi ona nasip etmemişti. O gün eşim iman etmiş ve o da Müslim olmuştu. Allahu Ekber, hicretin ilk meyvesini, ilk birkaç gün içinde almıştım bile!
2. Tevhid Sitesi
Oturmuş olduğumuz site İsviçre’deki gibi sakin ve havanın en güzel olduğu yerdeydi. Burada bizim gibi, Avrupa’dan hicret eden 3 aile daha vardı. Bizi çok iyi anlıyorlardı ve aynı zamanda çok iyi anlaşıyorduk. Çocuklarımız aynı yaşlardaydı ve beraber aynı dili paylaşıyorlardı. Bu, Allah’ın (cc) büyük bir nimetiydi.
3. Tevhid Cemaati
Buradaki cemaat büyük bir rahmet kapısıydı. İlmî dersler, salih ortamlar, çocukların tevhid üzere eğitimi, bayanların dayanışması ve cemaatte değer görmeleri, sürekli nasihatte bulunan kardeşler, sosyal aktiviteler, etkinlikler, piknik organizasyonları ve daha kaleme dökemediğim birçok rahmet yaprakları… Beni koruyup kollayan ve dinimi idame ettirebileceğim bir cemaat…
4. Ekonomik Durum
Biz Türkiye’ye geldikten sonra oradaki evimiz boş kalmıştı. Evi ipotek üzerinden aldığım için bir an önce satmam gerekiyordu. Konya’ya yerleştikten birkaç ay sonra evi emlakçı bir firmaya verdik ve satışını onayladık. Ama ne hikmettir ki evimiz yaza kadar satılmadı. Yazın ise Türkiye’de dövizin ikiye katlandığı bir zamanda evimize bir alıcı talip oldu ve evi istediğimiz fiyata satmış olduk. Dövizin ikiye katlanması, alacağımız paranın da ikiye katlanması anlamına geliyordu. Allahu Ekber! Biz Allah için oradaki evimizi terk ettik ve Allah için onu sattık. Allah da (cc) bize o evin yerine Türkiye’de birden fazla ev alabileceğimiz ve aynı zamanda ticaret yapabileceğimiz bir sermaye bağışladı.
Allah Resûlü’nün (sav) şu hadisinin tecelli edişini hayatımın bu döneminde iliklerime kadar hissettim: “Kim Allah için bir şeyi terk ederse Allah ondan daha hayırlısını o kimseye nasip eder.”
Hicret meyveleri o kadar çok ki daha saymaya devam edebileceğim…
Allah (cc) bize hidayet ettiği ve hicreti nasip ettiği için O’na hamdediyor, bulunmuş oldukları durum itibarı ile hicret edemeyen kardeşlerime Allah’ın El-Latîf ismiyle, onlara lütfetmesini diliyorum.
Selam ve dua ile.
İlk Yorumu Sen Yap