Boykot Yılları  

 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.

Mekkeli müşrikler risalet nurunun kalpleri aydınlatmasını engellemek için azami çaba sarf ediyorlardı. Ancak ‘İşte şimdi bitirdik’ dedikleri her anda bir kez daha yanıldıklarını anlıyorlar ve onları hayal kırıklığına uğratacak hâdiseler ile karşılaşıyorlardı. Mesela, İslam davetini işkenceler ile bastırmaya çalışacaklarını düşünmüşler; ama davetin Habeşistan’a ulaşmasına vesile olmuşlardı. Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem Taif Seferi’nin sonucunda artık davetin inişe geçeceğini düşünerek daha da azgınlaşmışlar; ama Daru’n Nedve’nin daimi üyelerinden Ömer’in radıyallahu anh Müslüman olması ile çılgına dönmüşlerdi.

Mekke’nin ileri gelenleri tüm bu uğraşların sonuç vermediğini görünce sıkıntının çözümünün Allah Rasûlü’nü ortadan kaldırmaktan geçtiğinde karar kıldılar. Bunun için ilk önce diplomatik yolları kullanıp Ebu Talib’e gittiler. Fakat Allah Rasûlü’nün amcası onların bu tekliflerini reddetti.

Ebu Talib’i güzel yoldan ikna edemeyeceklerini anlayan Mekkeliler, Daru’n Nedve’de bir araya gelip Beni Haşim’in altına imza atmayacağı bir metin hazırladılar. Bu metne göre öldürülmesi için Rasûlullah kendilerine teslim edilinceye kadar Haşim oğullarından gelecek barış dileğinin asla kabul edilmeyeceği ve kendilerine acınmayacağı, onlara kız verilmeyeceği ve onlardan kız alınmayacağı, onlara bir şey satılmayıp onlardan bir şey satın alınmayacağı, onlarla oturulmayacağı, görüşülmeyeceği, konuşulmayacağı ve onların evine gidilmeyeceği kararlaştırıldı.

Bu anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra Mekke’nin değişik yerlerindeki Müslümanlar da Allah Rasûlü’nün akrabalarının olduğu mahalleye taşındılar. Doğal olarak bu sadece ekonomik bir boykot değil aynı zamanda coğrafi bir tecrit hâline geldi.

Yaklaşık üç yıl süren bu ambargo sırasında Beni Haşim kavmiyetçilik bağları ile müthiş bir direnç gösterdi. Ebu Talib yeğenine yapılacak bir kötülüğü engellemek için her gece Allah Rasûlü’nün yatağına akrabalarından birisini yatırıyordu.

Ambargo süresince zengin Müslümanlar mallarının hepsini tecrit altında yaşayan Müslümanların hizmetine sundular. Ancak hem ticaret yasağı hem de temel ihtiyaçlara biçilen fahiş fiyatlar kısa zamanda eldeki mal varlıklarını tüketti.

Uzaktan Beni Haşim ile akrabalık bağı bulunan ya da vicdanı sızladığı için harekete geçen bazı kişiler ambargoyu delmek için çalıştılar. Ancak Mekkeli müşrikler bu sefer çok kararlı idiler ve en ufak bir girişimi dahi kabul etmiyorlardı. Ebu’l Bahteri’nin Ebu Cehil ile diyaloğu bunu gösteren delillerden bir tanesidir:

“Birgün Ebu Cehil, Hakim bin Hizam’a rastladı. Onun yanında halası Hatice binti Huveylid’e götürmek üzere buğday taşıyan bir çocuk vardı. Hatice, Rasûlullah’ın yanında Şi’b’de bulunuyordu. Ebu Cehil, Hakim bin Hizam’a şöyle dedi:

— Beni Haşim’e yiyecek mi götürüyorsun? Vallahi seni ve yiyeceğini Mekke’de ifşa edinceye kadar burada bekleyeceksin.

Bunun üzerine Ebu’l Bahteri bin Haşim geldi ve:

— Ondan sana ne, dedi.

Bunun üzerine o dedi ki:

— Beni Haşim’e yiyecek taşıyor.

Ebu’l Bahteri:

— Halasının onun yanında yiyeceği varmış ondan getirmesini istemiş. Halasının yiyeceğini götürmesinden onu men mi ediyorsun? Adamın yolunu serbest bırak, gitsin.” dedi.

Fakat Ebu Cehil direndi. Bunun üzerine birbirlerine girdiler. Ebu’l Bahteri bir deve kemiğini aldı ona vurdu ve başını yardı, onu ayağının altına aldı ve sertçe çiğnedi. Hamza bin Abdulmuttalib onun yakınında bunu görüyordu. Onlar bu kavganın Rasûlullah’a ve ashabına duyrulmasını istemiyorlardı. Çünkü bu durum sahabeleri sevindirecekti.” [1]

Müslümanların ve Beni Haşim’in yaşadığı sıkıntılı süreç üç sene kadar sürdü. Sonunda vicdanlı bazı kişilerin organizesi ile Allah subhanehu ve teâlâ yardımını gönderdi ve ambargo ortadan kalktı. Müslümanlar büyük bir sınavı daha alınlarının akıyla geçmiş oldular.

İlk önce bu tecritin nasıl kırıldığını anlatan rivayeti aktaralım , daha sonra da ambargo yıllarından çıkarttığımız bazı dersleri zikretmeye çalışalım.

“Bir gün Hişam bin Amr, Züheyr bin Ebu Ümeyye bin Muğire’ye gitti. Hişam dedi ki:

— Ey Züheyr! Bildiğin gibi, dayıların herhangi bir şey satamazlar, onlardan da bir şey satın alınmaz. Onlara kız verilmez, kızlarıyla da evlenilmez. Onlar bu hâlde iken yemek yemeye, elbiseler giymeye ve evlenmeye gönlün nasıl razı olur? Ben Allah’a yemin ederim ki şayet onlar Ebu’l Hakem bin Hişam’ın dayıları olsalardı bu boykotta sen onu desteklediğin gibi onlar da senin aleyhine seni desteklemezdi.

Züheyr:

— Yazık sana ey Hişam! Benim elimden ne gelir ki? Hem ben tek kişiyim. Allah’a yemin ederim ki şayet benimle beraber bir kişi daha olsaydı o sahifeyi bozmak için direnirdim ve onu bozardım, dedi.

Hişam:

— Bir kişi bulmuşsundur.

Züheyr:

— O kimdir, dedi.

Hişam:

— Benim, dedi.

Züheyr de ona:

— Üçüncü bir adam bul, dedi.

Bunun üzerine Hişam, Mut’im bin Adiyy’e gitti ve şöyle dedi:

— Ey Mut’im! Beni Abdi Menaf’tan iki kabilenin yok olmasına razı olur musun? Halbuki sen buna şahit oluyorsun. Bu konuda da Kureyş’e yardım ediyorsun. Allah’a and olsun ki eğer siz onlara bu imkanı verirseniz Kureyş bundan geri kalacak değildir.

Mut’im;

— Yazık! Benim elimden ne gelir, Ben ancak bir ferdim. dedi.

Hişam:

— İkinci bir kişi bulmuşsundur.

Mut’im:

— Kim o, deyince Hişam:

— Benim, cevabını verdi.

Bu sefer Mut’im:

— Bize üçüncü kişiyi ara, dedi.

Hişam da:

— Züheyr bin Ebi Umeyye’dir, dedi. Mut’im bu defa da:

— Bize dördüncü bir kişiyi ara, dedi.

Bunun üzerine Hişam, Ebu’l Bahteri bin Hişam’a gitti ve ona Mut’im bin Adiyy’e söylediklerinin benzerini söyledi. O:

— Buna yardım edecek bir kimse var mıdır; diye sordu. Hişam:

— Evet, dedi. O:

— Kimdir, dedi.

Hişam:

— ‘Züheyr bin Ebi Ümeyye ve Mut’im bin Adiyy ve seninle birlikte benim’ dedi. O:

— Bize beşinci kişi ara, dedi.

Bunun üzerine Zem’e bin el-Esved bin Muttalib’e gitti, ve onunla konuştu ve ona onların akrabalığını ve haklarını anlattı. O da ona şöyle dedi:

— Beni kendisine çağırdığın bu işe yardım edecek bir kimse var mıdır? O:

— Evet dedi. Sonra ona bu kimselerin isimlerini söyledi.

Hişam ve arkadaşları bir gece, Hacun denilen yerin önünde buluşmak üzere sözleştiler. Ve orada toplandılar. Söz birliği ettiler ve sahife hakkında onu bozuncaya kadar kıyam etme üzerine and içtiler.

Züheyr dedi ki:

— Ben sizin ilk olanınızım. O hâlde ilk konuşan ben olacağım.

Sabah olduğu zaman toplantı yerlerine gittiler. Züheyr’in üzerinde bir hülle vardı. Beyti yedi defa tavaf etti. Sonra insanlara dönerek şöyle dedi:

— Ey Mekke halkı! Beni Haşim, onlara bir şey satılmaz ve onlardan bir şey satın alınmaz vaziyette helak olmak üzere iken biz yemek yiyip elbiseler giyebilir miyiz? Allah’a yemin olsun ki, işte akrabaları birbirinden ayıran bu zalim sahife yırtılıncaya kadar oturmayacağım.

O sırada mescidin bir yanında bulunan Ebu Cehil şöyle dedi:

— Yalan söyledin. Allah’a yemin ederim ki o yırtılmayacak.

Zem’e bin Esved ona hitaben dedi ki:

— Allah’a andolsun ki en yalancı sensin. O sahife daha yazılırken onun yazılmasına razı olmadık.

Ebu’l Bahteri de şöyle dedi:

— Zem’e doğru söyledi. Onda yazılanlara biz razı olmuyoruz ve onu kabul etmiyoruz.

Mut’im bin Adiyy de:

— Siz ikiniz de doğru söylediniz. Bunun başkasını söyleyen yalan söyler. Ondan ve onun içindeki yazılan şeylerden Allah’a sığınıyoruz.

Hişam bin Amr da bunların bir benzerini söyledi. Bunun üzerine Ebu Cehil şöyle dedi:

— Bu, geceden kararlaştırılan bir iştir. Onun hakkında bundan başka bir yerde karar verilmiştir.

Ebu Talib de mescidin bir yanında oturmaktaydı. Sonra Mut’im, onu yırtmak için sahifeye doğru gitti. Bir de gördü ki:

‘Ey Allahım! Senin isminle.’ sözünden başka her tarafını güveler yemişti. Daha sonra Rasûlullah ve ashabı Şi’b’den çıkarak halkın arasına karıştı.” [2]

Boykot yıllarından çıkartabileceğimiz en öncelikli ders şudur:

Mekkelilerin aldıkları boykot kararı, tecritin uzun bir süre delinememesi, Müslümanların bu süreçte fire vermeden sabit durabilmeleri ve ambargonun organize bir çalışma ile ortadan kalkması teşkilatlı bir şekilde hareket etmenin faydalarını gösteren olaylar zinciridir. Zaten basit bir gözlem yapıldığında, öncesinde iyi düşünülmüş ve arkasında duracak sağlam fertlerin bulunduğu her adımın bir şekilde olumlu sonuç verdiği görülecektir. Bu da bize Allah ve Rasûlü’nün emrettiği cemaat ve cemaat içinde düzeni sağlayacak itaat mefhumunun önemini gösterir.

Eğer Daru’n Nedve’de bir karar mekanizması olmasa ve buradan çıkacak kararları uygulayacak bir taban bulunmasaydı vicdanları bu kadar sarsan bir uygulamanın üç yıl kadar sürmesi düşünülemezdi. Aynı şekilde isterse şer’i gerekçelerle isterse de kavmiyetçilik bağı ile bu süreçte liderlerinin kararlarına bağlı, onların direktifleri doğrultusunda hareket ederek taviz vermeyenler olmasaydı ambargo çok kısa sürede sonuçlanır ve çözülmeler başlardı.

Öyleyse Müslümanlar attıkları adımların sağlam olması ve başlattıkları çalışmaların sürekliliği için cemaat ve itaat mefhumlarını sürekli canlı tutmaları gerekir. Aynı şekilde en ufak bir ayrılık ve çekişmenin bütün bir teşkilat yapısına zarar vereceğinin bilincinde hareket etmelidirler.

Küfrün karşısında kazanılan herbir mevzinin müdafaası için sadece tâbilere görevler düşmemektedir. Aynı zamanda bazı menhecî farklılıklar nedeniyle değişik yapılar altında İslam’a hizmet eden cemaatlerin lider kadroları da bu gerçeğe uygun hareket etmelidir. İslami yapılar bütün Müslümanları ilgilendiren hususlarda tek vücut hâlinde hareket edip saldırıları bertaraf etmek yerine, ufak tefek farklılıkları bahane olarak ileri sürüp hareketsiz kalmamalıdır. Aksi hâlde ortaya çıkacak vebal herkesin boynunda ağır bir yük olarak kalır.

Ambargoyu kaldıran adımları atan üç isim de bize çok önemli bir noktayı daha hatırlatmaktadır: Bazen Allah’ın subhanehu ve teâlâ kaderinin tahakkuk etmesi bazı kulların çok basit gibi gözüken fiillerine bağlanmıştır. Kur’an kıssaları, dünya tarihi ve bilhassa yakın tarih bunun örnekleriyle doludur. Burada önemli olan bir kul olarak bizlerin böyle bir adım atmaya muvaffak olup olamayacağımız meselesidir.

Açıkçası böyle bir mertebeye ulaşmanın en kestirme yolu ‘Acaba sonunda bana ne olur?’ diye endişe etmeden, kulun içinde bulunduğu anda Rabbini razı edecek her türlü ameli yapmak için uğraşmasıdır. Mübarek olan Allah’tır. İhlasla yapılan her ameli bereketlendirecek olan O’dur. Sonuç elle tutulur bir şekilde dünyada iken karşımıza çıkmasa da, Eş-Şekur olan Allah kulunu ahirette muhakkak mükafatlandıracaktır.

Boykot hâdisesinin taraflarından sahabeleri incelerken onların sebatlarını sadece cemaat ve itaat mefhumu ile açıklamak elbette eksik bir izah olur. Onların Allah’a imanları, tevekkülleri, sarsılmaz ahiret inançları, özelde bu süreçte, genelde Mekke döneminde inen ve geçmiş kavimlerin durumlarını anlatan kıssalar vb. sayılabilecek diğer sebepler de önemli etkenlerdir. Biz bu etkenlerden bir tanesine ayrı bir parantez açmak istiyoruz: Sorumluluk bilinci.

Daru’l Erkam’da, vahyin ışığında Peygamberin terbiyesinde yetişen sahabeler şu gerçeği zihinlerine nakşetmişlerdi:

‘Allah bizleri dinine hizmet için seçti. İçinde bulunduğumuz şu an, insanlık için yeni bir sayfanın açıldığı Âdem’den bize ulaşan zincirin son halkasının takıldığı andır. Yükümüz ağır, sorumluluklarımız fazla, karşılaşacağımız sıkıntılar çetindir. Bizler bu durum karşısında geri adım atarsak üzerimize yüklenen sorumluluğun hakkını verememiş oluruz. Kaybeden Allah’ın dini olmaz. Çünkü O’nun dini için hizmetkârlar çoktur. Kaybeden hizmet etmekten mahrum olandır. Ecelin hangi salisede geleceğini bilmediğimiz bir dünyada, sıkıntılar nedeniyle sorumluluklarımızı terketmenin nasıl bir izahı olabilir ki?’

İşte sorumluluklarının ve onların hakkını verebilmenin ne kadar mühim olduğunu iyi bilen sahabe, hayatları boyunca bu bilince uygun hareket ettiler. Asla geri adım atmadılar. Bazen şeytanın ayak kaydırmalarına maruz kalıp da tökezlediklerinde, öyle ameller ile telafiye giriştiler ki şeytan onlarla uğraştığına pişman oldu.

Bugün de İslam davası, kendisi için ‘ama’sız hizmet edecek gözü pek fertler beklemektedir. Zaman, insanların dünya lezzetlerini sınırsız bir şekilde tattıkları, ama iki adım ötede her türlü mahrumiyeti yaşayan insanları canlı yayınlarda izledikleri zamandır. Bu öyle bir ruh hâlidir ki, kişiyi dünyaya daha kuvvetli bir şekilde bağlamakta ve korunma içgüdüsünü en zirvelere çıkartmaktadır. Elbette böyle bir ruh hâlinin sonucu davaya hizmeti bir kenara bırakıp kabuğuna çekilmek olacaktır.

Müslüman, sahabeyi kuşatan sorumluluk bilinci ile tekrar tekrar kendini motive etmeli, dünyevi lezzetler ile korkuların kendisini esir almasına izin vermemelidir. Gün Tevhid ve Sünnet davetinin dalga dalga yayıldığı ve bu sebeple zulmedenlerin en son kozlarını en şiddetli şekilde devreye sokmaya başladıkları gündür. Allah kendi dini için sebat etmek isteyenlerin ayaklarını muhakkak sabit tutacaktır. Peygamberini ve onun ashabını üç yıllık ambargoya, on üç yıllık Mekke döneminin işkencelerine sabretmeleri nedeniyle Medine yurduyla mükafatlandıran Rabbimiz dünyanın neresinde olursa olsun sıkıntılara düçar olup da sorumluluklarını terk etmeyen kullarına yeni kapılar açacaktır.

“Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: Ey Rabbimiz! Yüreğimizi sabırla doldur; bize direnme gücü ver; kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.” [3]

Davamızın sonu; âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

 

[1]

 

[2]

 

[3]

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver