Hayatı ve ölümü yaratan ve her ikisi arasında insanları imtihan Allah’a hamd olsun. Salât ve selam O’nun Nebisine, âli beytine ve tüm ashabının üzerine olsun.
Ölüm, Allah’ın subhanehu ve teâlâ yarattığı her canlının ortak kaderi olan zaruri bir gerçektir. İsminin ürkütücülüğü yanında, içerdiği derin anlam ve azgın nefisler üzerindeki terbiye edici etkisi de bir o kadar şaşırtıcıdır. İnsanın fıtratında var olan hasletler nedeniyle kendine en uzak gördüğü; ancak ecelin belirsizliği nedeniyle insana en yakın hakikattir ölüm… Çünkü ölüm garib bir yolculuğun adıdır. Bittiği düşünülen bir yolun, daha yeni başlaması ve ebedi hayata, yani gerçek olana atılan ilk adımdır.
İslam olmak, emanet yüklenmek ve sorumluluk almaktır. Allah subhanehu ve teâlâ insana yüklediği sorumluluğu emanet olarak isimlendiriyor çünkü.
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onu taşımaktan kaçındılar, ondan korktular. Onu insan yüklendi. O, zalim ve cahil oldu.” (33/Ahzab, 72)
İnsanı yaratan Allah subhanehu ve teâlâ, insana bu sorumluluğu çokça hatırlatır. İnsanın unutkan olduğunu en iyi bilen olduğu için, bu hatırlatmayı en etkili yollarla yapar. Bu yollardan biri ölüm ve diğeri de onunla başlayan ahiret hayatıdır.
Allah subhanehu ve teâlâ, yakın zamanda çok değerli kardeşlerimizden ikisini aramızdan almakla, bizlere bu gerçeği bir defa daha hatırlattı. Her iki olayla da, aslında unutmamamız gereken ölümü, kendimizden ne denli uzakta gördüğümüzü müşahede ettik. Tüm kardeşlerimizle beraber bu hakikati hatırlamak ve gerekli ibreti almak adına baş yazımızı bu konuya ayırdık. Çaba bizden başarı Allah’tandır.
Ölümü Allah Yarattı
“Ölümü ve hayatı, hanginizin daha iyi amel yapacağını açığa çıkarmak için yaratan O’dur. Güçlü ve bağışlayıcı O’dur!” (67/Mülk, 2)
“Aranızda ölümü takdir eden biziz! Önümüze de geçilemez. Sizi benzerlerinizle değiştirmek ve sizi bilmediğiniz bir şekilde yeniden yaratmak hususunda…” (56/Vakıa, 60-61)
Evet, ölümü Allah yaratıp kulları arasında takdir etti. Bu öyle bir takdir edişti ki, ölüm hayattan önce zikredildi. İnsanın hayata düşkünlüğüne rağmen, vahiy ölümü hayattan önce dillendirdi. Çünkü insanda asıl olan, ölüm halidir.
“Nasıl olur da Allah’a karşı nankör olabilirsiniz? Oysa, siz ölülerken, size o can verdi. Sonra sizin yine canınızı alacak; sonra da sizi diriltecek ve sonunda yine yalnızca O’na döndürüleceksiniz.” (2/Bakara, 28)
Bu ayette insana vücuda geliş evreleri hatırlatılmıştır. Ve ilk evre olarak onun bir ölü olduğuna vurgu yapılmıştır.
Dünya ehlinin en çok korktuğu gerçek ölümdür. Ve asırlardır ondan kurtulmanın çarelerini arıyorlar. Bu nedenle efsane ve masallara ölümsüzlüğü konu etmiş, insanların düşünüp dile getirmeye cesaret edemedikleri bu hayallerini, efsanevi kahramanlar üzerinden nesillere aktarılmışlar. Ancak İslam ölümü hayata takdim eder. Çünkü ölümle yaşamak, hayatın imar edilmesi; ölümden uzak olma düşüncesiyse dünya ve ahiret hayatının harabıdır. Ölümle yaşamak sorumluluğun bilincinde olmak, yani insanlığa ve yaratana karşı hakları gözetmektir. Ki bu durum yeryüzünde adaletin ve refahın sağlanması anlamına gelir. Ölümden uzak olan insanlar ise bu sorumluluktan uzaktırlar. Onların haklarını yerine getirecekleri ve kendilerini sorumlu hissettikleri bir merci yoktur. Tek amaç şerrinden Allah’a sığınılası nefsi tatmin etmektir. Bu durum zulüm ve haksızlığın oluşumu, yani yeryüzünün fesada verilmesidir.
Buna en güzel örnek Yahudiler olsa gerektir. Onların temel vasfı ‘ifsad edici’ olmaktır. İnsanların din, ahlak ve huzurunu ifsad eder, bozgunculuk yaparlar. Bu onların dünyaya olan düşkünlüklerindendir.
“Andolsun, onları hayata karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azaptan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir.” (2/Bakara, 86)
Hayata olan düşkünlükleri onların her alanda ifsadın başı olmalarına neden olmuştur.
Ölüm Allah’ın subhanehu ve teâlâ insan üzerindeki kahrıdır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ isimlerinden biri El-Kahhar’dır. Kulluğun özü olan korku, bu sıfattan kaynaklanır. Çünkü kulluk Allah’a boyun eğmedir. Organların Allah’a subhanehu ve teâlâ boyun eğmesi, kalpte oluşan sevgi ve korkuya bağlıdır. İnsanı yaratan Allah, onu böyle düzenlemiştir. Sıhhatli ve istikrarlı kulluk için, eşit oranda sevgi ve korku lazımdır. Bundan dolayı her Müslümana, sevgi ve korkuyu ve buna ulaştıran yolları öğrenmesi vaciptir.
Korkunun oluşumunu sağlayan en etkili yol Allah’ın subhanehu ve teâlâ insanların kalbine korku salan El-Kahhar gibi sıfatlarını öğrenmek, anlamak ve onunla Allah’a kulluk etmeye çalışmaktır.
Allah subhanehu ve teâlâ kahrediciliğini, ölümle veya ölümün başlangıcı olan ahiret hayatıyla ifade etmiştir. Çünkü nefislerin, kahreden de olsa mecbur olduğu, kaçınılmaz gerçeğidir bu durum…
”O, kulları üzerinde kahredici (kahhar) olandır. Size koruyucular gönderiyor. Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun hayatına son verirler. Onlar (bu işte, ne eksik ne fazla) kusur etmezler.” (6/En’am, 61)
”O gün, orta yere çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah’a karşı gizli kalmaz. (Allah sorar:) ‘Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah’ındır.’ ” (40/Mümin, 16)
Nefsini terbiye etmek ve onu istikamet üzere tutmak isteyenlerimizin ölümle hemhal olmak ve onunla olması gereken korkuyu oluşturmaktan başka çareleri yoktur. Allah Rasûlü de, nefislerin ıslahını ondan öğrenen selef de tezkiyede, hususen de korku meselesinde ölümü hatırlamaktan faydalandılar.
“Lezzetleri yok eden ölümü çok anın.” (Tirmizi)
Aslında ölümü hatırlamak lezzetleri yok etmez. İnsanın ölümü hatırlaması, dünyanın çekiciliğine de etki etmez. Ancak bu bir terbiye metodudur. İnsanın dünyaya olan düşkünlüğüne ve ondan aldığı lezzete etki eder. İnsanın nefsine tesir eder. Ve artık dünyanın lezzetleri değerini yitirir. Bu ölümün, hem o lezzetlerin fani olmasını hatırlatması, hem de ebedi olana iştiyak uyandırmasındandır.
Aişe annemiz bile arkadaşına:
”Ölümü çokça hatırla ki kalbin yumuşasın” diyerek nasihatte bulunmuştur.
Ebu Derda radıyallahu anh:
”Ölümü hatırladığında kendini onlardan biri olarak düşün ve ibret al.” derdi.
Hasan-ı Basri rahimehullah:
‘Ölümü çokça hatırlayanın gözünde dünya küçülür de küçülür’ derken,
Said bin Cubeyr rahimehullah:
‘Ölümü anmayı terk edersem kalbimin ifsad olacağından korkarım’ demişti.
Seleften biri meclisinde bulunanlara:
‘Ölümü çokça anın. Öyle bir hayata gideceksiniz ki ölümü isteyeceksiniz de sizlere verilmeyecek. Bu durumun olmasını istemiyorsanız dünyadayken ölümü anın’ diye seslendi.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sahabesini ölümle terbiye ederdi. Ölüm gerçekleştiğinde cenazenin kime ait olduğunu önemsemeden, sahabesine onunla bazı gerçekleri hatırlatırdı.
Ümmü Seleme’den radıyallahu anha rivayet edildiğine göre şöyle dedi:
“Rasûlullah, (vefat etmiş olan) Ebu Seleme’nin yanına girdi. Gözleri açık kalmıştı, onları kapattı. Sonra şöyle buyurdu: ‘Ruh çıkınca gözler onu izler.’ Tam bu sırada Ebu Seleme’nin aile fertlerinden bazıları bağıra çağıra ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Rasûlullah: ‘Kendinize hayırdan başka bir şeyle dua etmeyin. Çünkü melekler dualarınıza ‘âmin’ derler’ buyurdu. Sonra şöyle dua etti: ‘Allah’ım! Ebu Seleme’yi bağışla. Derecesini hidayete ermişler seviyesine yükselt! Geride bıraktıkları için de sen ona vekil ol! Ey âlemlerin Rabbi! Bizi de, onu da bağışla! Kabrini genişlet ve nurla doldur!’ ” (Müslim)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, annesinin kabrini ziyaret etti. Hem ağladı hem de ashabını ağlattı. Ve sahabeye:
“Ben annem için istiğfar talebinde bulundum, bana izin verilmedi. Kabrini ziyaret etmek için izin istedim, bana müsaade edildi. Ben sizleri kabir ziyaretlerinden alıkoyuyordum artık onları ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyaretleri size ahireti hatırlatır.” (Müslim) diyerek nasihatte bulundu.
İbni Ömer radıyallahu anh rivayet edildiğine göre Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem, yanında Abdurrahman İbni Avf, Sa’d b. Ebu Vakkâs ve Abdullah İbni Mesud radıyallahu anhum bulunduğu halde Sa’d b. Ubâde’yi ziyaret etti. Durumunu görünce Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ağladı. Onun ağladığını gören sahabeler de ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Bilmez misiniz, gerçekten Allah, gözyaşı ve kalbin elemi sebebiyle kişiye azap etmez. Fakat -dilini işaret ederek- bunun yüzünden azap eder veya bağışlar.” (Müslim) buyurdu.
Enes’ten radıyallahu anh rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ruhunu teslim etmek üzere olan oğlu İbrahim’in yanına girince gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf radıyallahu anh:
” ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Siz de mi ağlıyorsunuz?’ diye sordu. Peygamber ona: ‘Ey İbni Avf! Bu gördüğün gözyaşları rahmet ve şefkat eseridir.’ cevabını verdi. Sonra şunları ilave etti: ‘Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimiz’in razı olacağı sözleri söyleriz. İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten çok üzgünüz.’ ” (Buhari, Müslim)
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile bazı sahabeler birlikte bulunurlarken onların yanından bir cenaze geçti. Ashaptan bazıları o cenazeyi hayırla andı. Bunun üzerine Nebi: ‘Kesinleşti’ buyurdu. Sonra bir cenaze daha geçti. Orada bulunanlar onu da kötülükle andılar. Rasûl-i Ekrem yine: ‘Kesinleşti’ buyurdu.
Bunun üzerine Ömer İbni Hattab: ‘Ne kesinleşti ya Rasûlullah?’ diye sordu. Peygamber de şöyle buyurdu:
‘Şu önce geçen cenazeyi hayırla andınız; bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Bu berikini kötülükle andınız; onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz (müminler), yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.’ ” (Buhari, Müslim)
Bu gibi naslar üzerinde düşündüğümüzde; bizlerin ölümü bir nasihat ve vaaz olarak görüp, buna uygun hareket etmemiz gerektiği açığa çıkıyor. Ölenin şahsiyeti önemli değildir. Mesele ölümü ibret kabul edip, kalplerin incelmesini sağlamak ve Allah’a subhanehu ve teâlâ yönelmektir.
Ölümü sürekli hatırda tutmaya yardımcı olacak bazı hususları şöyle zikredebiliriz:
Ölümün muhasebesini yapmak
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının tavsiyelerinde olduğu gibi, ölümü nefse hatırlatmak ve kendimizi ölü olarak düşünmektir ölüm muhasebesi. Hayatın sonlandığını ve yaptıklarımızın hesabını veriyor olduğumuzu hayal etmektir.
Ölümleri fırsat bilip ölüm üzerinde düşünmek ve kardeşlerimize hatırlatmak
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Müslümanların cenazelere katılmasını teşvik eder, defin işlemine kadar orada bulanmalarını irşad ederdi. Bunun iki sebebi vardı. Ölüye dua edip hayırla şahitlik etmelerini sağlamak. Ölümden ibret alıp nefse çeki düzen vermek.
”Rasûlullah bize, hasta ziyaretini, cenazenin arkasından gitmeyi, aksırana ‘yerhamukellah’ demeyi, yemin edenin yeminini yerine getirmesini, haksızlığa uğrayana yardım etmeyi, davet edenin davetini kabul etmeyi ve selamı yaygınlaştırmayı tavsiye etti.” (Buhari, Müslim)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Müslümanın, Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selam almak, hasta ziyaret etmek, cenazenin arkasından yürümek, davete icabet etmek ve aksırana ‘yerhamukellah’ demektir.” (Buhari, Müslim)
Başka bir hadisinde:
“Kim, sevabına inanarak, karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek bir Müslüman cenazesi ile birlikte gider ve namazı kılınıp gömülünceye kadar beklerse, her biri Uhud dağı kadar olan iki kırât sevapla döner. Kim de cenaze namazını kılar, defnolunmadan önce ayrılırsa, bir kırât sevapla döner.” (Buhari, Müslim)
Bizler cahiliye toplumunda yaşadığımız için bu ibadetlere fazla iştirak edemiyoruz. Ancak cenazelere katılamıyor oluşumuz, bizi ölümden ibret almaktan alıkoymamalıdır. Ölümü gündem ederek, Müslüman olarak can veren kardeşlerimizin cenazelerine iştirak edip, ibret almaya dikkat etmeliyiz.
Bize dünyayı unutturan ahiret ehliyle bir arada zaman geçirmek
Bazı insanlar her haliyle Allah’ı hatırlatır. Onların yanında dünyada olduğumuz halde dünyadan sıyrılır; asr-ı saadete veya biad-ı efraha (ahirete) gideriz. Bazı insanlar da her halleriyle dünyayı hatırlatır. Bunlardan kaçınmalı ve salih olanların sohbetlerini tercih etmeliyiz.
Ölüm Tevbeyi Hatırlatmalı
Ölüm, Allah’ın insana en büyük nimeti olan tevbe kapısının kapanmasıdır. Henüz fırsat varken acele etmeli ve bolca Allah’a tevbe etmeliyiz. Ölümün en ürkütücü yanı ecelin gizli olmasıdır. Kime, nerede, nasıl ve hangi zaman geleceği belli değildir. Ertelenen her tevbe ve ıslah temennisi, ölümün korkutucu gölgesi altındadır.
“Ey mü’minler! Hepiniz topluca, günahkarca davranışlardan dönüp, Allah’a yönelin ki, dünya ve ahiret mutluluğunu elde edesiniz.” (24/Nur, 31)
“Rabbinizden günahlarınız için bağışlanma dileyin ve sonra tevbe ve pişmanlık tavrı içinde O’na yönelin.” (11/Hud, 3)
“Ey iman edenler! Tam bir pişmanlık ve gönül huzuru içinde gösterişten uzak ölçüde Allah’a tevbe edin.” (66/Tahrim, 8)
Bu, biz günahkar kullara ilahi ve yüce bir çağrıdır. Şanı yüce olan Rabbimiz hiçbir şeye ihtiyacı yokken, sadece kullarına olan merhametinden dolayı onlara böyle bir kapı açmıştır. Ve O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Bu kapının kapandığı zaman, ancak ölüm anıdır.
“Bir kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allah Teâlâ onun tevbesini kabul eder.” (Tirmizi)
Ancak kapı kapandı mı, insan ne kadar fırsat talep ederse etsin hüsranla geri dönecek ve azabı arttırılacaktır.
“Allah’ın kabul ettiği tevbe, yalnızca cahillikle/bilmeyerek günah işleyenin günahın hemen ardından yaptığı tevbedir. Allah, her şeyi bilen ve hikmetle yapandır. Ölüm gelip çatana kadar günah işleyip de tam o zaman: ‘Ben şimdi tevbe ediyorum.’ diyenlerin tevbesi, tevbe değildir. Kafir olarak ölenlerin tevbesi de yoktur. Onlara acıklı bir azap hazırladık.” (4/Nisa, 17-18)
”Onlardan birine ölüm gelince ‘Rabbim, beni geri döndür’ der. ‘Belki ben, terkettiğim doğru işleri yaparım.’ Asla, o sadece söyleyenin bir sözüdür. Onların arkalarında yeniden diriltilecekleri güne kadar bir engel vardır.” (23/Mu’minun, 99-100)
Ölümün başucumuzda bekliyor oluşu ve hangimize isabet edeceği belli değilken, tevbe kapılarını zorlamalı, Allah’a subhanehu ve teâlâ bolca tevbe etmeliyiz.
Ölümle Hemhal Olmak İzzet, Ondan Uzaklaşmak Zillettir
İslam’ın en parlak günlerini yazan yiğitler, ölümden korkmuyor, onu arzuluyorlardı. Bu tüm milletleri onlara boyun eğdiren bir izzeti kazanmanın ve hayır amellerinin yollarını açmıştı onlara.
Halid bin Velid’in radıyallahu anh kafirlere:
”Sizlerin hayatı ve şarabı sevdiği gibi, ölümü seven bir toplulukla geldim size.” deyişi bunun ispatıdır.
Bu cümleler öylesine sarfedilmemişti. Halid, müşrikleri çok iyi tanıyordu. Onların zaaflarını biliyordu. Bununla beraber Müslüman olmadan evvel, sayı olarak kendilerinden çok az olan Müslümanların, çoğu defa zafer kazanmasının sırrını çözmüştü. Ölümden korkmuyor, bilakis ‘şehadet’ dediğimiz en şerefli ölümü arzuluyorlardı.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, İslam ümmetinin zillete duçar olacağını haber vermiş ve bunu insanların ölümden hoşnut olmamalarına bağlamıştı.
” ‘Parçalayıcı olanın avına üşüştüğü gibi diğer ümmetlerin size karşı birleşip üşüşmeleri yakındır.’ Biri sordu: ‘Acaba o zaman biz sayıca az mı olacağız?’, ‘Hayır, bilakis siz o zaman sayıca çok olacaksınız. Fakat siz selin sürüklediği çerçöp gibi dağınık olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkartacaktır. Sizin kalplerinize de vehen atacaktır’ buyurdu. ‘Vehen nedir, ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorduklarında şöyle buyurdu: ‘Dünya sevgisi ve ölüm korkusu.’ ” (Ebu Davud)
Gerçekten de bu durumu yaşıyoruz. Halid bin Velid’in radıyallahu anh sözünü ettiği erlerin benzerleri, günümüzde küfre karşı mücadele veriyor. Bunun yanında dünyaya daldıkça ölümden uzaklaşan ve korkanlar İslam ümmetinin yüz karası olarak, taviz üzere taviz veriyor, kafirlerin dünyasından bir şeyler elde etmek için, kâh demokrat, kâh liberal, kâh laik oluyorlar.
Ümmetin izzeti için ölümden korkmayan, ölümle bütünleşen nesiller yetişmeli. Ölümden korkmama, sözle öğretilecek bir erdem değildir. Nesiller, sahabe çocuklarında olduğu gibi ancak böyle bir topluluk içerisinde yaşayarak bunu öğrenebilir.
Yaşadığımız Gibi Ölürüz…
Nasıl yaşamış ve hangi amel üzere olmuşsak, sonumuz o olmuştur. Salih amel yapanları güzel bir son beklerken, isyan ehlini kötü son beklemektedir. İnsanların sonları, onların Allah’la subhanehu ve teâlâ olan muamelelerini gösterir. Sadık olanlar sıdklarına yakışır, olmayanlar da yalanlarına uygun bir sonla bu hayattan ayrılırlar.
“Sizden biri cennet ehlinin amelini yapar, onunla cennet arasında bir zir’a mesafe kalınca, kitabı ona galebe çalar, cehennemliklerin amelini yapar ve cehenneme gider. Sizden biri cehennem ehlinin amelini yapar, ta onunla cehennem arasında bir zir’a kalır, kitabı ona galebe çalar. Cennet ehlinin amelini yapar ve cennete gider.” (Buhari, Müslim)
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bu sözünün örneği çok yaşanmıştır. Zahiri salah ve takva üzere olup da, hakikatinde öyle olmayan nice insanın, son anında gerçek yüzü anlaşılmış; hem dünyasını hem de ahiretini heba etmiştir.
Bir gazvede Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kendileriyle beraber harp eden ve Müslümanlara faydalı olan bir kişiye işaret ederek:
” ‘Her kim ateş ehlinden bir kimseye bakmak isterse, şu adama baksın.’ der.
Bunun üzerine bir sahabe, o kişiyi takip eder. Onu müşriklerle şiddetli bir şekilde harp ederken görür. Nihayet o kişi yaralanır ve yaralarının acısına dayanamayıp kılıcıyla hayatına son verir. Bunu gören sahabe:
‘Ben şehadet ediyorum ki, Sen Allah’ın Rasûlü’sün!’ der. Rasûlullah bu şehadetin sebebini sorunca, sahabe:
‘Sen falan için ‘ateş ehlinden olan kimseye bakmayı arzu eden, şu adama baksın’ demiştin. Halbuki o zat, içimizde Müslümanlara en fazla faydası olanlardandı. Onu takip ettim, yaralanınca acıya dayanamayarak hemen intihar etti.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: ‘Şüphesiz bir kul, cennet ehlinden olduğu halde ateş ehlinin amelini işler; bir başka kul ise ateş ehlinden olduğu halde cennet ehlinin amelini işler. Ameller ancak sonlarına göre değerlendirilir.’ ” (Buhari)
Sahabe dahi bu adamla ilgili kötü sonu kavrayamamıştı. Çünkü zahirinde İslam’a çok faydalı, hizmet ehli biriydi. Ancak amellerinde olmayan sıdk ve ihlas, onu bu sona götürmüştü. Ölüm bize bu durumu hatırlatmalı ve kötü sondan Allah’a subhanehu ve teâlâ sığınmalıyız. Bunun yolu da, ölümü bir öğüt kabul edip, güzel bir sonu hak etmek için çabalamaktır.
Haccac vefat edeceği sırada bağırıyordu: ‘Ne işim olur Said bin Cübeyr’le’, son anlarında bu cümleyi tekrar etti durdu.
İbni Kayyım rahimehullah El-Cevabu’l Kafi’sinde, (s.102-103): ‘Sürekli satrançla meşgul olan birine ahir hayatında Kelime-i Tevhid’i telkin ettiler. O ise ‘Şah, Şah’ diyerek can verdi. Sürekli şarkı dinleyen bir diğerinden Kelime-i Tevhid’i söylemesini istediler. O daha önce terennüm ettiği şarkılardan birini söyleyerek can verdi. Bir başkasına söylediler. O son söz olarak: ‘Sizin davet ettiğiniz şeye kafirim.’ diyerek canını verdi.’
Ne üzere yaşadılarsa onun üzerine can verdiler. Bunun yanında sadık olarak yaşayıp, sıdkları nedeniyle Kur’an’da ayet olarak zikredilenleri düşünelim. Sahabeden şehit olanlar gördükleri güzellikleri kardeşlerinin bilmesini istiyorlardı. Allah onların halini ve karşılaştıkları güzellikleri ayet olarak indirdi. Ve kitabını onların güzel sonuna şahit kıldı.
“Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın çünkü onlar, Rabbleri’nin huzurunda diridirler ve rızıklandırılırlar. Allah’ın kendilerine fazlından verdiği şeylere sevinenler, arkalarından (kendilerine) yetişemeyenlere, kendilerine bir korku olmadığını ve mahzun da olmayacaklarını müjdelemek isterler. Onlar, Allah’ın nimetini ve fazlını ve Allah’ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini de müjdelemek isterler.” (3/Âl-i İmran, 169-171)
Vefat eden kardeşlerimiz güzel bir sonla dünyadan ayrılmaya, en güzel örnektiler. Allah’tan subhanehu ve teâlâ temennimiz onlara rahmetiyle muamele etmesi ve kardeşlerinin onlar hakkındaki ‘Övgü ve hayır şehadetleriyle’, onlara cennetini vacip kılmasıdır. Bizleri hak üzere sabit kılıp, güzel bir sonla karşılaşmayı nasip etmesidir.
Selam ve dua ile.
İlk Yorumu Sen Yap